Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2009) > Memleket Hali > Söz(leşme) ola kese savaşı!
Memleket Hali
Söz(leşme) ola kese savaşı!
Yücel Bulut
SICAKLARIN, tatilin ve dünya kupasının etkisinden olacak Mart, Nisan ve Mayıs aylarında siyasal hayatımızda yaşanan hareketli günler Haziran ayı boyunca pek kendisini göstermedi. Sauna çetesi, Şemdinli olayları, Ulusal Güç Birliği, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği derken aslında devlet içi illegal örgütlenmelere ve bunlar aracılığıyla gündem oluşturmak, gündem belirlemek ve değiştirmek isteyenlere, oluşturdukları bu sunî gündemler üzerinden siyasal rant elde etmeye çalışanlara epeyce alışmıştık.
Haziran ayında ne ve nasıl olduysa oldu ve Başbakan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü makamına davet etti. İçeriği kamuoyuyla paylaşılmayan ve araştırmacı gazetecilerimizin -her nedense- pek merak da etmedikleri bir sohbet yaptılar. Sohbet sonrasında, devlet içerisindeki çeteler, illegal örgütlenmeler bağlamında meydana gelen gelişmeler gündemden kalktı. Merkezinde Emin Çölaşan’ın banka hesabında gözüken para hareketlerinin olduğu tartışmalar gündemden düştü. Çölaşan da, ısrarlı takiplerinden ve polemik yazılarından vazgeçti. Böylece memlekette her iş yeniden rutine dönmüş oldu.
Devletin zirvesinde bir uyumun olması, memleketin gerilimsiz günler yaşaması elbette hukuk, düzen, birlik, beraberlik ve huzur arayan sağduyulu her TC vatandaşının isteyeceği bir şeydir. Ancak aylardır tırmandırılan sıcak gündemin bir anda kesilmesi, arzulanan kalıcı huzurun, istikrarın ve mutabakatın sağlanmış olduğu anlamına gelir mi? Yoksa söz konusu gerilimin ve çatışmanın -içeriğini şimdilik bilemediğimiz ancak gelecekteki muhtemel uygulamalar vesilesiyle bir şekilde tahmin etme ihtimalimiz bulunan gerekçelerle- geçici bir süre için buzdolabına kaldırılmış olduğunu mu düşünmeliyiz? Türkiye’deki mevcut siyaset yapma biçimini ve siyaset yapan aktörleri eğer yanlış tanımamış isek, ikinci şık şu an yaşanan durum için çok daha açıklayıcı görünüyor.
Ülke gündemini değiştirebilen böylesi bir görüşmenin gerçekleşmesi, devletin zirvesindeki isimlerin gerekli gördükleri anda birbirleriyle konuşabildiklerini göstermesi açısından elbette önemlidir ve iyi bir şeydir. Ancak bu konuşmaların, problemlerin demokrasi, hukuk, anayasal sınırlar bağlamında kalıcı çözümlere kavuşturulması niyeti taşımayan özellikler göstermesi üzerinde de durmak gerekiyor. Madem devletin zirvesi, canları isteyince birbirleriyle görüşebilme becerisini ve cesaretini gösterebiliyor, bu beceriyi neden problemler ortaya çıkmadan ya da çıktığı anda göster(e)miyorlar?
Meselenin ikinci ve son derece önemli bir başka boyutu daha bulunuyor. Eğer bir görüşme ile bütün bir sıcak gündem soğutulabiliyorsa, bu görüşen tarafların sıcak gündemi yaratan taraflar olduğu anlamına gelir mi? Eğer bu soruya olumlu bir cevap veriliyorsa, bununla bağlantılı olarak çıkarılabilecek bir diğer sonuç da, gündemi soğutan tarafların memleketin demokratik, anayasal ve hukukî bir yapıya kavuşturulmasından ziyade, mevcut olumsuzluklarla ilgilenmelerinin “yaşananları siyasal bir pazarlık kozu haline nasıl ve hangi boyutlarda dönüştürebilirim” kaygısıyla sınırlı kaldığı gerçeğidir. Kısacası, ilk anda olumlu olarak değerlendirebilecek bu görüşmeden de, hayırlı neticeler hâsıl olacağı beklenmemelidir.
 
Cumhurbaşkanı Hangi Özelliklere Sahip Olmalı?
Haziran’ın ilk haftasında gerçekleşen bu görüşmeden sonra, ayın ikinci haftasında Başbakan Erdoğan, cumhurbaşkanında bulunması gereken özelliklere ilişkin düşüncelerini açıkladı. Çankaya’ya çıkacak kişinin “herkesi kucaklaması” ve “ülkemizde barışa, sevgiye, birliğe, beraberliğe, dostluğa zemin hazırlayacak, bu zemini iyi koordine edecek” biri olması gerektiğini vurgulayan Erdoğan, cumhurbaşkanının “tabii lider özelliği de olan bir insan olması lazım” geldiğini belirtti. Kimi tarif ettiği ya da cumhurbaşkanı adayı olarak zihninde hangi ismin bulunduğu pek de önemli değil. Önemli olan nokta, cumhurbaşkanlığı konusu aylardır konuşulmakta olmasına rağmen, başbakanın ilk kez böyle bir tarif yapma ihtiyacı duymasıdır. Başbakan, aynı demecinde, daha önceleri de ifade ettiği “parlamento içi ve parlamento dışı” ile uzlaşmanın sağlanması gerektiğine ilişkin düşüncesini bir kez daha dile getirdi.
Başbakanın Genelkurmay Başkanı Özkök ile görüşmesini takip eden süreçte, önce gündemin soğutulması ve ardından da cumhurbaşkanlığına ilişkin bu tür açıklamaların gelmesi basit bir tesadüf de olabilir. Ancak bu demeç başbakanın erken seçim konusundaki açıklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, hükümetin genel seçimi düşünmediği, fakat cumhurbaşkanlığı için de kendi adayını dayatmadan, birileriyle -kimlerse onlar artık- uzlaşarak hareket etmeye karar verdiği sonucuna varmak mümkün. Elbette, burasının Türkiye ve önümüzdeki sürecin de Türkiye siyaseti açısından çok uzun bir süre olduğunun farkındayız. O nedenle, her türlü gelişmeye de hazırlıklı olmak lazım.
 
“Eskiye Rağbet Olsaydı, Bit Pazarına Nur Yağardı!”
Bütün bunlar olurken, bir yandan da -neticelerini önümüzdeki süreçte daha net görebileceğimiz- siyasal hayatımızın yeniden düzenlenmesine yönelik adımlar atılıyor. Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel, faaliyetlerini -düşük yoğunlukta da olsa- devam ettiriyor. Demirel, CHP Lideri Deniz Baykal’la gittikçe daha da yakınlaşıyor. Rahşan Ecevit, AK Parti karşıtlarını bir araya getirmeye yönelik proje kapsamında Demirel’le görüşmek üzere randevulaşıyor. Deniz Baykal’la da sonraki günlerde görüşecekmiş. Solda bir ittifak arayışı tekrar dillendirilmeye başlandı. Turkuaz Hareketi lideri Ali Müfit Gürtuna, seçime katılmayı hedefleyen bir partileşme sürecine giriyor. Partisini küçültmekle maruf Mesut Yılmaz, Yüce Divan sonrasında Merkez Sağı ve Merkez Solu birleştirecek bir oluşum için arayışlara gireceğinden söz ediyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak kendilerine misyon belirleyen siyasal aktörler, bu kendinden menkul misyonlarının gereklerini yerine getiremediler; şimdilik makas değiştirip kendilerine yeni hedefler belirlemiş gözüküyorlar. Önümüzdeki genel seçimlerde AK Parti’nin tek başına iktidar olmasını engelleyecek yeni yapılanmalar içerisine girme hazırlığı içindeler. Bu girişimlerin başarılı olup olamayacağını zaman gösterecek elbette. Fakat daha şimdiden, icraatları nedeniyle milletin vicdanında mahkûm olanların, bugün yeniden geleceğimizi belirlemek arzusuyla ortaya çıkmaları ya da çıkarılmalarının, oyunu kuranların arzuladıkları sonuçlara ulaşacaklarına pek ihtimal vermediğimizi belirtelim. Bu, akim kalacağı açık bir girişimdir.
Bu beraberliğin tesisinin -adı geçen aktörlerin kişisel tutumları ve ait olunan siyasal gelenekler nedeniyle pek mümkün gözükmüyorsa da- gerçekleştiğini varsayalım. Bu noktada da sorulması gereken sorular bulunuyor. Son kullanma tarihi çoktan geçmiş bulunan adı malum siyasetçiler, bugüne kadar memleket hayrına hangi icraatları yapmışlardır ve bugün bu anlamda hangi düşünceleri, hangi planları bulunuyor? Cevap, koskoca bir hiçtir. Mesele, siyaseti bir meslek olarak benimseyenlerin kendilerine iş bulma arayışlarından ibarettir. Yaşadığımız süreçte, tavır ve tutumlarıyla toplum nezdindeki bütün inandırıcılıklarını yitiren bu cephecilerin/ittifakçıların, derinliği olmayan içi boş söylemleriyle milletin karşısına çıkmamaları kendi hayırlarına olacaktır. Zira alacakları cevap hiç de bekledikleri cevap olmayacaktır.
O nedenle, bu oluşumlara destek verecek yeni siyasal aktörlerin, aslında kendi yollarında yürüdüklerinde ulaşabilecekleri siyasal kariyerlerini de riske attıklarını bilmelerinde fayda var. Yalnızca ve yalnızca AK Parti karşıtlığı temelinde bir siyaset yapmanın bu ülkeye hiçbir yarar getirmeyeceğini görmek için dâhi olmak gerekmiyor. Ayrıca kendi aklını başkalarının kullanımına veren, emir komuta zinciriyle idare edilen bir siyasetçiye kim itibar eder ki? AK Parti karşıtlığı temelinde oluşturulacak yapıların, bu cepheyi oluşturanların kimlikleri nedeniyle AK Parti’ye, fazladan oyların akmasına hizmet edeceği de ihtimal dâhilindedir.
Gelişmeler siyaset kurumunun milletten iyice koptuğunun, kendi içinde dönüp duran kısır bir uğraş haline geldiğinin ve dibe vurduğunun bir işaretidir. O nedenle, siyaset yapan kurumların ve kişilerin, bir an önce, bu türlü kısır arayışlardan vazgeçip Türkiye’yi düşünmeyi öncelemeleri gerekiyor. Çünkü söz konusu arayışlar, Türkiye’nin çaresizliğinden kaynaklanan ya da sıkıntılarını çözmeyi amaçlayan arayışlar değildir. Tam tersine, arayış içerisindeki siyasetçilerin çaresizliğini ve ülke siyaseti içerisindeki gereksiz konumlarını yansıtmaktadır. Memleketin, siyaseti meslek olarak benimseyen ve o nedenle de -neresi olursa olsun- yalnızca bir yerlerde bulunma arayışı içinde olan siyasetçilere değil, sahici ve samimi insanlara ihtiyacı var.
 
Sığ Devletin Adamı: Kemal Gürüz
Uzun zamandır sesi çıkmıyordu. Oysa görev yaptığı 8 yıllık süreçte tüm Türkiye kendisini çok iyi bellemişti. Cumhurbaşkanının kendisine yaptıkları dolayısıyla küskündü belki de. Neyse, lafı uzatmayalım! YÖK eski Başkanı Kemal Gürüz, geçen hafta içerisinde bir TV kanalında boy göstererek sessizliğine ve bu hasretliğe bir son vermiş oldu. Programa katılan diğer konukların sürekli “artık onları siyasî kimliğinizle söylersiniz” türünden takılmalarına bakılırsa, kimi siyasal girişimlerle de ilişkisi var ya da olacak gibi gözüküyor. Söz konusu takılmalarda gerçek bir yan olup olmadığını bilemem; ama görev süresi boyunca çok uyumlu çalıştığı dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sağı solu toparlamaya yönelik girişimlerinde kendisine de uygun bir yer ve görev verileceği kanaatini taşıyorum.
Her neyse, meselemiz Gürüz’ün siyasal geleceği değil zaten. Sabık YÖK’çü, programda ilginç açıklamalarda bulundu. Bunlardan birisi, görevde bulunduğu dönemde “Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı olmaması için çok uğraştığı”nı açıklamasıydı. Konukların hangi yetkiyle böyle bir girişimde bulunduğuna ilişkin sorularını duymazdan gelen Gürüz, ardından da “8 yıl YÖK başkanlığı yaptım. Derin devlet diye bir şeyle karşılaşmadım” dedi. Bu ifadelerden hangi sonuçları çıkarmalı acaba; derin devletin aynaya hiç bakmadığını mı yoksa o kadar da derin olmadığı mı?
Laf YÖK’ten açılmışken, üniversite giriş sınavları da yapıldı. Durumdan yararlanıp öğrencilerin sorunlarına, sınav sistemine yönelik eleştiriler dile getiren siyasetçilerden bize fırsat kalmaz; ama yine de meseleyi ele alalım. Bugünlerde buçuklu rakamlar verip azlıktan kinaye yapmak (yüzde 1,5 gibi) pek revaçta ya; biz de ‘küçük’ bir deneme yapalım: Yaklaşık 1,5 milyon gencimiz sınava girdi. Yani nüfusumuzun yaklaşık %2’si!
%2 için yazının seyrini mi değiştireceğiz şimdi? Boş verin gitsin!

Paylaş Tavsiye Et