Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Topluyorum > Kurgusal gerçekler ve Türkiye
Topluyorum
Kurgusal gerçekler ve Türkiye

 

Seçimlere bir aydan daha az bir süre kaldı; siyasi hararet had safhada.

Tabii, seçimler vaktinde yapılırsa!

Yok daha neler; bu kadarı da kuruntu artık!

Aslında haklı; Türkiye gibi bir ülke üzerine konuşuyorsak, hele de son aylarda yaşadıklarımızı göz önüne alındığında, her sözümüzün başına bu tür kayıtlar koymak çok da anlamsız sayılmamalı.

Doğru ama şu gün itibariyle seçimlerin ertelenmesini gerektirecek bir gelişme ufukta görünmüyor. Onun için biz, seçimler vaktinde ve öngörüldüğü biçimde yapılacakmış gibi konuşalım; yapılmazsa sürpriz olsun.

Bu ay gündemde öne çıkan gelişmelerin başında Washington’da İsrail’e yakınlığıyla bilinen bir think-tank kuruluşunda, Hudson Enstitüsü’nde yapılan bir toplantı geliyor. Kimilerince çok önemsiz bir mesele olarak geçiştirilmeye çalışılsa da, Hudson toplantısı bu akşam üzerine konuşulmayı hak eden bir konu bence. Yalnız, buna geçmeden önce diğer bazı olayları kısaca hatırlatayım isterseniz. İlk olarak, bildiğiniz gibi ANAP ve DYP’nin sağda yapacağı birleşme fiyasko ile sonuçlandı. ANAP seçimlerden çekildi. Adını DP olarak değiştiren DYP büyük oranda kan kaybetti.

Allah kimseyi Erkan Mumcu’nun durumuna düşürmesin. Adam kim bilir ne hesaplar yapıp, ne ikbal hayalleri kuruyordu;ancak seçimlere girmeyi bile beceremedi.

Ağar’ın DP’si de normalde belki barajı geçebilecekken, bu birleşme fiyaskosundan sonra barajın altında kalmayı garantiledi gibi geliyor bana.

 

 

Ümraniye Çetesi ve Ulusalcı Derin Devlet Yapılanması

Geçtiğimiz ay öne çıkan diğer bir gelişme ise Ümraniye’de bir evde 27 adet taarruz tipi el bombası ele geçirilmesiydi. Bombaların Kuvvai Milliye Derneği’nin kurucularından emekli Astsubay Oktay Yıldırım’a ait olduğu söylendi.

Evet, o da bunları Hasdal kışlasının çöplüğünde bulmuş.

 

 


Bombaları çöplükte bulduğunu karakolda söylemişti; mahkemede bunları inkar etti.

 

Her neyse, detayları bir kenara bırakalım. Bu olayla irtibatlı olarak, daha önce adı Danıştay’a yapılan saldırı ile gündeme gelen emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin ve emekli Astsubay Mahmut Öztürk tutuklandı. Soruşturma devam ediyor; bakalım ipin ucu kimlere varacak.

Bence burada bir noktayı atlamayalım. 22 Haziran’da Danıştay davasında karar verilecekti; ancak Ümraniye’de bulunan bombalar nedeniyle mahkeme, Ümraniye çetesi ile Danıştay’a yapılan saldırı ve Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar arasındaki ilişkinin tespitini isteyerek kararı erteledi.


Bak bu çok ilginç! Mahkeme neden böyle bir şeye gerek gördü ki?

Soruşturmanın detaylarını bilmiyoruz, onun için açık ve net bir şey söylemek mümkün değil. Ancak ortaya çıkan ilişkiler ağı öyle garip ki, ipin ucunu bir çekseniz her şey çorap söküğü gibi gözler önüne serilecek sanki. Bakın size 18 Haziran tarihli Zaman gazetesinden bir pasaj okuyayım: “Oktay Yıldırım ile bombaların bulunduğu Ümraniye’deki evin sahibi Mehmet Demirtaş’ın tanışıklığı 1994 yılına dayanıyor. Demirtaş, 1994-95 yıllarında Kilis’te Yıldırım’ın birliğinde askerliğini yapmış. Oktay Yıldırım ile Muzaffer Tekin ise 2000 yılında Tekin’in Kadıköy Kuşdili’nde bulunan bürosunda tanışmış. Tekin ile Susurluk sanıklarından İbrahim Şahin’in tanışıklıkları da aynı döneme denk geliyor. Tekin, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Sami Hoştan ve özel timcilerin yargılandığı Susurluk davasının 12 Şubat 2001’deki karar duruşmasına da katılmıştı. Bir dönemdir Muzaffer Tekin, Oktay Yıldırım ve silah üzerine ettirdiği yeminle gündeme gelen Kuvayı Milliye Derneği Başkanı emekli Albay Fikri Karadağ birlikte hareket ediyor. Yakın çevrelerinin verdiği bilgilere göre Fikri Karadağ ile Muzaffer Tekin grubu 2004 yılından itibaren birbirleri ile irtibatlı; ancak farklı kulvarlarda hareket etmeye başlıyor. Tekin’in grubu Kuşdili Caddesi üzerindeki bir binanın 3’üncü katında bulunan Rıza Petrol’de bir araya geliyor. Söz konusu büronun sadece tabelasında ‘petrol’ ismi var. Aslında büronun ticaretle ilgisi yok. Göztepe’de bulunan camları zırhlı evinde yaşayan Muzaffer Tekin, Kuvvacı çevresiyle bu büroda buluşuyor. Danıştay saldırısının faili Alparslan Arslan’ın da bu büroya sık sık uğradığı ortaya çıkmıştı. Büronun müdavimleri arasında ise Oktay Yıldırım da var.”

Bu pasajda adı geçmeyen, ama Ümraniye ekibi ile yakın ilişkide olduğu söylenen bir kişi daha var; o da emekli Tuğgeneral Veli Küçük. Nitekim bombaların bulunduğu evin sahibi olan Mehmet Demirtaş polise verdiği ifadede Oktay Yıldırım’ın Muzaffer Tekin ve Veli Küçük ile sürekli irtibat halinde olduğunu söylemiş. Veli Küçük’ün aynı zamanda, varlığı hep yalanlanan ve Güneydoğu’daki faili meçhul eylemlerin adresi olarak gösterilen JİTEM’in kurucusu olduğu da iddia ediliyor.

Aslında her taşın altından Veli Küçük çıkıyor, desek daha doğru. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde Ankara’da faaliyet gösteren 19 kişilik bir haraç çetesi çökertildi. Yakalananların arasında Susurluk sanıklarından Sedat Bucak’ın korumalığını ve şoförlüğünü yapan Rıfkı Özkaya da vardı. Bu adamın üzerinden iki adet sahte Jandarma İstihbarat Teşkilatı kimliği çıktı. Gazetelerin yazdıklarına göre Özkaya bu kimlikleri Veli Küçük vasıtasıyla edinmiş. Bunun üzerine geçen gün ben de tuttum, Google’da bir Veli Küçük taraması yaptım. Abdullah Çatlı’dan Yeşil’e, kumarhaneler kralı Ö. Lütfi Topal’dan doğuda suikasta kurban giden bazı Kürt işadamlarına, Azerbaycan’daki Ermeni karşıtı kontrgerilla teşkilatlanmasından Kızılelma koalisyonuna, Hrant Dink’in 301 ile yargılandığı duruşmadan yine Dink’in aldığı tehditlere kadar sayısız karanlık olayla ilişkili olarak bu adamın adına rastladım.

Senin “karanlık olay” dediğin şeye Veli Küçük “devlet görevi” diyor.

Öyle anlaşılıyor ki, vatan kurtarma faaliyetleri arasına ufak tefek özel işler de almışlar.

Ayrıca hatırlarsanız, Danıştay saldırısının faili Alparslan Aslan’ın Veli Küçük ile yan yana durduğu fotoğraf karesi de medyada epeyce tartışılmıştı.

Bence Google dünyanın sekizinci harikası olmayı hak ediyor.

 

 
Söylediğin gibi bu tür ya da benzeri yapılanmaların belli bir geçmişi varsa, sence neden şimdi ipliği pazara çıkıyor bunların?

Aslında cevap sorunun içinde gizli. Biraz önceki Google örneğinde olduğu gibi enformasyon teknolojisindeki gelişmeler ya da devlet içerisinde birbirleriyle rekabet halinde bulunan birden fazla yaklaşımın ve ekibin söz sahibi olması birer neden olarak ileri sürülebilse de, bence bu tür yapılanmaların ve bunlara bağlı provokatif eylemlerin kolayca deşifre edilmesinin altında yatan gerçek neden şu anki sürecin bu yapılanmaları doğuran geçmişten oldukça farklı olması.

Bir şey anlayan varsa beri gelsin.

Geçmişten kastım Soğuk Savaş ortamı. Bildiğiniz gibi Komünizm, daha doğrusu SSCB ile savaşında ABD, Türkiye gibi Sovyetlerin doğrudan jeopolitik tehdidi altında bulunan cephe ülkelerde yoğun bir mücadele sürdürmüştü. Bu mücadele kısmen açık ve legal araçlar üzerinden yapılırken, çoğunlukla da örtülü ve illegal unsurlar vasıtasıyla yürütüldü. Nümayişler, bombalamalar, suikastlar, protestolar, kavgalar ve daha neler neler…

1980 öncesi binlerce Türk gencinin canına mal olan terörün ve sol-sağ çatışmasının 12 Eylül’de bıçakla kesilir gibi bir gecede sona ermesinin nedeni de buydu herhalde. Bugün biliyoruz ki, 12 Eylül müdahalesi Amerika marifetiyle gerçekleştirilmişti. Sokaktaki terörün menşei ile müdahalenin müsebbibi aynı olmasa bu olaylar bir gecede bitebilir miydi?

Kesinlikle haklısın. Tüm bu yasadışı faaliyetleri tertip eden, gerekli eğitimi ve kaynağı sağlayan bir örtülü yapılanma kuruldu bu cephe ülkelerde. Namı diğer derin devlet. İtalya’daki Gladio’yu hepimiz biliyoruz. Gladio’nun Türkiye’deki muadili ise Ergenekon. Ya da en azından öyle olduğu varsayılıyor. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra diğer ülkelerdeki Gladio ve benzeri yapılanmalar feshedildi. Zira varlık nedenleri ortadan kalkmıştı. Ne var ki, Türkiye’de böyle olmadığı anlaşılıyor. Daha doğrusu Amerika kendi payına düşen kısmı feshetmiştir herhalde. Ancak daha önce bu yapılanma bünyesinde çalışan kişi ya da grupların kısmen aynı imkanları, aynı networku ve aynı yöntemleri kullanarak artık kendi hesaplarına çalışmaya başladıklarını tahmin ediyorum. Dolayısıyla vatan uğruna canlarını ortaya koyan kişilerin isimlerinin aynı zamanda alakasız çek-senet işleri ile ya da diğer bazı akçeli işlerle birlikte anılması garipsenmemeli. Her ne kadar 1999 yılında Ergenekon’un yeniden yapılandırılması söz konusu olduysa da bunun 1989 öncesindeki Ergenekon’dan daha farklı olduğu aşikâr. Her şeyden önce bu bir taklit; yeni yapılanmada kurucu unsur ABD devleti değil. Ayrıca ideolojisi de liberal kapitalizme karşı ulusalcılık. Dahası örgütün, eğer varsa, plan ve proje kolunun Amerikan kontrolünden ve desteğinden uzak olduğu da belli, zira çok amatörce çalışıyor. Bizim bildiğimiz Washington örtülü operasyonlarda bu kadar basit ve hesapsız çalışmaz. Ergenekon üyeleri değişen dünya gerçeklerine göre yeniden tanzim olduklarını iddia ediyorlar; ancak değişen dünya gerçeklerini de Türkiye’yi de hakkıyla değerlendirebilecek bir entelektüel kadrodan ve birikimden yoksunlar. Devlet işleri ile akçeli işleri birlikte yürütme arzusu gibi bir de zaafları var. Hâsılı kelam neredeyse her örtülü işleri deşifre oluyor; attıkları her adımda telafi edemeyecekleri falsolar veriyorlar. Ancak olan devlete, dolayısıyla da bize oluyor.

 


 

Amerika işin içinden elini çektiği ve bizimkiler de Gladio’yu -ya da adı her neyse- Türk işine çevirdikleri için her işi ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar mı diyorsun?

Evet; ama bu grupların ya da çetelerin sürekli değil de mesele bazlı olarak Amerika da dâhil yabancı ülkelerin istihbarat teşkilatları ile hatta bazen de bilinçli ya da bilinçsiz olarak onların hesabına çalışıyor olması çok muhtemel. Ama dediğin gibi, işin merkezinde Amerika yok artık.

Senin yerinde olsam ‘şimdilik’ derdim. Zira Amerika İslam dünyasına karşı yeni bir soğuk savaş başlatma arayışında. Son birkaç yıldır Amerikan dış politika yapımında etkili olan dergilerde yayımlanan makalelerde ve yine RAND Corporation gibi etkili think-tank’lerin raporlarında “Teröre Karşı Küresel Savaş” ile SSCB’ye karşı verilmiş olan Soğuk Savaş arasında paralellikler kuruluyor. Bu çerçevede de Soğuk Savaş’ta uygulanan yöntem ve araçların yeni dönemde İslam dünyasına karşı kullanılabileceği savunuluyor. Tabii bu yöntem ve araçlar, radyo ve TV yayınları gibi açık propaganda unsurlarının yanında paramiliter grupları örgütlemek ve desteklemekten tutun da provokasyon amaçlı siyasi suikastlara kadar pek çok örtülü operasyonu da içeriyor.

Bu konu uzadı, biliyorum; ama şu hususu da kaydetmek gerek. Bildiğiniz gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde küresel sistemin parametreleri henüz oturmuş değil. Yani yeni yapılanma halen devam ediyor. Bu sürecin yeni bir güçler dengesi sistemi ile nihayet bulması çok muhtemel. Ne var ki, yeni denge noktasına ulaşana kadar sistemdeki anomali hali devam edecek. Bu da, özellikle tam merkezinde bizim bulunduğumuz coğrafyadaki istikrarsızlık halinin bir süre daha süreceği anlamına geliyor. Başka bir deyişle, önümüzdeki dönemde dış gelişmelerin iç politikaya yansıması, hatta iç politika üzerindeki baskısı her zamankinden daha fazla olacaktır.

 


 

Biraz daha somutlaştırır mısın?

Bakın, biz burada cumhurbaşkanlığı seçimi, e-muhtıra, Cumhuriyet mitingleri ve genel seçimlerle uğraşırken Rusya hayata geçirmek üzere olduğu Kuzey ve Güney enerji nakil hatları ile bu alanda çok stratejik bir üstünlük elde etti. Daha geçenlerde İstanbul’da yapılan KEİ Zirvesi’nde de bu üstünlüğün yansımaları açıkça görülüyordu. Öte taraftan İsrail’in bölgeye yönelik yeniden yapılandırma politikaları Türkiye’de içinden geçtiğimiz sürecin patırtısı-gürültüsü nedeniyle dikkatlerden kaçıyor. Kuzey Irak yeni bir İsrail olma yolunda. Filistin’de bir iç savaş kapıda bekliyor. Türkiye, AB karşısında elde ettiği diplomatik üstünlüğü ve Irak konusunda aldığı önceliği peyderpey yitiriyor. Sanki gizli bir el dış politikadaki son beş yılın kazanımlarını bir bir avucumuzdan alıyor.

 

Washington’da Felaket Senaryoları

Gerisini arif olan anladı zaten. Madem söz iç siyaset ile dış gelişmeler arasındaki irtibata geldi, daha fazla ertelemeden şu Hudson Enstitüsü toplantısına geçelim. Aralarında Celal Talabani’nin oğlu, aynı zamanda da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Washington Temsilcisi Kubat Talabani’nin de olduğu, Amerikalı ve Türkiyeli uzmanlardan müteşekkil bir grup, Hudson Enstitüsü’nde özetle şu senaryoyu masaya yatırıyorlar: “18 Haziran’da bir intihar bombacısının İstanbul Beyoğlu’ndaki saldırısı neticesinde 50 kişi hayatını yitiriyor, 200 kişi yaralanıyor. Eylemin PKK tarafından düzenlendiği dedikodusu yayılıyor. Bir gün sonra, İçişleri Bakanlığı eylemcinin Kuzey Irak’ta eğitildiğini, Genelkurmay Başkanı da bu türden eylemlerin büyük şehirlerde tekrar edeceğini söylüyor ve Kuzey Irak’a operasyon yapılması gerektiğinin altını çiziyor. 23 Haziran’da İran’da PKK tarafından yapıldığı iddia edilen bir saldırı oluyor. İran, Türkiye’ye PKK’ya karşı ortak operasyon yapma çağrısında bulunuyor. 24 Haziran’da henüz emekli olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu’ya intihar saldırısı düzenleniyor. Tuğcu hayatını kaybediyor. Tuğcu’yu öldüren bombanın Beyoğlu’nda patlayanla aynı olduğu ortaya çıkıyor. Başbakan Erdoğan Kuzey Irak’a askerî harekata karar veriyor. 29 Haziran’da Türk ordusu 50 bin kişilik bir birlikle Kuzey Irak’a giriyor. Bağdat büyük tepki gösteriyor. Amerikan Dışişleri Bakanlığı bu operasyonun Türkiye’nin güvenliğini azaltacağını öne sürse de, Beyaz Saray Türkiye’nin kendini savunma hakkı olduğunu belirtiyor.” İşte senaryo bundan ibaret.

Ama asıl tartışılan bu senaryo değil galiba.

Haklısın, katılımcılardan istenen bu senaryoyu veri alarak şu soruları cevaplamaları: “Beyaz Saray ve ABD Dışişleri’nin tepkileri sizce gerçekçi mi? Irak’ın komşuları, İsrail, Arap Birliği, AB bu duruma ne der? Bu Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerinin sonu mu olur? Rusya bunu ABD ile Türkiye’nin arasını açma fırsatı olarak görüp tansiyonu yükseltebilir mi? Türkiye’nin o bölgede başarılı bir harekat yapması ne kadar mümkün? İran’ın destek teklifini Türkiye hoş karşılar mı? Bu işbirliği Türk-Amerikan ilişkilerini ve NATO bütünlüğünü nasıl etkiler? Irak hükümeti Türkiye’den mi, yoksa Iraklı Kürt liderlerden yana mı tavır alır? Bir süre sonra bombalı saldırıları PKK’nın değil de el-Kaide’nin yaptığına dair delillerin ortaya çıkması operasyonu nasıl etkiler? ABD Kongresi Türkiye’ye yaptırımlar uygulanması önerisinde bulunur mu?”

Televizyonlarda konuşanlara göre bu tür hayali senaryolar Washington’da vakayı adiyedenmiş. Neden bu kadar gürültü kopardığını anlayamadım bir türlü?

Zaten polemiğe neden olan kısmı daha ziyade katılımcılar ve orada sarf edilen sözler. Hudson Enstitüsü, katılımcılara gönderdiği davetiyede mezkur senaryonun Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı SAREM’in üst düzey yetkilileri ile tartışılacağını duyuruyor. Milliyet’in Washington muhabiri Yasemin Çongar’ın belirttiğine göre de toplantıyı bu katılımcılar nezdinde cazip kılan şey SAREM gibi önemli bir kuruluşun da toplantıda olacağı. Nitekim Çongar’a göre SAREM Başkanı Tuğgeneral Süha Tanyeri ile Türkiye’nin Washington’daki Savunma Ataşesi Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu dâhil bazı askerî yetkililer davetiyede belirtildiği gibi toplantıya katılmışlar. Öte taraftan toplantıda Kubat Talabani de mevcut. Dahası toplantıda konuşulan senaryoda bir suikasta kurban gideceği kurgulanan Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu’nun adı da zikrediliyor. Bu ahlaki açıdan çok problemli bir durum. Ayrıca, Kuzey Iraklı Kürt liderler ile asla görüşmeyeceklerini ısrarla ifade eden, bundan dolayı da hükümet ile ters düşen Genelkurmay’ın bazı önemli temsilcilerinin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Washington Temsilcisi ile özel bir toplantıda buluşması kolayca açıklanabilecek bir şey değil. En önemlisi de, yine Çongar’ın iddiasına göre, toplantı esnasında bir Türk katılımcı, genel seçimlerden önce ABD’nin bazı PKK liderlerini yakalayıp Türkiye’ye teslim etmemesi gerektiğini, zira bunun iktidardaki AKP’yi güçlendireceğini söylüyor. Diğer Türk katılımcılar bu görüşü ya onaylıyor, ya da itiraz etmiyorlar.

 


 

Ben bu sözü “AKP’nin itibarı artmasın diye, PKK’nın eylemlerini bir süre daha devam ettirmesine, dolayısıyla bir miktar daha askerimizin ölmesine müsamaha edelim” şeklinde anlıyorum. Bu gerçekten de altından kalkılması çok güç bir itham.

Benim ilgimi çeken başka bir şey var burada. O bahsi geçen Türk katılımcının bu sözü bu kadar açıklıkla ve çekinmeden sarf edebilmesi için kendini ‘evinde’, dostlar arasında hissetmesi lazım. Yani diğer katılımcıların ya da ev sahibi kurumun AKP’ye kendisi gibi karşı olduğundan emin olması lazım. Zira bu yargı ancak diğer bazı mantıksal öncüller üzerine kurulabilir. Dolayısıyla argümanı yeniden kurduğumuz zaman ortaya şu çıkar: “Siz de benim gibi AKP iktidarına karşısınız, bunu biliyorum. Dolayısıyla hiçbirimiz AKP’nin elini güçlendirecek bir adım atılmasını tasvip etmeyiz. Seçimlerden önce bazı PKK liderlerinin ABD tarafından Türkiye’ye teslimi, AKP’nin itibarını artıracağı için böyle bir teslimat zamanlama açısından uygun olmaz.” Şimdi eğer bu söz gerçekten sarf edildiyse, bu da diğer katılımcılar tarafından açıkça ya da zımnen onaylandıysa ve benim mantıksal kurgumda bir hata yoksa ortaya AKP’ye karşı bir yerli ve yabancı ittifakı ortaya çıkıyor ki, bu çok garip bir durum.

İyi de, toplantıyı dışarı sızdıran katılımcı, her kimse, AKP iktidarına çok da karşı görünmüyor gibi geldi bana. Ya da senin kurgunu bozmamak açısından, bu şahsın kendini iyi gizleyen bir köstebek olduğunu söyleyelim.

Geçenlerde kendisiyle yapılan bir mülakatta Fuat Kozluklu, 2006 yılının sonlarına doğru Washington’daki askerî ataşenin buradaki think-tank’lerden ikisinin Türkiye masasını yöneten iki Türk akademisyeni çağırıp AKP iktidarına prim verecek raporlar yazdıklarından dolayı fırçaladığını iddia etti. Hatta yalanlanması durumunda, bunu ispata hazır olduğunu da belirtti.

İşin ilginç tarafı bu toplantı Genelkurmay’dan yetkililerin ilk Hudson ziyaretleri değil. Zeyno Baran’ın Türkiye’de askerî darbe ihtimalinin %50 olduğunu iddia eden o meşhur Newsweek makalesinin hemen öncesinde de bazı askerî yetkililer Hudson’a gelmişler.

İşte bu hususların vahametinden ötürü Genelkurmay birkaç günlük bir suskunluk döneminin ardından tüm bu söylentileri yalanlayan bir açıklama yayınladı. Bazıları açıklamada Yasemin Çongar’ın sert ifadelerle eleştirilmesinden dolayı bu açıklamayı “kişiye özel muhtıra” olarak adlandırdı. Genelkurmay’ın açıklamasına göre SAREM yetkilileri o gün tesadüfen Hudson’da bulunuyorlardı. Asıl amaçları Hudson’un bir enstitü olarak yapısı ve çalışma yöntemlerine dair bilgi almaktı. Kubat Talabani’nin toplantıda yer alması da bir tesadüf eseri idi. Dahası ne SAREM yetkilileri ne de Washington’daki askerî ataşeye davetiye metni ulaşmamıştı. Dolayısıyla konuşulan senaryodan haberdar değildiler. Toplantıda da PKK’lı liderlerin Türkiye’ye verilip verilmemesi bahsi geçmedi hiç.

Doğrusu bu açıklamada da bazı boşluklar var. Her şeyden önce SAREM’in onayı alınmadan Hudson yöneticileri nasıl olur da SAREM’li yetkililerin de toplantıda yer alacağını yazılı davetiyelerle önceden katılımcılara bildirirler? Eğer böyle ise SAREM yöneticileri Hudson Enstitüsü tarafından oyuna getirilmiş demektir. Dahası, Hudson Enstitüsü gibi bir kuruluş nasıl olur da ne SAREM’e ne de Washington’daki ataşeye davetiye metni ulaştırmaz? Eğer böyle ise Hudson Enstitüsü son derece gayri ciddi bir kurumdur. Ve yine eğer böyle ise SAREM’li yetkililer bu gayri ciddi kurumu neden birden fazla defa ziyaret eder?

Bu kadarla kalsa iyi. Geçenlerde CNN Türk’te yayınlanan ve sunuculuğunu Yasemin Çongar’ın yaptığı Burası Washington programında Hudson’daki toplantıya katılmış olan Henry Barkey, Yasemin Çongar’ın iddialarının tamamının doğru olduğunu söyledi. Yine aynı programdaki diğer konuklar, Cengiz Çandar ve TÜSİAD’ın Washington Temsilcisi Abdullah Akyüz toplantıya katılan diğer bazı Amerikalılardan Çongar’ın haklı, Genelkurmay’ın ise haksız olduğunu teyit ettirdiklerini belirttiler. Sonra Washington’un Demokratlara yakınlığıyla bilinen itibarlı think-tank’i Brookings Enstitüsü’nün Türkiye Programı Editörü Ömer Taşpınar toplantıya katılmış olan kendi bağlantılarının Çongar’ın söylediklerini teyit ettiklerini yazdı Radikal’de. 

Eee, ne olacak şimdi? Genelkurmay mı hakikati çarpıtıyor, yoksa bu saydığın kişiler mi? Eğer Genelkurmay haklı ise, Çongar da, Çandar da, diğerleri de büyük bir suç işlemekteler. Yok, eğer bu polemikte Çongar cephesi haklıysa, bu daha da vahim. Bence bunu temizlemek kolay olmayacak.

 

 Bizler toplantıda bulunmadığımıza ve bu toplantıya dair bizi bilgilendiren kişilerin ne derece güvenilir olduğunu test edemeyeceğimize göre Genelkurmay’ın açıklamasına itibar etmeli ve bu konuyu kapatmalıyız. Bence Genelkurmay’ın Hudson Enstitüsü ve buradaki toplantı ile irtibatı üzerine yoğunlaşan tartışmalar daha önemli bir hususun göz ardı edilmesine neden oluyor. Bu olayın medyada patlamasından itibaren böyle muhayyel senaryoların Washington’da sürekli tartışıldığı, think-tank’lerin bunun için kurulduğu, dolayısıyla da bunun garipsenecek bir durum olmadığı ısrarla vurgulanmakta. Ama zaten problem de burada başlıyor. Washington’da bu tür senaryoların sürekli tartışılıyor olması bu işin garipsenmemesini değil, tam aksine garipsenmesini gerektiren bir durum bence. Bu adamlar -ki aralarında dünyaca ünlü akademisyenler, diplomatlar, askerler var- hoş bir gün geçirmek ya da geleceğe dair iddiaya girmek için tartışmıyorlar bu senaryoları. Her bir think-tank’in dünya kadar masrafı, ona göre de bütçesi var. Kimse bir dünya parayı birileri oturup fantezi üretsin diye harcamaz.

 Sözü nereye getireceksen acele et; vaktimiz kalmadı da!

Bakın arkadaşlar, yakın dönem Türk siyasi tarihi bir türlü anlam veremediğimiz suikastlarla, nümayişlerle, bombalama eylemleriyle, medyatik kumpaslarla dolu. Bugün Türkiye’de sosyolojik gerçeklik ile aktif siyaset arasındaki makas hiç olmadığı kadar açılmış durumda. Yani siyasi düzlemde yaşadıklarımızın toplumsal düzlemde karşılığı yok. Bazı karanlık eller kendi menfaatleri doğrultusunda olayları manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu olaylar nasıl tezgahlanıyor dersiniz? Soğuk Savaş tecrübesinden biliyoruz ki, CIA’in, NSA’in, DIA’in bu konudaki sicilleri pek temiz sayılmaz. Siz bunlara MOSSAD’ı, MI6’i, KGB’yi ve diğerlerini de ekleyebilirsiniz. Washington’daki think-tank’lerin operasyonel gücü olduğunu ya da bu tür eylemleri doğrudan planladıklarını söylemiyorum. Ancak Washington’da think-tank’ler ile karar alma mekanizmaları arasındaki ilişkiler o kadar iç içe geçmiş ki, think-tank’lerin de sütten çıkmış ak kaşık olduğunu düşünemeyiz. Muhayyel senaryolar, Hudson örneğinde olduğu gibi, buralarda enine boyuna tartışılır. Böylelikle geleceğe dair sağlam bir öngörü çerçevesi oluşturulur. Bunun bir sonraki aşaması ise geleceğin şekillendirilmesidir. Böyle yapılmadığı zamanlarda da, bizim Ergenekon’un yaptığı gibi, her şey allak bullak olur.

 


Paylaş Tavsiye Et