Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Ankara Havası
Ankara Havası
Meclis’te sokak eylemi
Hükümetin Temmuz ayı sonunda ilan ettiği Demokratik Açılım dört aydır gündemde... O günden beri Ankara merkezli Türkiye habire tartışıyor. Anlaşılan, taraflar bitap düşünceye kadar bu durum sürecek. 2011 genel seçimleri ve daha kötüsü 2012 cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında da, hâlâ mesafe alamamış olursak vay halimize!
Zira tartışmalar bir yere kadar siyasetin negatif enerjisinin boşalması anlamına geliyorsa da, iş, topluma sirayet etmeye başladıkça manipülasyon ve tahrikler öne çıkıyor; yeniden negatif enerji ile yükleniyoruz.
İktidar, muhalefet, sivil toplum kuruluşları, basın; neredeyse bütün bir millet olarak açılımı tartıştık ve nihayet açılım, milletin Meclis’ine geldi.
Fakat tartışmalar bitmedi. Oturum tarihinin Atatürk’ün ölüm yıldönümü olan 10 Kasım’a denk gelmesi muhalefeti kızdırdı.
Hoş, 10 Kasım ile başka bir tarih arasında fark görmeyenler de, böylesine netameli bir konunun neden o gün Meclis’e taşındığına pek anlam veremedi. Böylece muhalefet, zaten kamu diplomasisi ve medya yönetimi açısından sıkıntılı ilerleyen açılımı, Ata’ya karşı rövanşist bir girişim gibi yansıtabildi. Bu da iktidarın ve sağduyulu kamuoyunun en son karşılaşmak isteyeceği durumdu.
Bir kez daha usul, esasın önüne geçti. Kısacası, şu açılımı her şekilde tartıştık; ama bir türlü şekilden çıkıp esasa giremedik.
Sokak ağzıyla, “Herkes şekil yapma” peşinde.

Tavsiye Et
Açılımda “şekil yapmak”tan esasa geçememek
Sokak ağzı siyasette hükümferma olur da, sokak eylemi olmaz mı? Uzun zamandır unuttuğumuz Meclis’te pankart eylemi, 10 Kasım oturumunda yeniden gündeme geldi. Aslında sokak eylemlerinde sıkça rastlanan pankart yöntemi, vatandaş için sesini devlete duyurmanın yollarından biri.
Ancak kürsü dokunulmazlığının ve millet adına söz alma hakkının bulunduğu Meclis’te vekillerin pankart açması, en hafif tabirle, sahip olduğu temsil sorumluluğunun farkına varamamaktır. Ağır tabirlere girmeyelim; şovdan başlar, provokasyona kadar gider.
Vatandaş, toplumsal alanda çözemediği sorunları ve taleplerini siyasal alanda dile getirmesi için temsilci seçiyor; Meclis’e gelen vekil ise kürsüde medeni cesaretle konuşmak yerine, “vatandaş tepkisi” vermekle yetiniyor. Yani Meclis’te sokak eylemi yapıp milletin vekilliği unvanını en ucuz ve kaba bir popülizm türüne alet ediyor.
Gerçi Türkiye bu tarza yabancı değil; ama epeyce bir süredir, siyasette çıtanın birazcık yükseldiğini düşünüp unutmuştuk.
Mesela “Deyyus-u Ekber dışarı” pankartı açan eski CHP’li Sabri Ergül’ün şovu halen hafızalarda. Ergül, 12 Temmuz 1997’de genel kurulu karıştırmıştı.
Yine 2000 yılındaki bütçe görüşmelerinde DSP’li Akif Seri, DYP lideri Çiller’in ağzından “Elbette yalıda oturacağım” yazılı gazete haberini gösterince DSP ve DYP’liler yumruklaşmıştı. Bugüne kadar Meclis’te kavgayla halledilen bir mesele görülmedi. Hatta bu arbedelerden biri DYP’li Fevzi Şıhanlıoğlu’nun hayatına mal oldu.
Sokağın sesini Meclis’e taşımak gerekiyor; kendisini değil!

Tavsiye Et
Baykal’a yetişmek imkansız!
DTP lideri Ahmet Türk’ün de dediği gibi, MHP’nin açılıma muhalefet etmesini anlamak mümkün; Türk milliyetçisi bir parti olarak kendi toplumsal tabanında pek yadırganmayacak bir tavır alıyor ve çok sert bir üslupla da olsa, belli bir duyarlılığı siyasal merkeze taşıyor.
Fakat 1990’larda, dönemin Anadolu Rock esintisine kapılıp CHP’de “Anadolu solu” akımını başlatan ve Anadolu’dan sadece seküler bir muhafazakârlık gibi ucube bir ideoloji devşirebilen Baykal’a ne demeli?
Rahmetli İdris Küçükömer, onun sayesinde “dünyanın en haklı çıkan adamı” ilan edilse yeridir. “Türkiye’de sol sağ, sağ soldur” diyordu kısaca ve İslamcılığı ilerici, Türk solunu ise gerici bir ideoloji olarak tanımlıyordu Küçükömer. Türk solunun, sağının solunun belli olmayacağını 1960’larda görmüştü.
Şimdi gelin de iktidarın Kürtçe Enstitüleri açma düşüncesini eleştiren Baykal’ın yorumundan tutarlı bir anlam çıkartın:
“Bunlar enstitülerde Kürtçe eğitim verecekler; Kürtçe bilen insan, öğretmen yetiştirecekler. 10 yıl sonra ne olacak? Yetişen bu insanlar ileride Kürtçe öğretmeni olacak. Geleceğe mi hazırlıyorlar bu insanları?”
Buraya kadar pek bir sorun yok; en azından Baykal’ın son birkaç aylık çizgisiyle tutarlı bir yaklaşım. Peki ya şu sözler:
“Biz iktidarda olsak, derhal, düşünmeden üniversitelerde Kürt Enstitüsü bölümleri açarız. Buralarda Kürtçe dilini araştırma, Kürtçe üzerinde çalışma yapılır.”
Bununla da kalmadı ana muhalefet lideri; “Demokratik Açılım’ı hiçbir surette desteklemeyecekleri”ni söyledikten sonra, “PKK’ya ‘silahı bırakın’ derse, hükümet desteklenebilir” demecini patlattı. Yahu usta, bir dur, frene bas; hadi sen alıştın böyle kıvrak hareketlere de, virajı alabiliyorsun.
Bari seni körü körüne takip edenlere biraz saygın olsun.
Bi zahmet, muhalefet yaparken Bahçeli’nin MHP’sinden de bir farkın olsun!

Tavsiye Et
Sağlıksız “sağlık” tartışmaları
Şair Muhibbi, yani Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur beytini bilirsiniz:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
46 yıl devletin başında kalan padişah, eğer onu “bir nefes sıhhat”e değişmiyorsa, bir bildiği vardır. Zaten devlet için kendi sağlığı kadar vatandaşın sağlığı da hep önemli oldu.
Kamu sağlığının düzenlenmesi, Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de en fazla emek ve bütçe harcanan işler arasında yer aldı. Batı ülkeleri, pahalı bir alan olan sağlık hizmetini, daha çok özel sektöre havale ederek sorunu aşmaya çalıştı. Örneğin, sağlık reformunun hep gündemde olduğu ABD’de hastalık epeyce maliyetli bir durum olduğu için alternatif tıp ürünleri ve reçetesiz satılabilen vitaminler çok geniş bir pazar oluşturdu.
Sosyal devlet ilkesi gereği sağlık hizmetini devletin vatandaşa karşı sorumluluğu sayan Fransa’da ise bu uygulama genel halk sağlığı açısından olumlu sonuç verse de, maliyeyi ve yüksek vergi ödeyen gelir grubunu rahatsız ediyor. Hatta 4-5 yıl evvel, 10 binden fazla yaşlının aşırı sıcaklardan ölmesi, kamuoyunun bir kısmında “naturèle selection” olarak görüldü ve bütçe yükünün azaldığından bile bahsedildi.
Türkiye’de de en uzun süre görev yapan ilk sağlık bakanlarından Dr. Refik Saydam’ın, 1942’de başbakanken, geldiği nokta anlamlıdır. 15 yıldan fazla en tepede yöneticilik yaptıktan sonra “Devlet idaresi A’dan Z’ye bozuktur, düzelmek ister” der hazret.
Recep Akdağ da, SSK ve devlet hastanelerini birleştiren, özel hastaneleri SSK’lılara açan “devrimci bir bakan” olarak öne çıktı. Aile hekimliği, bürokratik işlemlerin azaltılması, vatandaşı düzenli biçimde bilgilendiren bir halkla ilişkiler tarzı gibi önemli hizmetler yaptı. Ancak domuz gribinin Türkiye’de yayılmasıyla bakanlığın başlattığı aşı kampanyası, tartışmaları da beraberinde getirdi. Aslında bakanlık hızlı davranarak 43 milyon doz sipariş vermişken, aşının ciddi yan etkileri olduğu söylentileri, özellikle bazı ekran doktorları tarafından yüksek sesle dile getirildi.
Öyle ki, okullarda velileri aşıya izin veren öğrencilerin sayısı, sınıf başına birkaç kişi ile sınırlı kaldı. Medyanın sürüklediği kervana bazı devlet adamları ve milletvekilleri de katılınca, insanlar aşı olmaktansa hasta olmayı tercih edecek hale geldi.
Belki demokrasinin cilvesi bu işler; ama sonuçta onlarca siyasal gerilimin ortasında, bir de aşı ile gerildik. Elbette, bugün devleti tartıştığımız gibi, “en büyük devlet” olan sağlığı da tartışalım; ama “sağlıklı” bir şekilde!
Vatandaşı, “Aşılansak da mı hastalansak, aşılanmasak da mı hastalansak?” paradoksuna sokmaya ne gerek var?

Tavsiye Et