Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2009) > Memleket Hali > Hukuku “siyasallaşmış yargı”dan korumak
Memleket Hali
Hukuku “siyasallaşmış yargı”dan korumak
Yücel Bulut
BÜYÜK başın derdi büyük olur hesabı, yaz mevsimi gelince sokaktaki adam heyecanla tatil planları yaparken, sivil ve askerî bürokrasiyi de tayin ve terfi heyecanı sarar. Fakat özellikle yargıda ve askerî bürokraside görev yapanları muhatap alan toplantı ve düzenlemeler, onların gerilimli ve heyecan yüklü bekleyişlerine tüm vatandaşların da eşlik etmesi bir zorunlulukmuş gibi, yıllardan beri hep Türkiye’nin değişmeyen gündemi haline geldi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nun 23 Temmuz 2009 tarihli yaz kararnamesi de kamuoyunu gerilim dozu yüksek bir takibe sürükledi. Bu heyecanın kaynağında ise elbette, kitle iletişim araçlarının meşhur adlandırmasıyla, Ergenekon Davası bulunuyor.
1961 Anayasası’yla kurulan Hâkimler Yüksek Kurulu’na sonraki yıllarda savcıların da dâhil edilmesiyle oluşturulan HSYK, hâkim ve savcıları mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma gibi yetkilere sahip. Almış olduğu kararlar hakkında herhangi bir yargı merciine başvurulamayan HSYK, Şemdinli olaylarını ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın hakkındaki tarihî eser kaçakçılığı suçlamalarını soruşturan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten men edilmesi gibi kararlarıyla kamuoyunda son yıllarda daha bir tanınır oldu. Bu yönüyle Türkiye’deki mevcut bürokratik kurumların ne işe yaradıkları ve ne amaçlanarak kuruldukları ancak son yıllardaki icraatlarıyla daha net ortaya çıktı.
HSYK, Türk bürokrasisinin pek çok noktasında görüleceği üzere, seçilmişlere duyulan güvensizlik temelinde varlığına ihtiyaç duyulan organlardan biri. Zira her ne kadar Kurul’un başkanlığı Adalet Bakanı tarafından yürütülüyor ise de, Bakanlığın daha çok Kurul kararlarının uygulayıcısı olarak etkisiz bir pozisyonda olması öngörülüyor. (Nitekim son kararname krizinde, “yargının siyasallaştığı” şeklinde özetlenebilecek suçlamalarında da, kazanılmış bir hak olarak telakki ettikleri bu konumlarının gereğini yerine getirememelerini, başka bir deyişle, engellenmeleri karşısında duydukları rahatsızlığı görmek mümkündür.) 27 Mayıs ihtilali sonrasında, rejimi güvence altına almak maksadıyla tesis edilen ve o günden bugüne bazı yapısal değişiklikler geçirmekle birlikte varlığını sürdüren Kurul’un, bugün de aslında -demokratik olmayan- kuruluş gayesine uygun davranmadığını söylemek mümkün değil. Zira kriz anındaki tartışmalar, Kurul’un “korumakta hassasiyet gösterdiği değerler”in pek de demokrasi ve hukuk çerçevesiyle sınırlı kalmadığını gösteriyor.
Bugün itibarıyla HSYK’nın Türkiye gündemini belirleyen bir özellik taşıması, tartışmalara konu olan yaz kararnamesinin bütünüyle Ergenekon Davası’nın mahkeme süreçlerine yönelik bir müdahale niteliği göstermesinden kaynaklanıyor. Kararnamenin gelip tıkandığı nokta, Ergenekon Davası’nı yürüten savcıların ve davaya bakan hâkimlerin yerlerinin değiştirilmesine ilişkin HSYK’nın taslak kararnamesiydi.
Türkiye’nin asker ve sivil bürokrasisinden üniversitelere, medyaya, mafyaya ve iş çevrelerine uzanan kirli ilişkilerini sorgulayan ve bu yönüyle de Türkiye’nin geleceği için önem arz eden bir davanın yürütülmesinde ve sonuçlandırılmasında ciddi etkiler yaratabilecek böylesi bir girişim karşısında kamuoyu elbette ilgisiz kalamazdı ve nitekim kalmadı da. Hele hele, HSYK’nın geçmişte aldığı (örneğin Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın avukatlık dahi yapamayacak bir biçimde meslekten tardedilmesi gibi) kamuoyunda siyasi olduğu konusunda hâkim bir kanaatin oluştuğu kararları; “İrticayla Mücadele Eylem Planı” olarak gündeme gelen raporların altında imzası bulunması nedeniyle tutuklanmasına karşın, süratle ve geçici olarak davaya atanan hâkim üyenin oyuyla 18 saat sonra serbest bırakılan Kurmay Albay Dursun Çiçek’in, davanın savcısı Zekeriya Öz ve kendisini tutuklayan hâkim hakkında tahkikat yapılması istemiyle HSYK’ya başvurması, yaz kararnamesine olan ilgiyi daha da artırdı.
O nedenle, Ergenekon Davası’yla ilgili savcıların ve hâkimlerin görev yerini de değiştirmeyi gündemine alan bir kararnameye kamuoyunun kuşkuyla yaklaşmasının haklı gerekçeleri bulunuyor. Hele hele, Kurul’un üyelerinden -6 Mayıs 2008’de kurul üyeliğine seçilen- Ali Suat Ertosun’un bazı Ergenekon sanıklarıyla yakın ilişkilerini ortaya koyan bilgilerin medyada yer bulması, söz konusu kararnameyi hepten şüpheli ve sıkıntılı bir hale sokuyor.
Sorunu yalnızca meslekî bir meseleye hükümetin müdahil olması şeklinde göstermeye çalışmak, konunun eksik ve yanlış gündeme getirilmesinden öte bir anlam taşımıyor. Meselenin bu kadar basit olmadığı aşikâr. Başka bir deyişle, kararname yargı görevini yürütenler özelinde meslekî bir işlev yerine getiriyorsa da, bazı siyasi hesapların da bu arada halledilmesinin amaçlandığı anlaşılıyor. Türkiye’de demokrasinin dışına çıkma arzularını ve girişimlerini sergilemekte bir beis görmeyenlerin, son dayanak noktaları olarak yargıyı gördükleri ve her fırsatta bu gücü kullanma yoluna gittikleri kimsenin meçhulü değil artık. Yakın geçmişimiz, demokratik süreçleri kesintiye uğratmak için sıklıkla yargı kozuna başvurulma örnekleriyle dolu. 367 meselesi, hâlâ hafızalarımızdaki canlılığını koruyor. Bürokratik statükocuların yargıyı “son koz” olarak gördükleri ise her gün bir başka “demokrasi ve hukuk dışına çıkma heveslisi” tarafından itiraf ediliyor.
O nedenle, HSYK’nın 23 Temmuz 2009 tarihli yaz kararnamesini yalnızca bir meslek grubunun iç işleyişinin doğal bir parçası olarak görmek son derece yanlış. Bu kararname krizi, Türkiye’de demokrasinin ve hukukun egemen olup olmamasına dair mevcut çatışmanın güncel bir görünümü olarak, demokrasi dışı yaklaşımlara ve uygulamalara demokrasi adına verilen tepkiden doğdu. 
HSYK’nın yaz kararnamesiyle başlayan kriz, netice olarak, Ergenekon Davası savcılarının ve hâkimlerinin görevlerinde kalmasının karara bağlanmasıyla aşıldı. Her ne kadar HSYK ve muhalefet partileri tarafından hükümetin “yargıyı siyasallaştırdığı” şeklinde eleştiri ve suçlamalar yöneltilmişse de, yaşanan hoş olmayan süreç, yargının siyasallaştırılmasının önlenmesi olarak değerlendirilmelidir. Netice itibarıyla, ortada 2-3 yıldır yürütülen bir operasyon, başlamış olan bir yargı süreci ve binlerce sayfadan oluşan klasörler dolusu iddialar, deliller, belgeler vs. mevcut. Bütün bunları inceleyerek davanın özüne ve tüm boyutlarına vâkıf olmak, davaya atanması muhtemel yeni savcı ve hâkimler için elbette zor olacaktı. İkincisi; yapılacak yeni atamalar, her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, operasyon ve davanın sonuçlarını kesinlikle tartışmalı bir hale getirecekti. Operasyonun ve davanın mevcut savcı ve hâkimler eliyle yürütülmesine karar verilmesi, gereksiz pek çok tartışmanın önünü de şimdiden kesmiş oldu. Fakat sanırız en önemlisi, kararnamenin değiştirilerek çıkarılması, aynı zamanda, Türkiye’de uzun zamandan beri kimi zaman alttan alta, kimi zaman açıktan gerçekleştirilen statükocular ile değişimciler (totaliter rejim heveslileriyle demokrasi ve hukuk savunucuları) arasındaki mücadelede statükocuların sembolik ve psikolojik, aynı zamanda da siyasal sonuçları olacak bir zafer kazanmalarına bir kez daha izin verilmemisiydi. O nedenle hükümetin bu noktadaki hassasiyetini ve direnişini, yargının siyasallaştırılması olarak değil de, “yargının siyasallaştırılmasını engellemeye dönük saygı duyulacak bir gayret” olarak değerlendirmek daha doğru bir tespit olacaktır.
 
Katsayı Eşitsizliğine Son!
Üniversite giriş sınavlarında meslek lisesi mezunları için uygulanan katsayı engeli, 28 Şubat sürecinin önemli sonuçlarından biriydi hiç şüphesiz. Post-modern darbecilerin altına imza attıkları insan haklarına aykırı pek çok icraattan biri olan bu haksız uygulamanın asıl hedefinin, İmam-Hatip liseleri olduğu herkesin malumu. Diğer meslek lisesi mezunları da bu uygulamanın “kurunun yanında yanan yaş” konumundaki öteki kurbanlarıydı. Temmuz ayında toplanan YÖK Genel Kurulu, on yıldır yürürlükte olan en temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı bu uygulamaya son verdi. Önümüzdeki yıldan itibaren üniversite imtihanına giren herkes için eşit katsayı uygulaması yapılacak. Kendi alanını seçen adaylar için ise teşvik niteliğinde 0,06’lık bir ek katsayı uygulaması yapılacak.
Hukuk dışı bu keyfî uygulamayı başlatan ve uygulatan irade, YÖK Genel Kurulu’nun aldığı bu eşitsizliğe son verme kararını durdurmak ve geçersiz kılmak için gözlerini “son koz” olarak gördükleri yargıya çevirdiler yeniden. Ancak geçmişte, statükonun devamı lehinde vaktiyle al(dır)mış oldukları bir karar kendilerini zorlayacak gibi gözüküyor. 2005’te Ankara Aydınlıkevler Ticaret Meslek Lisesi öğrencisi İlknur Öztürk’ün katsayı düzenlemesinin iptali için yaptığı başvuruyu reddeden Danıştay 8. Dairesi, “1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun ilgili maddeleri gereği yükseköğretim kurumlarına ortaöğretim kurumlarını bitirenlerin nasıl gireceğinin Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak Yükseköğretim Kurulu tarafından saptanacağı” yönündeki kararıyla katsayı konusunda YÖK’ü yetkili kılmıştı. Danıştay’ın geçmişte verdiği bu ve benzeri kararlar, katsayı engelini sürdürmek isteyenler için ciddi bir problem oluşturuyor. Ancak “367 kararı” gibi ucube bir yorumu savunmak için yasa metinlerini eğip bükme becerisini gösterenlerin bu konuda yeni girişimlerde bulunmaları hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Ama bu, bir devrin kapanmakta olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.

Paylaş Tavsiye Et