Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2006) > Topluyorum > Türkiye kendisiyle savaşmaktan vazgeçmeli, AB gerçeklerle yüzleşmeli
Topluyorum
Türkiye kendisiyle savaşmaktan vazgeçmeli, AB gerçeklerle yüzleşmeli

 

Arkadaşlar, yine yoğun bir gündem, çok konuşulması icap eden bir dosya ama sınırlı sayfa sayısı arasında bir “topluYORUM” yapmaya çalışacağız.
Gündemden hangi maddelere değineceğimizi belirleyelim. Malum yeni ceza kanunu yürürlüğe girdi. Artık söyleyeceğimiz her şey aleyhimize delil olarak kullanılabilir.
Ne demiş atalarımız; “boğaz dokuz boğum, dokuz yutkun bir söyle”. Aslında bu konunun açıldığı iyi oldu. Şu TCK 263 ile ilgili konuşsak iyi olur.
İki sayı önce kapağımızda, “Siyaset Yeni Başlıyor” demiştik. Geçen sayımızda “Siyaset Boşluk Kaldırmaz” dedik. Ama halkın vekaletini almış siyasî aktörler ısınan ortamda siyaseti etkin biçimde işletmede ve yerlerini doldurmada yeteri kadar performans gösterememiş olacaklar ki yine iyi saatte olsunlar işe karıştı. Toplum siyasetin alanını genişletmeye çalıştıkça bazı derin güçler daraltmak için bastırıyor. Bence liberalizmle beraber bunu da konuşalım.
Arkadaşlar böyle giderse bu “topluYORUM” değil “toplayamıYORUM” olacak. Çok mevzuumuz var. ABD ile ilişkiler ve İsrail gezisi ayın başında gündemin en önemli konularıydı. AB ile ilgili, Fransa’da ve Almanya’da çok önemli gelişmeler oldu. Arkasından TCK tartışmaları, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenmesi planlanan konferans krizi ve şiir okuduğu için gözaltına alınan liseli öğrenci gündemde öne çıkan konular oldu. Şunları konuşalım da liberalizme zaman kalsın.
İsterseniz AB konusuyla başlayalım. Türkiye kabına sığamıyor. Son yıllarda öyle bir atağa kalktı ki 4-5 yıl öncesiyle mukayese edilemeyecek bir yerde. Uluslararası platformda itibarı hem Batıda hem Doğuda artıyor. Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri ve dış ticaretteki payı da sürekli yükseliyor. Hem de AB gibi zor bir pazara satış yaparak. Birçok küresel toplantı artık İstanbul’da yapılıyor. Türkiye artık AB ülkelerinde bir dış politika sorunu değil iç politikada önemli bir gündem maddesi. Fransa referandumunun veya Almanya’daki seçim tartışmalarının odağında. Halbuki bizim basına bakacak olursak felaket bir haldeyiz. AB işi bitti, reformdan yorulduk. AB ile ilişkiler konusunda yapılan yorumların hepsinde temel bir sorun var bence. İlişkinin taraflarını eşit veya denk kabul etmeme gibi bir varsayımla tahlile başlanıyor; dolayısıyla bilgi yanlış olunca fikir de yanlış oluyor.
Siyasal açıdan veya uluslararası hukuk bakımından eşit olabilirler ama reel politik noktasından sence AB ile Türkiye birbirine denk unsurlar mı gerçekten?
Ben öyle görüyorum. En azından -eskilerin tabiriyle- mümasil değilseler bile kâbili kıyas olduklarını savunuyorum. Dolayısıyla da ilişkinin birbirine denk birimler arası bir nitelik taşıması gerektiği kanaatindeyim.
Bu söylediklerini biraz açar mısın? Bir tarafta, 380 milyonluk, hatta yeni katılan on ülkeyle beraber 450 milyonluk bir AB, dünya iktisadî üretiminin %35’ini, dış ticaretin %20’sini gerçekleştiren bir AB var. Öteki taraftan 70 milyon nüfusuyla, 240 milyar avro millî geliriyle AB’nin %1,5’i, dış ticareti itibarıyla da %5’i olan Türkiye var. Bunlar nasıl denk oluyor?
AB ile Türkiye’yi karşılaştırırken vermediğin bir oran var. Daha doğrusu bahsettiğin üç rakamdan birini oran olarak vermedin. Türkiye ile birlikte Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan’ı da dahil edersek, 560 milyonluk bir AB çıkıyor ortaya. Ve bu AB’de Türkiye nüfus olarak %14’lük paya sahip oluyor.
Zaten AB’yi korkutan da bu tablo değil mi? Kalabalık ama geri kalmış, fakir bir Türkiye’nin dengelerini bozacağını, sorunlarını artıracağını ve işleri içinden çıkılmaz hale getireceğini düşünüyor adamlar. Bu husus nasıl üstünlük oluyor, anlamadım.
Şöyle izah edeyim. Aslında bu ayki dosya konumuzla da ilgili bir yönü var. Liberal klasik iktisadın kurucusu kabul edilen Adam Smith, ulusların zenginliğinin, yani toplumsal servetin, üretken emeğin bir fonksiyonu olduğunu savunur.
Adam Smith’in bu isimle meşhur olmuş kitabı da var değil mi? Ulusların Zenginliği. Herhalde ilk modern iktisat kitabı olarak kabul ediliyor. Ama iktisat kitabından çok tarih, sosyoloji, hatta felsefe kitabına benzetmiştim ben okuduğumda.
Aslında tam adı; “Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir Araştırma”. Smith, Glasgow Üniversitesi’nde ahlak felsefesi dersleri veriyordu. Zaten sadece Smith’in kitabı değil, o dönemde yazılan ekonomi kitaplarının hemen hepsi, Ricardo’nun, Marks’ın, Mill’in kitapları ekonomi politik çerçevesinde yazılmıştır. Ekonominin tarihten, felsefeden, dahası hayatın gerçekliğinden koparılmış fazlasıyla teknik ve steril bir bilim haline getirilmesi çok daha sonra olan bir şey.
Bu bahsettiğin isimler hakkında bilgi vereceksin herhalde. Herkes tanımıyor olabilir. Marks’ı geçen sayıda iyice öğrendik de öbürleri kim?
Orta sayfaya bakmanızı öneriyorum. Burada o konuya girersek topluYORUM bitmez. İsterseniz tekrar AB’ye dönelim. Smith’in üretken emeğe yaptığı vurgudan bahsediyorduk.
Evet. Sanırım daha önceki topluYORUM’lardan birinde de bahsetmiştik. Uzun vadede siyaset üzerinde en etkili olan, daha doğrusu gerçek anlamda belirleyici olan faktörler coğrafya ve demografidir. Yaşadığınız toprakların özellikleri ile nüfusun yapısı ve değişimi, kısa dönemde değilse bile, ekonomi üzerinde de siyaset üzerinde de son sözü söyler. Avrupa için demografik göstergeler hiç de iç açıcı şeyler söylemiyor. Son 40 yılda AB üyesi 25 ülkenin dünya nüfusu içindeki payı %12’den %6,5’e geriledi. Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren bir kuruluş var; Nüfus Fonu veya kısaca UNFPA. Bu kuruluşun raporuna göre, önümüzdeki 20 yılda AB’nin çekirdeğini oluşturan 15 ülkenin 7’sinde nüfus azalacak ve 10 milyonluk gerileme olacak. En yüksek düşüş 6 milyonla İtalya'da gerçekleşecek.
Çok ilginç. Acaba neden İtalya’da bu kadar azalma oluyor? Halbuki Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde durumun daha kötü olması beklenir.
Haklısın. Oralarda nüfusun azalmıyor görünmesinin nedeni göçmenler. Yani aslında Fransızların ve Almanların sayısı artmıyor. Onlar da azalıyor. O ülkelerde yüksek sayıda yabancı olduğu için göçmenler arasındaki yüksek doğum oranı ülkenin yerlilerindeki azalmayı dengeliyor. AB’ye yeni katılan ülkeler sayesinde durumun düzeleceği umuluyordu ama hiç de öyle olmadı. Aksine bu ülkelerden 8’inde de nüfus gerileyecek. Türkiye dışındaki adaylar da dahil geniş AB’in nüfusundaki aynı dönemdeki azalış 15 milyon olacak. Türkiye'de ise nüfus artış hızı yavaşlasa da hâlâ yükselişini sürdürüyor. 2025'te Türkiye için 85,8 milyon nüfus öngören UNFPA, son raporunda bu rakamı 87,9 milyona çıkardı. AB üyesi olmayan diğer Avrupa ülkelerinin bazılarında da önemli nüfus sorunu bulunuyor. Bu ülkeler içinde en büyük sorun Rusya Federasyonu ve Ukrayna'da yaşanıyor.
İyi ama bu ülkelerde nüfus azalsa da üretim artıyor. Türkiye nüfusunun yarısı kadar olan İspanya, Türkiye’den 3 kat daha fazla üretiyor. Türkiye’ye nazaran Almanya 9 kat, Fransa 8 kat, İngiltere 7 kat, İtalya 6 kat daha fazla üretim yapıyor. Smith’in analizine teknolojiyi de eklemek gerekiyor. Ayrıca üretken emek, nitelikli insan gücü demek. AB ile Türkiye arasında muazzam verimlilik farkı, eğitim farkı ve nitelik farkı var.
Şimdilik. En hassas konu sosyal güvenlik sistemleri. AB’nin dinamosu ve ekonomik bakımdan amiral gemisi olan Almanya’yı ele alalım. Nüfus yapısındaki çarpıklık Alman sosyal güvenlik modelinin ömrünü tamamlamak üzere olduğuna işaret ediyor. Almanya’daki sosyal devlet modelinin pahalı, randımansız ve geleceğin sorunlarını karşılayacak yapıda olmaması yüzünden uzun vadede kaybolmaya mahkum olduğunu söyleyenler çoğunlukta. Hayat süresi uzarken doğum oranı düşüyor. Toplumu temelinden değiştiren nüfus yapısındaki bu olumsuz gelişme ülkenin refah düzeyini tehdit edecek boyuta vardı bile. 70 yaşın üzerindekiler Alman nüfusun %4’ünü oluşturuyor. 2040 yılında bu oran %12’ye çıkacak ve Almanya’nın çehresi kökten değişecek. Emeklilik ve sağlık sigortası harcamaları patlama gösterirken sigorta gelirleri hızla azalacak. Bu sadece Almanya’ya özgü bir durum değil. Dünyada bugün 630 milyon insan 60 yaşın üzerinde. Dünya nüfusunun yaş ortalaması ise 26. 60 yaşın üzerindeki nüfus 2050 yılına kadar 2 milyarı geçecek. Batı Avrupa’da 2050 yılında yaş ortalaması 47’ye yükselmiş olacak. 20-25 yıl içinde AB’de 60 yaşın üzerindekilerin toplam nüfusa oranı %30 ila 40’ı bulmuş olacak. Sosyal sigortacılık esaslarına dayanan sosyal güvenlik sistemi ilk kez 1881 yılında modern Almanya’nın kurucusu kabul edilen Bismarck tarafından kuruldu. Başlangıçta 7-8 çalışanın primleriyle bir emekli aylığını finanse etmek üzere kurulan sosyal güvenlik sistemi, insan ömrünün uzaması, ölüm ve doğum oranlarının gerilemesi sonucunda, günümüzde 4-5 çalışanın primleriyle bir emekliyi finanse etme noktasına geldi. AB’de mevcut durumda çalışan 4 kişiye karşılık 1 emekli var. 2050’de bu sayı 2’nin altına düşecek. Kendisi maaş almasa da sistemden yararlananlar düşünüldüğünde yararlanan kişi başına prim ödeyen kişi sayısı 1,4’e kadar gerilemiş olacak.
Desene sosyal güvenlik Almanya’da doğdu ve orada ölecek. Müsaadenle ben devreye girip bir şey söyleyeyim. Bu senin felaket senaryosu gibi tasvir ettiğin tabloyu biz şimdi yaşıyoruz zaten. Bizde 1,8 çalışan 1 maaş alanı destekliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin avantajı ne olacak, ben göremiyorum.
Bu yüzden bu yıl sosyal güvenlik kuruluşlarına bütçenin %15’i kadar veya milli gelirin %5’i kadar kaynak aktarmak zorunda kalıyoruz zaten. Zira sistemin ürettiği kaynaklar yetmiyor. Ama bizdeki arızî bir durum. Kayıt dışı ekonominin büyüklüğünden kaynaklanıyor.
Evet. Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye'de kazanılan her 100 liranın sadece 40,5 lirasının vergisi ödeniyor. Kayıt dışı ekonominin payı da %30’u buluyor.
Kayıt dışılık ciddi bir sorun ama çözümü mümkün. Halbuki AB’nin sorunu yapısal ve kendi içinde çözümü mümkün değil. Dolayısıyla hem Türkiye hem de AB için en uygun çözüm Türkiye’nin tam üyeliği olacak. AB sosyal güvenlik sistemi ancak böyle kurtulabilir. Tek başına İstanbul, AB’nin en büyük yedinci ülkesi oluyor. Türkiye ise yeni katılan on ülkenin toplamı kadar. Nüfusun %60’ından fazlası 35 yaşın altında. Türkiye’nin genç ve çalışmaya hazır nüfusu AB’yi kurtarır. Dinamik ve derin piyasası da büyüme hızını artırır. Yani söylenenlere kulak asmayın; Türkiye AB’ye değil, AB Türkiye’ye muhtaç.
Biz nasıl kaynak aktarıyorsak AB de aktaramaz mı? Koskoca Türkiye’yi alıp bütün sorunlarıyla uğraşmak yerine böyle bir çözüm daha uygun olmaz mı?
Konuyu fazla uzatıp topluYORUM’u ekonomi tartışması haline getirmek istemiyorum ama madem sordun söyleyeyim. AB ülkeleri zaten milli gelirin %25’ine yakın bir kaynağı sosyal harcamalara ayırıyorlar. Biliyorsunuz AB’de işsizlik sigortası da dahil sosyal haklar çok gelişmiş durumda. Ama buna karşılık işsizlik oranı de %9,5 gibi gelişmiş ülkelerin en yüksek seviyesinde. Üstelik bu durum AB’ye ABD ve Asya ülkeleri karşısında rekabet kaybettiriyor. Büyüme hızı 2001’den beri %2’nin altında. Üstelik avroyu korumak için koydukları kuralları da ihlal etmeye başladılar. Dolayısıyla böyle giderse AB için gelecek çok parlak değil.
Buradan başka bir konuya geçmek istiyorum. Söylediklerin çok doğru. AB ülkelerinin yönetimleri de bunu görüyor ve ekonomilerini liberalleştirmek, işgücü piyasalarını daha esnek hale getirmek ve rekabet güçlerini artırarak büyümeyi hızlandırmak istiyorlar. Ama biliyorsunuz ekonomide bir deyim var; ukalalık gibi olmazsa önce İngilizcesini söyleyeyim “no free lunch”, yani bedelsiz hiçbir şey olmaz.
Şuna Türkçe “ne kadar ekmek, o kadar köfte” desene.
O sözün aslı “ne kaa küfte, o kaa ekmek”. Ters gibi geliyor ama bir hikâyesi var. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, ekmek karneyle satılıyor ya, köfteciler, ekmek-köfte dengesini iyi ayarlamak zorundalar. Bir porsiyon köfte söyleyip yanında bol ekmekle karın doyurmaya çalışan uyanık müşterileri Rumeli köftecisi uyarıyor: “Ne ka küfte, o ka ekmek!” yani yediğin köfte kadar ekmek.
Öyle olsun. Bahsettiğim düzenlemeleri yapabilmek için toplumun sosyal haklardan fedakârlık etmesi gerekiyor. Piyasa sisteminin egemen olması sürecinde, 2001 krizinden sonra Türkiye’de yaşadığımız gibi kemerleri sıkmak mecburi. Avrupalılar ise rahata alışmış ve vazgeçmek istemiyor. İşte Anayasa ile ilgili tartışmaların temelinde de bu var. Acaba her şeyi Türkiye’ye bağlayarak Türkiye’nin ağırlığını biraz fazla abartmıyor muyuz? AB Anayasası hakkındaki referandumda ortaya çıkan olumsuz görüşlerin de Almanya’da solun gerilemesinin de asıl sebebi ekonomik endişeler.
Bence olayı tek boyutlu değerlendiriyorsunuz. Ekonomi hayatın önemli bir parçasıdır ama tek belirleyici değildir. Ben AB’yi birçok bakımdan açmazlar içinde görüyorum. Şüphesiz bahsedilen ekonomik açmazlar önemli ama başkaları da var. En temeli AB’nin reel politik bir birim olarak siyasî varlığı ile felsefî varlığı arasındaki gerilim. Reel politik birçok bakımdan AB’nin Türkiye’yi içine alması gerektiğini söylüyor. Az önce konuşulan ekonomi-politik ve demografik hususlara ilave olarak, daha önce topluYORUM’larda ifade edildiği gibi stratejik Asya bağlantısı, Balkanlar-Orta Doğu-Kafkasya üçgeninin Türkiye’de kesişmesi, kültürel çoğulculuğu sağlamak, vesaire. Ama AB’nin derinleşmesini sağlayacak ortak payda ve felsefî temel Yunan-Roma senteziyle şekillenen Hıristiyan-Yahudi kültürü olarak görülüyor. Bu doku birçok ritüelde, sembolde kendini gösteriyor. Dahası, Avrupalılık şeklinde ortak bir kimlik aidiyetinin ilk defa 732’de Güney Fransa’yı ele geçiren Endülüslü kumandan Abdurrahman Gafiki’nin ordularına karşı Poitiers savaşında ortaya çıktığı, yani Avrupalılığın Müslümanlara karşı bir kimlik olarak doğduğu -bir efsane olsa bile- yaygın bir görüştür. Kudüs’e yönelik başlayan Haçlı seferlerinin, Osmanlı devletinin Doğu Avrupa’daki ilerleyişine karşı bir kampanyaya dönüştüğü ise tarihî bir gerçektir. Alman Hıristiyan Demokratlarının lideri olarak müstakbel başbakanlığına kesin gözüyle bakılan Merkel’in veya AB anayasasını hazırlamakla görevlendirilen eski Fransa Cumhurbaşkanı D’Estaing’in, AB’nin kültürel kimliğinin Hıristiyan değerlere dayandığını sık sık vurgulamaları bu bakımdan manidâr. Dolayısıyla AB Türkiye’yi almazsa küresel bir güç olma imkanını, alırsa ise tarihsel kimliğini kaybetme açmazında.
Peki AB bu açmazı çözebilecek mi? Yeni katılan ülkelerle yaşanan genişleme bu bakımdan katı sağlamaz mı? Acaba Türkiye ile Avrupa arasındaki yabancılık, sözgelimi Sicilyalı bir Katolik, Püriten Protestan bir İsviçreli veya Ortodoks bir Bulgar’ın kendi aralarındaki farklılıktan daha mı fazla?
İşte bütün bu farklılıklar ortak bir Avrupa kimliği kurmayı zorunlu kılıyor. Bu anlamda Türkiye’nin çoğulculuk bakımından da gelecek 50 yılda AB’nin en büyük sorunlarından biri olacak Müslüman nüfusun kimliğini muhafaza ederek yaşadıkları ülkelerin doğal bir unsuru haline gelebilmeleri açısından da önem taşıyor ama çekirdek Avrupa’nın bunu kabulü zor. İhsan Fazlıoğlu’nun Mart sayısında naklettiği gibi Avrupa’nın aklı Türkiye’yi istiyor ama vicdanı hazır değil. Üstelik tek açmaz bu da değil. Siyasî mekanizmanın işleyişine ilişkin sorunlar da var. AB demokratik bir işleyiş kazanmazsa, karar süreçlerinde hızlı, uygulamalarda esnek ve dinamik bir yapıya kavuşmazsa başarı şansı yok. Ama bu, çekirdek Avrupa’nın güç kaybetmesi, yoksulların belirleyiciliğinin artması demek. Tekrar eski topluYORUM’lardan birine atıf yapacağım, kusura bakmayın.
Kusura bakacak bir şey yok. Ne kadar önemli konuları konuşmuş olduğumuz ortaya çıkıyor. Görüyorsunuz topluYORUM artık bir referans haline geldi.
Ulusal egemenlik, demokratik siyaset ve uluslararası entegrasyon üçü bir arada olamayan durumlar. Yani bir “imkansız üçlü” söz konusu. Şayet ülke bağımsız ise yani siyasetine ilişkin kararlarında bir dış organın sınırlayıcılığı yoksa ve demokrasi güçlüyse bu durumda halk kitleleri, kendi refahını sağlayacak uygulamalar olarak gördüğü şeylerden vazgeçmek istemiyor. Halbuki uluslararası entegrasyon arttıkça sınırlamalar kaçınılmaz hale geliyor. O zaman ya totaliter ve halkın taleplerini dikkate almayan bir yönetim veya ulusal egemenlikten fedakârlık kaçınılmaz oluyor. AB’nin yaşadığı ve Almanya seçimlerine ilişkin değerlendirmelerde az evvel ekonomi politikaları bağlamında gündeme gelen husus da bu çerçevede değerlendirilebilir. Dahası çekirdek AB kendi içinde bile açmazlar yaşıyor. Şunu unutmamak lazım ki AB bir Fransız projesidir.
Niye; 6 ülkenin ortak projesi değil mi? Belçika-Hollanda-Lüksemburg, veya Benelüks ülkeleri ile İtalya, Almanya ve Fransa’nın hepsi var işin içinde.
Gelişmeler kendi seyrine bırakılsaydı zaman içinde Almanya, Kıta Avrupası’nın tabii lideri olarak üçüncü bir huruç harekatına girişebilirdi. Halbuki tarih Fransızlara, Almanya’nın karşısındaki güçle her ittifaklarında bir basamak aşağı gittiklerini; Almanya’yı kendi haline bıraktıklarında ise ilk hedefin kendileri olduğunu gösterdi. Fransızlar da Almanya’nın tabii liderliğini hukukî bir zarfa sokarak bir taraftan meşrulaştırdı ama bir taraftan da kontrol altına aldı. Şimdi AB’yi zayıflatacak her karar Fransa’yı ikilemde bırakıyor.
AB’nin işinin zor olduğuna beni inandırdınız. Peki ama AB ile üyelik süreci Türkiye’de hem siyasal, hem hukuksal, hem de ekonomik alanda güvenceler sağlayan bir çapa değil mi? AB’de işler sarpa sarınca Türkiye ne olur?
Almanya’da Merkel, Fransa’da Sarkozy anlayışı hakim olur ve bu yaygınlık kazanırsa telaşa kapılması gereken en son ülke Türkiye’dir. Zira böyle bir durumda AB-Türkiye ilişkilerinin değişmesini düşünmekten önce AB’nin değişimini düşünmek gerekecektir. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde AB’nin kendisi değişecektir. Federal yapının zayıfladığı, ortaklığın ulus devletlerin egemenliğini sınırlamadığı, gevşek bir AB olacak demektir. Bu, aslında İngiltere’nin “tabldot değil alakart Avrupa” diye formülleştirdiği şekle uygun bir AB ile muhatap olacağız demektir ki; işimiz kolaylaşır. AB içindeki müttefiklerimizi değiştirir, yolumuza devam eder ve daha kolay uyum sağlarız.
İsterseniz Türkiye’nin iç gündemine değinelim. TCK, Ermeni konferansı ve şiir tartışmaları hakkında değerlendirmeleriniz nasıl?
Ben kapağı çok beğendim. Türkiye adeta kendi kendini bağlayan, kendi gözünü ve ağzını kendisi kapayan, tarihinin ve kültürünün zorladığı açılıma karşı kendisiyle savaş halinde bir ülke gibi. Bunu liberalizmle de bağlayarak tartışmak mümkün. Türkiye genişlemek istedikçe bürokratik oligarşi ve uzantıları onu deli gömleğine sokup elini-kolunu bağlamak istiyor. İşin ilginci ne zaman ciddi bir açılım olsa bu çevreler hemen devreye girip ortalığı karıştırmaya muvaffak oluyor. Bu çerçevede gücünü halktan alan kesimlere daha çok sorumluluk düşüyor. Kesinlikle bu derin devlet refleksine kapılmayıp karşı durmak zorundalar. Mardin’de vücuduna, yaşından daha fazla sayıda kurşun sıkılan Uğur’u da, Milas’ta şiir okuduğu için gözaltına alınan Çağdaş’ı da, Kur’an öğreteni ve başörtülüyü de, resmî tezlere karşı Ermeni konferansı yapmak isteyeni de savunmak siyasal meşruiyeti tahkim etmek ve siyasetin alanını genişletmek için şart.
Söylediklerine ilkesel olarak katılıyorum ama şu Ermeni meselesine ilişkin bir dipnot düşmek isterim. Ermeni meselesi 1915’teki tartışmalı bir tarih konusundan evvel bugün Karabağ’da bütün sıcaklığıyla yaşanan bir siyasî kriz olmalı değil mi? Soykırım hukuku oluşmadan önce yaşanmış bütün insanlık trajedileri, Güney Amerika’da Aztekler’den ve Kuzey Amerika’da Apaçiler’den başlayıp, Balkanlardaki Müslümanlara kadar tartışılacaksa Ermeni meselesini de bu çerçevede konuşmaya hazırım. Ama Karabağ’da BM kararı açıkça ihlal edilip bir işgal sürerken, bunu bırakıp başka meseleleri tartışmayı samimi bulmuyorum. Bu arada herhangi bir konuda bilimsel toplantı yapmayı -katılımcılar tek bir görüşten de olsalar- vatan hainliği olarak görmeyi katiyen kabul etmediğimi de söyleyeyim de yanlış anlaşılmasın.
Ben yine tartışmayı sadece son dönemde yaşanan olaylarla sınırlı tutmayıp tarihî derinlikten bakmaktan yanayım. Ben Türkiye’de siyasî tahlillerin, en az Tanzimat’tan başlatılması gerektiği kanaatindeyim. Liberalizm de, muhafazakârlık da, solculuk da, İslamcılık diye adlandırılan akım da bu çerçevede mütalaa edilmeli. Yaşanan sıkıntı oligarşik yapıyı temsil eden seçkinlerle Türkiye’nin coğrafyasından, tarihinden, demografisinden ve kültüründen güç alan kelimenin gerçek anlamıyla “derin millet” diye adlandırabileceğimiz kesimin temsilcileri arasındaki gerilimden doğuyor. DP-AP-ANAP-AKP çizgisine bakarsak seçkinlerin her müdahalesinde bu derinliğin güç kazanarak çıktığı görülür. Bu partilerin milletvekilleri ile seçkinleri temsil eden CHP’lileri karşılaştırırsanız yaşayışları arasında DP’lilerde ve AP’lilerde farkın çok az olduğu, ANAP’lıların bir kısmında ciddi farklılaşma vardır. AKP’ye bakınca ise CHP’den bambaşka bir dünya olduğu görülüyor.
İyi de CHP mi kaldı ortada? CHP mukayese yapmaya değecek bir mikyas olma özelliğini kaybetmedi mi?
Halkın oylarının %75’i CHP dışında ama yönetimde etkili çevrelerde ve bürokraside CHP’nin ağırlığı hâlâ %75. Bu makasın bu kadar açılmasından endişe ediliyordu. AKP bu bakımdan iyi bir çözüm olarak görüldü. Başlangıçta beklenti; “AKP gelecek, halkla devlet arasındaki gerilimi azaltarak rejimin meşruiyetini sağlayacak ama stratejik konulara dokunmayacak” gibi bir beklenti vardı. Dokunmaya kalkarsa da nasıl olsa çuvallayacağı için uzun ömürlü olmayacağı sanılıyordu. Bu beklentilerin hiçbiri gerçekleşmedi. AKP politikaları eleştirilebilir tabii ama bence son günlerdeki hırçınlıkta bu durumun da etkisi var.
Sonuç olarak coğrafyasından, tarihinden, demografisinden ve kültüründen güç alan Türkiye kendisiyle savaşmaktan vazgeçmeli, AB de gerçeklerle yüzleşip açmazlarını çözecek basireti göstermeli diyerek sözü bağlayalım.

Paylaş Tavsiye Et