Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Topluyorum > Türk ve Kürt arkadaş değil, kardeştir
Topluyorum
Türk ve Kürt arkadaş değil, kardeştir
 

Arkadaşlar, Türk siyaseti açısından son derece kritik ve hareketli bir yılı daha geride bıraktık. Genel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri, Anayasa referandumu, bazı kilit pozisyonlara yapılan atamalar, komplolar, provokasyonlar, medyatik kampanyalar, nümayişler, protestolar… Türk siyaseti çalışanlar için bulunmaz bir laboratuar yılı oldu 2007.

Hatta sosyal ve siyasi gözlemcilerin çok eğlenceli bir yıl geçirdiğini bile söyleyebiliriz, değil mi? Ben bile bir sürü bahse girdim olayların gidişatına dair.

Eminim ki, hepsini kaybetmişsindir.

Aralık’taki gelişmeler de 2007’nin şanına yakışır nitelikteydi. Bildiğiniz gibi bu ay, Tarhan Erdem’in yönetimindeki Konda Araştırma Şirketi’nin Milliyet’te yayımlanan “Gündelik Yaşamda Din, Laiklik ve Türban” başlıklı anketi ve bu anket üzerine yapılan tartışmalarla başladı. Biz de bu akşamki tartışmamıza bununla başlarız. Ama izin verirseniz, geçen ayın öne çıkan diğer gelişmelerini de hatırlatayım.

Aslında Aralık ayı Isparta’da düşen yolcu uçağı ile başladı, desek daha doğru olmaz mıydı? Zira uçağın düşüşündeki bazı gariplikler olayın kaza olmayabileceğini getirdi akıllara. Nitekim ilerleyen günlerde bu yönde pek çok spekülasyon da yapıldı. Özellikle de, ölen yolcular arasında nükleer teknoloji ve toryum gibi son derece stratejik alanlarda çalışmalar yapan altı bilim adamının da bulunması bu ihtimali en azından göz ardı etmemeyi gerektiriyordu.
 
Bu kazanın Türkiye’nin nükleer teknolojiye geçme kararı aldığı günlere denk gelmesi de ilginç aslında.  

 

Evet, doğru; hatta Akşam gazetesinden Serdar Turgut, Atlas Jet uçağının tıpkı 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi dışarıdan yönlendirmeyle düşürüldüğünü iddia etmişti. Fehmi Koru da 2000’li yılların başlarında şaibeli bir şekilde ölen çok sayıda mikrobiyologa dikkat çekerek, stratejik alanlarda çalışan bilim adamlarının karanlık hesaplara kurban gidebildiğini, dolayısıyla da Isparta uçağının düşürülmüş olabileceğine dair iddialara değer verilmesi gerektiğini savundu.

Bu yönde iddialar çıktı gazetelerde. Ama bu konuda şüphelenmekten öte yapabileceğimiz bir şey yok maalesef. Onun için bir soru işareti koyarak bu konuyu geçelim bence.

Geçtiğimiz ay gündemi meşgul eden bir diğer gelişme de YÖK’ün yeni başkanının Cumhurbaşkanı tarafından atanmasıydı. Bildiğiniz gibi ODTÜ’nün sevilen hocası Prof. Yusuf Ziya Özcan bu koltuk için hiç kimsenin beklemediği bir isimdi. İlk başta konuya ilgi duyanlar biraz afallamış olsa da, kulaktan kulağa aktarılan bilgilerle birden toparlandılar ve yeni YÖK Başkanı’na yönelik büyük bir saldırı kampanyası başladı medyada. Bu birkaç gün böyle devam etti. Neyse ki, Özcan’ın imdadına sınır ötesi harekat yetişti. 16 Aralık’ta Türk ordusu Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik epey kapsamlı bir harekat düzenledi. Harekata 50 savaş uçağı katıldı. Ayrıca operasyonun gece yapılması da kayda değer bir husustu. Sonradan verilen bilgilere göre 150’nin üzerinde terörist öldürülmüştü bu bombardımanda. Bir hafta kadar sonra Türk ordusu PKK’ya yönelik ikinci bir hava harekatı daha gerçekleştirdi. Bu birinciye oranla daha dar kapsamlıydı ama benzeri operasyonların aralıklarla süreceğini göstermesi bakımından önemliydi. Bu akşam konuşacağımız ikinci bir konu da Kuzey Irak Operasyonu ve hükümetin uygulamaya koymayı planladığı yeni Kürt siyaseti olmalı.

 

Nedir Bu Fransa’nın Derdi?

Dış politikadaki gelişmeleri de es geçmemeliyiz. Hatırlarsanız 10 Aralık’ta AB dışişleri bakanları bir araya gelmiş ve Fransa’nın dayatmasıyla karar metninde bazı hassas düzenlemeler yapmışlardı. Buna göre aday ülkelerle yapılacak toplantılar için “katılım konferansı” değil de “hükümetler arası konferans” ifadesi kullanılmış ve “müzakerelerin amacının üyelik olduğu” ifadesi alınan kararlarda yer almamıştı. Bundan birkaç gün sonra yapılan AB zirvesinde de bu kararlar hiç değiştirilmeden aynen kabul edildi.

Evet ama sonradan, AB Dönem Başkanı Portekiz’in müdahalesiyle “katılım” ifadesi konferansla ilgili tüm resmî belgelere girmedi mi?

Girdi girmesine de, bu arada Trans-Avrupa şebekeleriyle tüketicinin ve sağlığının korunmasına yönelik fasıllar “hükümetler arası konferans” başlığı ile müzakerelere açıldı. Neyse, teknik detaylar bir tarafa, söylemek istediğim Türkiye’nin AB üyeliği, özellikle de Fransa tarafından, sürekli olarak sabote edilmeye çalışılıyor. Sanki oyun oynuyormuşuz gibi, her fırsatta ayağımıza çelme takıyorlar. 2008’in ilk yarısında dönem başkanı Slovenya olacak; ama ikinci yarıda dönem başkanlığını Fransa alacak. Fransa’nın Türkiye’ye yönelik bu düşmanca tutumu 2008’in ikinci yarısında kendini daha da fazla hissettirecektir herhalde.

 

Nedir Fransa’nın Türkiye ile alıp veremediği Allah aşkına?

Bunun birkaç nedeni var. Birincisi Sarkozy’nin dünya görüşü. Bildiğiniz gibi Sarkozy muhafazakâr biri. Zaten başkan olmadan önce Fransız muhafazakâr partisinin lideriydi. Dolayısıyla muhafazakârlığın getirdiği içe kapanmacı ve tek kültürcü tepki Sarkozy’nin Türkiye’ye bakışını büyük ölçüde belirliyor. Öte yandan Fransa bir süredir yapısal ekonomik problemlerle boğuşuyor. Bir yandan küreselleşmenin olumsuz etkileri, diğer yandan AB entegrasyonuyla açılan sınırlar, zaten ekonomik sıkıntıları olan Fransız halkını göçmenlere ve yabancılara karşı daha da düşman hale getirdi. Sarkozy de dışlayıcı muhafazakâr söylemiyle ve göçmenlere bakışıyla bu halkın aradığı lider konumuna geldi. Kısacası Fransız halkının beklentileri, yani popülizm, Sarkozy’nin dillendirdiği muhafazakâr duruşu daha da pekiştirdi. 

İyi ama Fransa’nın Türkiye’ye olumsuz bakışı Sarkozy ile başlamadı ki. Hatırlarsanız Bayan Mitterand Diyarbakır’ı ikinci adresi haline getirmişti. Türkiye’nin Kürt sorunu ile en çok uğraşan ülke Fransa değil miydi? İşi o raddeye vardırdı ki Fransa, kendini Türkiye’deki Kürtlerin hamisi olarak görür oldu. Ayrıca Ermeni soykırımı yasasını da Fransa Sarkozy’den önce, 2006’nın sonunda kabul etmemiş miydi?

Haklısın, Sarkozy sert söylemiyle, Fransız dış politikasına zaten hâkim olan bir yaklaşımı daha da açık etti. Fransa’nın bu tutumunu anlamak için belki de AB entegrasyonunun Fransa için ne anlama geldiğine bakmakta fayda var. Hepinizin bildiği gibi AB’nin iki motor gücü var: Almanya ve Fransa. Her ne kadar AB bütünleşmesinin daha da derinleştirilmesi noktasında birleşiyorlarsa da, Almanya ile Fransa’nın AB’ye olan düşkünlükleri tamamen farklı gerekçelere dayanıyor. Almanya, özellikle de Sovyet tehdidi ortadan kalktığından beri, AB’yi sırtındaki tarihsel yükü aldığı için önemsiyor. Zira Almanya’nın yakın tarihi, yani II. Wilhelm ve Hitler’in hegemonik yayılmacı emelleri, Alman dış politikasının belirlenmesinde tahmin edebileceğinizden daha büyük bir rol oynuyor.

 

Sadece dış politikada mı? Alman ekonomisi de aynı şekilde yakın tarihinin anıları ile şekilleniyor. Mesela bugün Almanya’da enflasyona karşı paranoya derecesinde bir hassasiyet mevcut. Hatta bu hassasiyetin Euro bölgesinin ekonomisini uzun vadede sekteye uğratacağından bile endişe ediliyor. Bu paranoyanın sebebi ise Weimar Almanyası’ndaki astronomik enflasyon tecrübesi.

Evet; kısacası Almanya, ancak AB bütünleşmesi sayesinde komşularını ürkütmeden dış politika geliştirme imkanı buluyor. Almanya’nın AB içerisindeki ağırlığı malum. AB ne kadar yekvücut bir yapı arz ederse, Almanya da o denli güçlü ve aktif bir dış politika sürdürebilecek.  

 

Doğrusu bunu da çok başarılı yapıyor. Hatta iki Almanya’nın birleşmesinin ardından Almanya ile AB ilişkilerine dair makalelerde sıklıkla işlenen konu “Acaba Almanya mı Avrupalılaşacak yoksa Avrupa mı Almanlaşacak?” sorusuydu.

Evet; Fransa ise AB entegrasyonunu büyük oranda, Alman tehdidine karşı dengeleyici ya da pasifize edici bir unsur olarak görüyor. AB bütünleşmesi ne kadar güçlü olursa Almanya tehdidi de Fransa açısından o ölçüde bertaraf edilmiş olacak. Fransız siyasi kültürüne hâkim olan Alman korkusunu da küçümsememek gerek. Zira Almanya 1871’de, 1917’de ve 1940’da olmak üzere kurulduğundan bu yana üç kez Fransa’yı işgal etmiş bir ülke.

Bence bir şeyi daha unutmamak gerek; hem Almanya ve hem de Fransa AB bütünleşmesini, ABD’ye karşı “bağımsızlık” kazanma aracı olarak görüyorlar. Her iki ülke de biliyor ki, tek başlarına ABD ile baş etmeleri ya da bir yarışa girmeleri imkansız. Bütünleşmiş bir Avrupa ABD ile aşık atabilir ancak. Nitekim NATO’ya alternatif olarak AB’nin kendi savunma gücünü oluşturma gayretleri bu arzunun bir göstergesi olarak okunabilir.  

Her neyse, öyle ya da böyle Almanya ve Fransa, AB bütünleşmesinin en hararetli savunucuları bugün. Türkiye gibi farklı bir kültüre ait ve kalabalık, genç ve dinamik bir nüfusa sahip, dolayısıyla da hazmedilmesi ve asimile edilmesi zor bir ülkenin AB’ye katılması ise Almanya’nın ve Fransa’nın işine gelmiyor. Hani demin Fransa’nın Türkiye ile ne alıp veremediği var diye soruyordunuz ya, işte Sarkozyli ya da Sarkozysiz Fransa’nın Türkiye’ye bakışı bu nedenlerle pek de olumlu değil. Yakın zamanda da bu bakışın değişeceğini zannetmiyorum. Onun için Türkiye’nin AB üyeliğinde çok da iyimser olmamak gerek.

Fransa’ya takılıp kaldık. Halbuki Aralık ayında başka dış politika gelişmeleri de oldu. Mesela Rusya, Kazakistan ve Türkmenistan arasında Mayıs ayında varılan doğalgaz boru hattı mutabakatı teyit edilip, kesinlik kazandı. Böylelikle Türkmen doğalgazı Rusya üzerinden Avrupa’ya aktarılacak. Bu da Amerika’nın desteklediği ve Hazar doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarması planlanan Nabucco hattını büyük ölçüde etkisiz kılmış oluyor. Belki de, 2008’de başlatılması düşünülen proje tamamen iptal olacak.

Bir de Kosova meselesi var. 10 Aralık’ta BM’nin Sırp ve Arnavutlara Kosova’nın geleceğine dair anlaşmaları için verdiği süre doldu. Avrupa Birliği ülkeleri de, Kıbrıs Rum Kesimi hariç, bağımsız Kosova’yı destekleyeceklerini belirttiler. Amerika’nın da Kosova’nın bağımsızlığından yana olduğu biliniyor. Rusya ve Sırbistan ise, tahmin edileceği gibi, buna karşı. Ancak onların karşı oluşları neticeyi değiştirmeyecek gibi görünüyor. Kısacası, önümüzdeki günlerde Kosova’nın bağımsızlığı haberlerini duyabiliriz.

Aslına bakarsanız İsrail de Kosova’nın bağımsızlığına karşı. Çünkü Sırplar için Kosova ne anlama geliyorsa, İsrail için de Kudüs o anlama geliyor. Dolayısıyla da Kosova’nın bağımsızlığını kazanması Kudüs için de örnek teşkil edebilir ileride. Bundan endişe duyan İsrailliler Amerikalılar üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar. Ama benim kanaatim de Kosova’nın er ya da geç bağımsızlığını kazanacağı. Tabii bu süreçte Türkiye’ye büyük rol düşüyor.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın kalabalık bir heyetle Kosova’ya gitmesi de aslında Türkiye’nin, üzerine düşen rolü benimsediğini gösteriyor.

 

“Türban” Siyaseti İslam Düşmanlığıdır

Zaman hızla ilerliyor. Artık iç siyasete dönelim diyorum. Demin de söylediğim gibi Aralık ayı Milliyet gazetesinde yayımlanan ve Tarhan Erdem’in yönetimindeki Konda’nın yaptığı bir anketle başladı. Ankete göre 2003 yılında başını örten yetişkin kadınların sayısı 13 milyonken bugün bu rakam 14 milyon olmuş. Ancak 2003’te “türban” takanların sayısı 500 bin iken bu sayı bugün 2 milyona ulaşmış. Yani dört yılda “türban” takanların sayısı dört kat artmış. Bu sonuçlar, tahmin edilebileceği gibi, bazı köşe yazarlarını çileden çıkardı. Günlerce bunun üzerine yazdılar. Türkiye’nin AKP iktidarı döneminde ne kadar gerilediğinden, gittikçe karanlıklara gömüldüğünden dem vurdular. Hâsılı kelam kamuoyunda birden bir “laiklik isterük” atmosferi oluştu.

Aslında söylenecek çok şey var tabii, ama ben anketin zamanlamasından başlamak istiyorum. Bu anket Milliyet’te Aralık ayında yayımlansa da aslında Eylül ayında yapılmıştı. Sorulması gereken soru şu: Niçin anketin yayımlanması için üç ay beklendi? Kaldı ki, bu anketin sonuçları farklı biçimlerde üç ay önce başka gazetelerde yayımlandı, ama o zaman kıyamet kopmadı. Peki, aynı sonuçlar bugün yayımlanınca neden kıyamet koptu?

Bu soruları cevabını bilerek soruyor gibisin; hadi bizi bekletme de, ver cevabını.

Evet, biliyorum; ya da bildiğimi zannediyorum. Bu tür durumlarda, yani suni tartışmaların patladığı durumlarda, benim baktığım ilk şey o günlerde iç ya da dış politikada yaşanan diğer gelişmelerdir. Mesela verilecek kararlardır; açılacak ihalelerdir; yapılacak atamalardır veya gidilecek seçimlerdir.

Tartışmaların suni olduğunu nasıl anlıyorsun?

Çok kolay. Bu tür tartışmaların genelde bir öncesi olmaz. Saman alevi gibi birden yanar ve söner. Ayrıca toplumsal gerçeklikte bir karşılığı yoktur. Yani etrafımızda, mahallemizde, iş yerimizde görmeyiz tartışılan konunun izlerini. Dahası, medyada belli başlı kalemleri izlerim. Eğer tartışmayı onlar başlattıysa ya da bir biçimde tartışmanın alevlenmesine katkıda bulunuyorlarsa, anlarım ki bu tartışma yönlendirilmiş ve önceden planlanmış bir tartışmadır. Hatta belki de bir merkezden idare edilen bir projedir. Tabii ki, televizyon kanallarını da ihmal etmemek lazım. TV’ler bazen haberleri yansıtırken öyle görüntüler, öyle müzikler, öyle atraksiyonlar kullanırlar ki, her halinden suni bir hava yaratılmaya çalışıldığı anlaşılır. Bir de kendi kendimi test ederim. Eğer tartışma başladığı gibi sessiz sedasız birden sona ererse bilirim ki tartışmanın suni olduğu konusunda yanılmamışım. Bu tür durumlarda tartışmayı başlatanlar muhtemelen alacaklarını almışlardır ya da nadir de olsa, amaçlarına ulaşamayıp, başarısızlığa uğramışlardır. Ama her halükarda tartışmanın sürdürülmesinin mantığı kalmamıştır.

Çok güzel; tekrar Konda’nın anketine dönersek…

Konda’nın araştırması üzerine yapılan tartışma da suniydi. Her haliyle yukarıda koyduğum kriterlere uyuyordu. Amaç da o günlerde YÖK başkanlığına yapılacak atamayı etkilemekti. Bunca kızıl kıyametten sonra Cumhurbaşkanı, YÖK başkanlığına eşi başörtülü birini atayabilir miydi? 

Eşi başörtülü biri YÖK Başkanı olmadı, ama ona da bir kulp taktılar. Meğer adam Malezya’da iki yıl misafir hoca olarak bulunmuş. Hem de kurucuları arasında Türkiye’nin de bulunduğu ve açılışına Türk Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı bir üniversitede hocalık yaptığı için koparıldı onca fırtına. Eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz gibi kerli ferli adamlar Özcan’ı karalamak için öyle komik duruma düştüler ki, Türkiye’deki üniversitelerin yönetimlerinin bu tür adamlara teslim edilmesinden dolayı ne kadar utanç duyduğumu anlatamam.

 

Ben Kemal Gürüz’le Mehmet Sağlam’ın katıldığı bir TV programına rastlamıştım. Belki senin bahsettiğin de o konuşmadır. Gürüz ısrarla Özcan’ın görev yaptığı Malezya’daki Uluslararası İslam Üniversitesi’nin eski rektörünün bir makalesinde Kemalizm’in başarısız olduğunu iddia ettiğini söyleyip duruyordu. Gürüz’ün mantığına göre Yusuf Ziya Özcan YÖK başkanlığına uygun değildi, çünkü iki yıl görev yaptığı üniversitenin rektörü Kemalizm’in başarısız olduğunu söylüyordu. Bu saçma argümanın gücünden o kadar emin görünüyordu ki, dönüp dolaşıp lafı oraya getiriyor ve ısrarla bunun ne kadar büyük bir fecaat olduğunu savunuyordu.

İyi de, rektörün sözlerinden Özcan niye sorumlu tutuluyor ki? Şimdi Harvard’ın rektörü bizim hoşumuza gitmeyecek bir beyanda bulunsa ya da yazsa, Harvard’da hocalık yapmış birini de YÖK başkanlığına münasip görmeyecek miydik? Hatta eminim ki Gürüz’ün yurtdışında okuduğu ya da görev yaptığı üniversitelerin rektör ya da dekanları Türkiye’nin hoşuna gitmeyecek tezleri savunmuştur. Kaldı ki, bilim özgürlük değil midir? Adamın biri tuttu, bizim hoşumuza gitmeyen bir şey söyledi diye, otomatik olarak kötüler sınıfına mı katılıyor? Bu işin bir yöntemi, mekanizması, piyasası vardır. Akademik bir zeminde bir iddiada bulunursunuz; iddianızı rasyonel ve ampirik olarak destekleyebiliyorsanız ne âlâ. Ne kadar hoşumuza gitmezse gitmesin, bize düşen sizin bu iddianızı yine akademik kıstaslarla çürütmek; çürütemiyorsak, kabul etmek ya da en azından buna saygı duymaktır. Yok, bunu yapamıyorsanız, akademik camia zaten kendi mekanizması içerisinde sizi dışlar, yok eder.

 

 

Benim kastettiğim Gürüz’ün Özcan hakkında söylediği daha ağır sözlerdi. Dedi ki Gürüz, Özcan hakkında: “Yasak var diyebiliyorsa erkekçe, mertçe çıksın söylesin. Ama yasaktan anladıkları ‘türban’ ise onu değiştirmeye bunların, Cumhurbaşkanı’nın da gücü yetmez. O haddini bilsin… Malezya’ya gidip bunları söylesin.”

“Bunların gücü yetmez” derken neyi kastediyor acaba. “Türban” yasağının çok daha güçlü, Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı’nı da aşan bir “biraderlik” kurumunun himayesi altında uygulandığını kastediyor olmasın?

Gördüğünüz gibi, Konda araştırmasının üzerine koparılan fırtınanın hedefi de başörtüsü idi. Kendi eşinin başı örtülü değildi belki, ama Özcan üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşıydı. İstenmeyen adam ilan edilmesi için de bu yeterliydi. Sözün özü arkadaşlar, birileri nasıl ve hangi gaye ile Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramsallaştırmasını, Richard Holbrook’un çok farklı bir bağlamda dile getirdiği “Türkiye Malezya olabilir” ifadesini, Fazıl Say’ın bir yabancı dergiye sarf ettiği çocukça “Türkiye’yi terk edebilirim” hezeyanını kullandılarsa, Konda’nın “türban” araştırmasını da aynı şekilde ve aynı gaye ile kullandılar. Hepsi de son derece suni tartışmalardı. Hepsinin de bir gayesi vardı: Suni bir gerilim atmosferi yaratıp hükümeti köşeye sıkıştırmak ve istediklerini ona yaptırtmak. 

Bir süredir bazı kesimler “türban” ile başörtüsünü birbirinden ayırarak tamamen sosyolojik sayılabilecek bir farkı siyasi bir farkmış gibi sunuyorlar. Konda’nın araştırmasında dikkat çeken başka bir husus da buydu. Bütün tartışma da bu ayrım üzerine bina ediliyor zaten. Anadolu’daki kadınların başlarını örtme tarzı ile şehirlerdeki kadınların başlarını örtme tarzı aynı değil, kabul ediyorum. Ama bu sadece başörtüsü ile sınırlı değil ki. Diğer kıyafetleri, konuşmaları, yemeleri ve içmeleri de farklı birbirinden. Bu biçimsel farka rağmen her iki kesimin de başlarını örtmelerinin gayesi aynı: İslam’ın bir şartını yerine getirmek. Hal böyleyken şehirli kadınların başına örttüklerine “türban”, Anadolu’daki kadınların başlarına örttüklerine ise başörtüsü demenin mantığı ne olabilir ki?

Sence ne olabilir?
Birkaç ay önce, böyle bir toplantımızda başörtüsünün siyasi simge olduğunu söylemiştik hatırlarsanız. Evet, başörtüsü siyasi bir simgedir. Ancak bu simge çokça iddia edildiği gibi “İslamcı” olarak nitelendirilen siyasetin değil de, bazı statükocu zümrelerin İslam ile mücadelelerinin bir simgesi olabilir ancak. Şimdi düşünün bir kere. Müslüman dindar bir erkeği, diğer erkeklerden ayırabilecek zahiri bir gösterge var mı? Sakal derseniz, bu herkeste olabilir. Kaldı ki, sakalsız ve bıyıksız dindarlar da mevcut. Hem sakal sünnet ve dindarlar açısından zorunlu bir gösterge değil. Kılık kıyafet hakeza. İslam’ın erkekler için öngördüğü herhangi bir özel kıyafet biçimi yok. Bazı örtünme şartlarını yerine getiren bütün kıyafetler caiz. Ama başörtüsü öyle değil. Başörtüsü bir farz ve kendinden vazgeçilemez bir gösterge. Dindar erkekleri diğer erkeklerden ayırt edebilecek tek zahiri gösterge eşlerinin ya da kız kardeşlerinin ya da kızlarının, annelerinin başındaki örtü. Merkezî seçkinler ya da statükocu zümre açıkça İslam’ı karşılarına alamıyorlar; çünkü böyle bir mücadeleyi kaybedecekleri aşikâr. Öte yandan Müslüman dindar insanların, özellikle de erkeklerin geçişine de izin vermek istemiyorlar. Bunun üzerine ne yapmışlar; bu ikilemi çok kurnazca bir hile ile aşmışlar. “Sen Müslümansın, dindarsın, o yüzden sana geçiş yok” demiyorlar; onun yerine “Senin eşinin başı örtülü, sen geçemezsin diyorlar.” Tabii burada bir şey daha gerekli. Merkezî seçkinlerin başına bela olan Müslüman dindar erkekler Anadolu’nun ücra köylerinde yaşayan Hasan Emmi, Ahmet Dayı değil. Kendilerine rakip gördükleri, şehirli, eğitimli, belli bir maddi gelir düzeyine sahip insanlar. Bu insanların eşlerinin kılık kıyafetleri ve başlarını örtme tarzları da biraz önce de belirttiğim gibi Anadolu insanınınkinden farklı. Merkezî seçkinler “güdülecek koyun” olarak baktıkları bu eğitimsiz ve fakir Anadolu insanını karşılarına almadan, şehirli ve eğitimli rakiplerini bertaraf edebilmek için eşlerinin başlarındaki örtünün adını da değiştiriyorlar. Şehirli, eğitimli Müslüman dindar erkeğe dönüp “Senin eşinin başında ‘türban’ var, sana geçiş yok” derken; Anadolulu eğitimsiz ve fakir Müslüman dindar erkeğe de “Ama sen lütfen üzerine alınma, senin eşinin başındaki ‘türban’ değil, başörtüsü” diyorlar.
 
Sonunda İstenen Oldu, Kandil’i Bombaladık
Ben zikretmeyi unutmuştum, bir de şu Fazıl Say meselesi var. Ama ona girersek Kuzey Irak Harekatı’nı ve Kürt meselesini konuşamayacağız. Kaç aydır, önemine binaen Kürt meselesini hep sona bırakıyoruz, ama vaktimiz kalmıyor. İsterseniz buna geçelim hemen. Fazla vaktimiz de kalmadı zaten.
Yaygın bir şekilde yapıldığı gibi, işe Kürt sorununun siyasi ve askerî boyutunu birbirinden ayırarak başlamak gerek. Askerî açıdan bakıldığında 16 Aralık’ta yapılan operasyon tam bir gövde gösterisiydi. Bu yönüyle de bence PKK’yı aşan bir boyutu vardı. Öyle zannediyorum ki bu operasyon Barzani’ye “Ayağını denk al” mesajı taşıyordu. Operasyon sonrası bölgeyi ziyaret eden Barzani’nin Türkiye’yi suçlayan ifadelerini göz önüne alırsak, mesajın yerini bulduğu söylenebilir. Öte taraftan bir mesaj da PKK’ya verilmeye çalışıldı. Amaç PKK’yı bezdirmek, ümitlerini kırmak, ne büyük bir “dev”le uğraştıklarını onlara yakinen göstermekti. Nitekim sonradan PKK’lı teröristlerin operasyondan sonra moral açıdan çöktüğüne dair haberler geldi. Bunların ötesinde kaç PKK’lının öldürüldüğü teferruattır. Dolayısıyla askerî açıdan bakıldığında operasyonun son derece başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Ya siyasi açıdan?
Bunu da ikiye ayırmak gerek. Bir iktidar partisi olan AKP açısından, bir de Türkiye’nin uzun vadeli Kürt siyaseti açısından bakabiliriz meseleye. AKP açısından operasyon çok da olumlu sonuçlar vermeyebilir. Biliyorsunuz, AKP 22 Temmuz seçimlerinde DTP’yi adeta sandığa gömdü ve Kürt halkının önemli bir kısmının kendisine bel bağladığı bir parti haline geldi. Bunda, benimsediği dünya görüşünün ve icraatlarının yanı sıra seçim öncesi olası bir Kuzey Irak operasyonuna direnmesinin payı büyüktür herhalde. Ne var ki bugünkü operasyon AKP iktidarında yapıldı ve öyle ya da böyle, Türk ordusunun bölgeye yaptığı bu operasyon PKK’lı olmasa bile, Kürt halkı nezdinde bir endişeye yol açtı. Bunun faturası da AKP’ye kesilebilir. Dolayısıyla 2009’da, ya da daha önce yapılacak olan yerel seçimlerde AKP 22 Temmuz’da yakaladığı başarıyı tekrarlamak istiyorsa acilen bölgeye geniş kapsamlı siyasi çözüm projeleriyle gitmelidir. Türkiye’nin uzun vadeli Kürt sorunu açısından da bu operasyon olumsuz sonuçlar doğurabilir. Demin de söylediğim gibi operasyonu Barzani kendi lehine kullanmakta gecikmedi. Türk jetlerinin sivilleri de hedef aldığını iddia etti. Iraklı Kürtler olarak ciddi bir biçimde mağdur oldukları imajını vermeye çalıştı. Arkadaşlar, bugünkü uluslararası sistemde mağduriyetin rolünü küçümsememek gerek. Daha önceki toplantılarımızda dile getirildiği gibi böyle bir mağduriyet devletleşme sürecindeki bir halka ihtiyaç duyduğu siyasi kimliği sağlama noktasında büyük katkı sağlayabilir. Kürtler kendi ulusal tarihlerini yazarken artık bir de 16 Aralık başlığı olacak; bundan emin olabilirsiniz.
Vaktimiz kalmadı; biliyorum ama izin verirseniz Kürt sorununa yönelik siyasi çözüm konusunda bir uyarıda bulunmak istiyorum. Kapsamlı bir siyasi çözüm demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesini içermelidir; amenna. Ama bu yetmez. Hatta Kürt siyasi kimliğinin kemikleşmesi ve kurumsallaşmasını da beraberinde getirerek, sorunu içinden çıkılmaz bir hale dönüştürebilir. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesi devlet karşısında Kürtleri nötrleştirir, ama devlete bakışlarını pozitife dönüştürmez. Niçin Türk, Laz, Çerkez vs. kardeşleriyle aynı devlet çatısı altında yaşamaları gerektiği sorusunun cevabı yine verilmemiş olur. Dolayısıyla bizim Kürtlerin devlete bakışlarını negatiften nötre değil, pozitife dönüştürme gayreti içerisinde olmamız lazım. Dolayısıyla Kürtlerle Türkleri kavga ettirmeden yan yana durduracak formüllerin ötesinde, bu halkları kaynaştıracak, etle tırnak haline getirecek unsurları öne çıkarmamız lazım. Dikkat ederseniz “Bulmamız lazım” demiyorum, çünkü zaten var. Ortak bir tarih ve kültür birliğimiz var. Aynı varlık şuurunu paylaşıyoruz; camide yan yana namaz kılıyor, aynı kıbleye yöneliyoruz. Aslında biz zaten kardeşiz. Sadece devletimizin bu kardeşliği öldüren tutumuna bir anlam veremiyoruz.

Paylaş Tavsiye Et