Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2006) > Dosya > AÇIK OTURUM
Dosya
AÇIK OTURUM
Kemal Sayar (Doç. Dr. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Klinik Şefi)
Ömer Lütfi Mete (Gazeteci-Yazar, Senarist)
Bülent Şen (Araştırmacı)
Son zamanlarda Türk toplumunun bir şiddet yumağına dönüştüğü yönündeki kanaat, ister istemez bizi, siyasî, ekonomik, sosyal ve ahlakî yapıları irdelemeye zorluyor. Toplumsal şiddetin boyutlarını, sebeplerini ve çözüm yollarını arkadaşımız M. Mücahit Küçükyılmaz’ın ev sahipliğinde, her zaman olduğu gibi konunun uzmanları ile gerçekleştirdiğimiz bir açık oturumda ele aldık.
M. Mü­ca­hit Kü­çük­yıl­maz Ön­ce­lik­le siz­den baş­la­mak is­ti­yo­rum Ke­mal Bey; Tür­ki­ye’de­ki şid­de­tin bi­rey­sel ve top­lum­sal plan­da art­tı­ğı­nı dü­şü­nü­yor mu­su­nuz? Bu­gü­ne mah­sus bir ar­tış söz ko­nu­su mu, yok­sa ger­çek­ten “med­ya abar­tı­yor” mu?
Ke­mal Sa­yar Tür­ki­ye’de top­lum­sal şid­de­tin çok da­ha ile­ri bo­yut­la­ra var­dı­ğı dö­nem­ler ol­du. 12 Ey­lül ön­ce­sin­de so­kak­lar­da kan göv­de­yi gö­tü­rü­yor­du; top­lum kamp­la­ra bö­lün­müş, in­san­lar bir­bir­le­rin­den uzak­laş­mış­tı. Tür­ki­ye’de top­lum­sal şid­det za­man za­man pat­la­ma­lar gös­te­ri­yor; fa­kat gi­de­rek ar­tan bir şey yok. Bel­ki şid­de­tin bi­çi­mi, muh­te­vi­ya­tı de­ği­şi­yor; fa­kat şid­det bu top­lum­da özel­lik­le son 20–30 yıl­dır var­lı­ğı­nı be­lir­gin bir şe­kil­de his­set­ti­ri­yor. Bi­rey­sel an­lam­da­ki şid­det; ka­rı-ko­ca kav­ga­la­rı, ka­dın­la­rın ta­ci­ze uğ­ra­ma­sı, eş­le­rin­den dar­ba uğ­ra­ma­la­rı her za­man var­dı. Bu tür şid­det dün­ya­nın bü­tün top­lum­la­rın­da ola­bi­lir. Fa­kat şid­de­tin ser­se­ri ma­yın gi­bi ola­nı­na rast­lı­yo­ruz bu­gün; da­ha kon­trol­süz, öl­çü­süz, amaç­sız. As­ke­rî dar­be ön­ce­si so­kak­lar­da­ki şid­de­te bak­tı­ğı­nız za­man her­ke­sin bir idea­li, bir ül­kü­sü, mef­tu­nu ol­du­ğu bir da­va­sı var­dı. Şu ya da bu şe­kil­de in­san­lar şid­de­ti ras­yo­na­li­ze ede­bi­li­yor­lar­dı. Şim­di ise in­san­la­rın için­de mec­ra­sı­nı bu­la­ma­mış bir öf­ke var ve bu en ufak bir kı­vıl­cım­la şid­det olay­la­rı­na dö­nü­şe­bi­li­yor. Bu­nun için çe­şit­li mec­ra­lar be­lir­le­ni­yor. Me­se­la fut­bol stad­yum­la­rın­da şid­det, kon­trol­süz bir bi­çim­de dı­şa vu­ru­lu­yor. Vi­de­o oyun­la­rın­da, te­le­viz­yon di­zi­le­rin­de as­lın­da bir de­re­ce­ye ka­dar şid­det kontrol­lü bir şe­kil­de in­san­la­rın içi­ni bo­şalt­ma­sı için su­nu­lu­yor. Bel­li bir öl­çü­yü aş­ma­mak kay­dıy­la, bun­da bü­yük bir be­is yok. Fa­kat me­se­la okul­lar­da son za­man­lar­da gör­dü­ğü­müz şid­det, ar­tık dü­şü­nül­me­den psi­ko­lo­jik sa­ik­ler­le, fev­ri­lik­le içi­ne gir­di­ği­miz şid­de­tin tır­man­mak­ta ol­du­ğu­nu gös­te­ri­yor bi­ze. Bu bir amaç, bir ül­kü, bir ide­al pe­şin­de de­ğil de ben­lik da­va­sı­nın, ki­şi­nin ken­di­si­ni ta­nım­la­ma­sı­nın bir so­nu­cu ola­rak, dil­siz­leş­ti­ril­miş in­san­la­rın elin­de­ki ye­gâ­ne bir dil, ye­gâ­ne ken­di­ni ifa­de et­me va­sı­ta­sı ola­rak or­ta­ya çı­kı­yor. Göz­le­ye­bil­di­ğim ka­da­rıy­la top­lum­sal şid­det Tür­ki­ye’de bü­yük bir iş­ler­lik ka­zan­mı­yor. Çün­kü top­lum­da tam­pon­la­ma va­zi­fe­si ya­pa­bi­le­cek, in­san­la­rın için­de­ki öf­ke­yi, şid­de­ti din­di­re­bi­le­cek bir­ta­kım ge­le­nek­sel ko­ru­yu­cu­lar var; ge­le­nek­sel kül­tür, din, ah­la­kî an­la­yış­lar, kuv­vet­li ai­le ya­pı­sı gi­bi. Bun­lar ol­du­ğu sü­re­ce in­san­lar şid­de­ti ras­ge­le dı­şa vu­ra­mı­yor. Fa­kat ne za­man ki bu ya­pı­lar çö­zül­me­ye uğ­ra­ma­ya baş­lı­yor, es­ki güç­le­ri­ni kay­be­di­yor, iş­te o za­man top­lum­sal sa­ha­da şid­de­ti bi­raz da­ha faz­la gör­me­ye baş­lı­yo­ruz.
 
“Şid­det, İn­sa­noğ­lu­nun Do­ğa­sın­da Var”
Kü­çük­yıl­maz Ömer Lüt­fi Bey; şid­de­tin ar­tı­şı bu­gü­ne mah­sus bir şey mi yok­sa bu­gün­ler­de kan­lı can­lı kar­şı­laş­tı­ğı­mız için mi için­de bu­lun­du­ğu­muz du­ru­mu şid­det­le va­sıf­lan­dı­rı­yo­ruz?
Ömer Lüt­fi Me­te Şid­det Ha­bil ile Ka­bil’den bu ya­na ya­ra­dı­lı­şın bir ger­çe­ği. Ce­hen­ne­min var olu­şu bi­le bi­ze şid­de­ti ha­ya­tı­mı­zın bir ger­çek­li­ği ola­rak her da­ki­ka ha­tır­la­tır. O yüz­den top­lum­sal şid­det, bi­rey­sel şid­det gi­bi ay­rım­la­rın, olay­la­rı an­la­ma ve dü­şün­ce ge­liş­tir­me ça­ba­la­rın­da bir kat­kı­sı­nı gö­re­mi­yo­rum. Bi­rey­sel şid­det di­ye bir şey sa­de­ce in­ti­har­dır ba­na gö­re. Şid­det bir baş­ka­sı­na uy­gu­lan­dı­ğı an­dan iti­ba­ren bi­rey­sellikten çıkar.
Kü­çük­yıl­maz O za­man ai­le içi şid­det de, top­lum­sal şid­det ka­te­go­ri­si­ne gi­ri­yor.
Me­te Ga­yet ta­bi­i. Hz. Pey­gam­ber’in öl­çü­sü, “iki ki­şi bir top­lum­dur.” Bu ka­dar ba­sit. Do­la­yı­sıy­la ba­na gö­re, bi­rey­sel şid­det an­cak in­ti­har olur.
Sa­yar Ya da me­se­la son za­man­lar­da ba­zı genç­le­rin ken­di­ni ji­let­le kes­me­si…
Me­te Ölüm­le so­nuç­lan­ma­yan ken­di­ne kı­yı­cı ey­lem­ler de ola­bi­lir. Ama bun­la­rın ye­ri­ne da­ha sağ­lık­lı kav­ram­lar ge­liş­tir­mek la­zım. Zi­ra şid­det in­sa­nın do­ğa­sın­da mev­cut. Ev­de ço­luk ço­cu­ğu­mu­zun kar­deş kar­de­şe kav­ga et­tik­le­ri­ni gö­rü­rüz. Hu­kuk ve ah­lak in­sa­noğ­lu­nun do­ğa­sın­da ol­du­ğu dü­şü­nü­len şid­de­ti den­ge­le­me­ye her za­man yet­me­ye­bi­lir. Ya­şa­dı­ğı­mız çağ iyi ni­yet­le ada­le­ti, hak­ka­ni­ye­ti ara­ya­bi­len­le­rin et­kin ol­du­ğu bir çağ de­ğil. Bu­nun de­rin­le­me­si­ne vic­dan­lar­da aç­tı­ğı tah­ri­bat, he­nüz ye­te­rin­ce öl­çe­bil­di­ği­miz bir şid­det kay­na­ğı de­ğil ba­na gö­re. As­lın­da Irak’ta, Tür­ki­ye’de, di­ğer yer­ler­de ya­şa­nan hak­sız­lık­la­rı bu­nun al­tın­da top­la­ya­bi­li­riz. Ama git­tik­çe ar­tan ada­let­siz­lik, in­san­la­rı do­ğal hâ­lin zu­lüm hâ­li ol­du­ğu­na inan­dır­ma­ya baş­la­dı. Tür­ki­ye’de top­lum­sal şid­det ya da te­rör di­ye­ce­ği­miz ba­şı­bo­zuk şid­det as­lın­da top­lu­mu­mu­zun müs­ta­hak ol­du­ğun­dan da­ha dü­şük bir dü­zey­de. Bu, Ce­nab-ı Hakk’ın bir lüt­fu. Çün­kü Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti’nin, en azın­dan as­ga­rî dü­zey­de bir hu­kuk dü­ze­ni yok. Ka­ğıt üze­rin­de sa­yı­sız ya­sa­la­rı­mız var; ama ka­ran­lık iş­ler gö­ren­le­ri, içe­ri­den ya da dı­şa­rı­dan Tür­ki­ye’de te­rör üret­me­yi he­def­le­yen­le­ri ta­kip ede­cek bir me­ka­niz­ma kal­ma­dı; ba­ğı­şık­lık sis­te­mi çök­tü. Bir ül­ke­nin dev­let ola­bil­me­si için kim­se gör­me­den, top­lum fark et­me­den mu­zır dış ve iç un­sur­la­rı ber­ta­raf et­me­ye ça­lı­şan bir çar­kın iş­le­me­si ge­re­kir. Böy­le bir top­lum­da bu­gün, bin yıl­dır bu top­rak­lar­da ge­liş­tir­di­ği­miz, kat­kı­da bu­lun­du­ğu­muz, ila­hî kay­na­ğın bi­ze ver­di­ği te­mel öl­çü­ler­le şe­kil­le­nen kül­tü­rü­müz, hak et­ti­ği­miz­den da­ha ha­fif bir şid­det ya­şa­ma­mı­zı sağ­lı­yor. Bu ül­ke­nin akıl ho­ca­la­rı, bü­yük öl­çü­de kül­tü­re, yer­li de­ğer­le­re kar­şı te­tik­çi­lik yap­mak­ta. Bu ül­ke­nin üni­ver­si­te­le­ri, bu ül­ke­nin res­mî di­liy­le kav­ga ha­lin­de; bu ül­ke­de eği­tim di­li ya­ban­cı. Kim­se ya­man bir iş­gal al­tın­da ol­du­ğu­mu­zu gör­mü­yor. Gör­sek bun­lar­la ya kav­ga ede­riz ya da içi­mi­ze sin­di­ri­riz. Ama ken­di­mi­zi bir ba­ğım­sız­lık veh­mi­ne kap­tır­mış, ken­di ken­di­mi­zi ida­re et­ti­ği­miz sap­lan­tı­sı içe­ri­sin­de oy­na­tı­lı­yo­ruz.
 
Dev­let ve Şid­det
Kü­çük­yıl­maz Bü­lent Bey, Ömer Lüt­fi Bey şu an­ki şid­det­ten da­ha faz­la­sı­na müs­ta­hak ol­du­ğu­mu­zu, şid­de­tin in­sa­nın do­ğa­sın­da ol­du­ğu­nu; dev­le­tin, ha­ki­ka­ten dev­let­lik va­zi­fe­si­ni ye­ri­ne ge­tir­se şid­de­tin bu öl­çü­le­re var­ma­ya­ca­ğı­nı söy­le­di. Siz­ce top­lum­sal şid­de­tin ön­len­me­sin­de dev­let­ler ne gi­bi bir va­zi­fe ifa et­me­li?
Bü­lent Şen Bu so­ru­ya ve­re­ce­ği­miz ce­vap, as­lın­da bi­zi, is­ter is­te­mez dev­le­tin şu an­da bir ol­gu ve ha­ya­tî bir or­gan ola­rak için­de bu­lun­du­ğu du­ru­mu ta­nım­la­ma­ya iti­yor. Kriz için­de­ki ulus-dev­le­ti ta­nım­la­dı­ğı­mız za­man, böy­le bir ya­pı­nın top­lum­la olan iliş­ki­si­nin de bu kriz­den aza­de ka­la­ma­ya­ca­ğı bir ya­pı or­ta­ya çı­kı­yor. Bu­nun çok da­ha ge­niş yan­sı­ma­la­rı var. Çün­kü ulus-dev­le­tin in­şa­sı­nı Fran­sız İh­ti­la­li’nden bu­gü­ne ge­ti­rir­sek, bel­li öl­çü­de mü­es­se­se­leş­miş dev­let, top­lum­la olan iliş­ki­le­ri çar­pık da ol­sa, şid­de­tin kul­la­nı­mıy­la ala­ka­lı bo­yut­la­rı da ol­sa, in­san­la­rın ko­ru­na­bi­le­cek­le­ri, bir­bir­le­riy­le mü­za­ke­re­ler çer­çe­ve­sin­de an­la­şa­bi­le­cek­le­ri sü­reç­le­ri or­ta­ya çı­kar­mış­tır. Özel­lik­le de 90’lı yıl­lar­da çift ku­tup­lu dün­ya­nın or­ta­dan kalk­ma­sı, ay­nı za­man­da bil­di­ği­miz bir dün­ya­nın da son bul­ma­sı an­la­mı­na ge­li­yor­du. Gü­nü­müz­de ise asi­met­rik te­rör­den kuş gri­bi has­ta­lı­ğı­na va­rın­ca­ya ka­dar, top­lu­ma sü­rek­li be­lir­siz­lik pom­pa­la­yan ve on­to­lo­jik gü­ven­siz­lik duy­gu­su­nu de­vam­lı su­ret­te art­tı­ran, in­sa­nın çev­re­si­ne kar­şı sü­rek­li bir te­dir­gin­lik ve şüp­he duy­ma­sı­na ne­den olan bir ya­pı söz ko­nu­su. Bir de bu be­lir­siz­lik or­ta­mın­dan bir şi­ka­ye­ti ol­ma­yan, hat­ta bu or­tam­dan ne­ma­la­nan tu­zu ku­ru bir gü­ruh da var. Ay­rı­ca, ül­ke­de iki ke­sim ara­sın­da uçu­rum­la­rın oluş­tu­ğu da bir ger­çek.
M. Akif Ka­ya­pı­nar Ya­ni Tür­ki­ye’de­ki şid­de­tin kü­re­sel bir şid­de­tin iz­dü­şü­mü ol­du­ğu­nu, bun­dan na­si­bi­ni al­dı­ğı­nı mı dü­şü­nü­yor­su­nuz?
Şen Bi­rey­sel plan­da bu­nun önem­sen­me­si ge­rek­ti­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum. Ama ta­bii ki bun­lar çok ma­ni­pü­le edi­le­bi­len şey­ler.
Kü­çük­yıl­maz Ke­mal Bey, şid­det­le sa­vaş, şid­de­te kar­şı sa­vaş ya da ba­rış için sa­vaş… Bun­lar ken­di içe­ri­sin­de çe­li­şik an­lam­lar ta­şı­mı­yor mu? Ba­rış için şid­det söy­le­min­de de san­ki prag­ma­tik bir meş­ru­laş­tır­ma ça­ba­sı var gi­bi. Ya­ni bir ta­raf­tan şid­de­ti ber­ta­raf et­mek is­ti­yor, di­ğer ta­raf­tan yi­ne şid­det kul­la­nı­yor­su­nuz. Dev­let­le­rin iş­le­vi­ne ge­lir­sek, şid­de­ti yok et­me ko­nu­sun­da bu tür bir teh­li­ke dev­let için de söz ko­nu­su de­ğil mi? Bu aşı­la­maz bir iki­lem mi­dir?
Sa­yar Şid­det o ka­dar çok bo­yut­lu, çok veç­he­li bir şey ki, bi­zim da­ha öz­gün bir alan­da at koş­tur­ma­mız la­zım. Po­li­tik şid­det çok kat­man­lı bir ol­gu; işin içi­ne pek çok fe­sat te­ori­si­nin de gi­re­bi­le­ce­ği bir alan. Ama an­la­dı­ğım ka­da­rıy­la siz, top­lum­da gö­rü­len şid­det­ten bah­se­di­yor­su­nuz. Po­li­tik şid­det­le il­gi­li tek bir şey söy­le­ye­yim. Franz Fa­non’un mü­him bir göz­le­mi var­dır. Der ki, “şid­det an­cak da­ha bü­yük bir şid­det­le yok edi­le­bi­lir.” Fa­non, Ce­za­yir’in iş­ga­li sı­ra­sın­da Fran­sız­la­rın uy­gu­la­dı­ğı şid­de­te ba­ka­rak “biz de an­cak şid­det­le ce­vap ve­re­bi­li­riz, an­cak bu şe­kil­de ko­nu­şu­lur” di­ye dü­şün­müş­tür. Bu­gün Or­ta Do­ğu’da, Ame­ri­ka’nın ek­ti­ği nef­ret to­hum­la­rı da­ha bü­yük bir şid­det ate­şi­ni ya­kı­yor.
İn­san­la­rın ha­ya­tın­da gör­dü­ğü­müz gü­nü­bir­lik şid­det ne­re­den kay­nak­la­nı­yor, bu­na iyi bak­mak la­zım. Az ön­ce Ömer Bey’in söy­le­di­ği ada­le­tin in­cin­miş­li­ği duy­gu­su ha­ki­ka­ten çok önem­li. İn­san­lar her za­man tü­ne­lin ucun­da ışık gör­mek is­ter­ler. İn­sa­nı ha­ya­ta bağ­la­yan şey­ler­den bi­ri­si ümit duy­gu­su­dur. Eğer ümit ol­maz­sa bir top­lum­da, için için bir öf­ke ma­ya­lan­ma­ya baş­lar in­san­lar­da ve bu, ken­di­ni bo­şal­ta­ca­ğı bir mec­ra arar. Bu ka­rı-ko­ca kav­ga­sı, fut­bol te­rö­rü ola­rak ya da tra­fik ku­ral­la­rı­nı hi­çe sa­ya­rak tra­fik­te ara­ba ya­rış­tır­mak şek­lin­de kar­şı­mı­za çı­kar. Top­lum­sal dep­res­yon duy­gu­su­nun se­bep­le­rin­den bi­ri­si, bir top­lum­da uzun bir müd­det iyi­le­rin tal­tif edil­me­me­si ve kö­tü­le­rin ce­za­lan­dı­rıl­ma­ma­sı­dır. İn­san­lar öy­le bir duy­guy­la ya­şar, iyi­ler as­la hak et­tik­le­ri ödü­lü al­mı­yor, kö­tü­ler de as­la hak et­tik­le­ri ce­za­ya çarp­tı­rıl­mı­yor duy­gu­su­na mağ­lup olur­lar­sa, ya­vaş ya­vaş bir bı­rak­mış­lık, ça­re­siz­lik, edil­gen­lik tu­tu­mu ge­li­şir. Bu da ifa­de edil­me­miş bir öf­key­le ken­di­si­ni bel­li eder; za­man za­man pat­la­ma­lar ya­par. Öf­ke­nin kay­na­ğın­da hak­sız­lı­ğa uğ­ra­mış­lık duy­gu­su var­dır. Eğer in­san hak­sız­lı­ğa uğ­ra­dı­ğı­nı dü­şü­nü­yor­sa, bir baş­ka­sı ta­ra­fın­dan bir söz, bir ima, bir dav­ra­nış ile kü­çül­tül­dü­ğü­nü ve ken­di­ni ifa­de ede­me­di­ği­ni dü­şü­nü­yor­sa öf­ke­le­nir. Öf­ke da­ha son­ra şid­de­te, ki­mi du­rum­lar­da ör­güt­lü te­rö­re dö­nü­şe­bi­lir. Top­lu­mu­mu­za bak­tı­ğı­mız­da özel­lik­le genç­le­rin da­ha faz­la şid­det olay­la­rın­da rol al­dı­ğı­nı gö­rü­yo­ruz. Li­se­le­ri­miz­de bu öl­çü­de, an­lam­sız bir şid­det­le kar­şı­laş­mı­yor­duk. Genç­ler­le il­gi­li bir kli­ni­ğin di­rek­tör­lü­ğü­nü yü­rü­tü­yo­rum. Son 15-20 yıl­dır de­po­li­ti­zas­yon sü­re­ci­nin kur­ban­la­rı olan genç­le­rin çok cid­di bir şe­kil­de an­lam­sız­lık duy­gu­suy­la bo­ğuş­tuk­la­rı­nı gö­rü­yo­rum. Bu­gün bir mar­ka ba­ğım­lı­lı­ğın­dan söz edi­li­yor. Da­ha var­lık­lı ai­le­le­rin ço­cuk­la­rı ara­sın­da es­te­tik çıl­gın­lı­ğı da baş­la­mış; bur­nu­nu, du­da­ğı­nı de­ğiş­ti­rip bir şar­kı­cı­ya ben­zet­me­ye ça­lı­şı­yor­lar­mış. Bü­tün bun­lar, ça­ba gös­te­re­rek bir şey ol­mak­tan­sa, bir şey­le­re sa­hip ola­rak ol­ma­yı yeğ­le­yen bir genç­li­ğin için­de­ki an­lam boş­lu­ğu­nu gös­te­ri­yor. Bir ça­ba, bir gay­ret, bir oluş­la va­rol­mak ye­ri­ne, bir­ta­kım ucuz şey­le­re sa­hip ola­rak ve­ya bir­ta­kım ce­ma­at­le­re, ko­mi­te­le­re ait ola­rak (tü­ke­tim ko­mi­te­le­ri de ola­bi­lir bun­lar) ken­di­si­ni var et­me ça­ba­sını gö­rü­yo­ruz. Ben bu­nu genç­ler­de­ki şid­de­tin bir kay­na­ğı ola­rak gö­rü­yo­rum. Bir baş­ka kay­nak ise, ebe­veyn­le­rin ar­tık ço­cuk­la­rın ha­yat­la­rın­da gi­de­rek da­ha si­lik in­san­lar ha­li­ne gel­me­si, ge­le­nek­sel an­lam sağ­la­yı­cı rol­le­ri­ni kay­bet­me­le­ri. Da­ha ön­ce­ki ne­sil­le­rin hi­kâ­ye­le­ri­ni ço­cuk­la­rı­na ak­ta­ra­bi­len güç­lü fi­gür­ler ol­ma va­sıf­la­rı­nı kay­be­di­yor­lar. Do­la­yı­sıy­la ço­cuk­la­rı­mız Holl­ywo­od film­le­ri­nin, çiz­gi film­le­ri­nin bi­ze sun­du­ğu hi­kâ­ye­ler­le bü­yü­yor. Bu hi­kâ­ye­ler­de alt­tan al­ta çok aca­yip me­saj­lar ve­ri­li­yor. Me­se­la ka­ri­ka­tü­rist bir ar­ka­da­şım, “Ame­ri­kan çiz­gi film­le­ri­ne bak; kö­tü­nün sık­lık­la kah­ra­man ol­du­ğu­nu gö­re­cek­sin” de­di. Böy­le­ce ço­cuk­lar kö­tü­nün de kah­ra­man ola­bi­le­ce­ği, onun da ka­za­na­bi­le­ce­ği dün­ya ta­sav­vu­ru­na ina­na­rak bü­yü­yor. Son­ra o kö­tü ge­li­yor, Irak’ı iş­gal edi­yor ve biz bu­nu ka­nık­sı­yo­ruz, ço­cuk­la­rı­mız bu­nu be­nim­si­yor. Söy­le­me­ye ça­lış­tı­ğım şey şu: Ni­ne­le­ri­mi­zin hi­kâ­ye­le­ri­ni bil­me­miz, on­la­ra sa­hip çık­ma­mız ge­re­ki­yor. He­pi­miz bir gö­çün em­zir­di­ği ço­cuk­la­rız. Bu top­rak­lar­da otu­ran­la­rın da­ha ön­ce çek­tik­le­ri sı­kın­tı­la­rı, sa­vaş hi­kâ­ye­le­ri­ni, Mil­lî Mü­ca­de­le hi­kâ­ye­le­ri­ni bil­me­miz la­zım. Bu hi­kâ­ye­ler­den uzak­laş­tık­ça Holl­ywo­od film­le­ri, öl­çü­süz şid­de­te da­ya­lı vi­de­o oyun­la­rı, ço­cuk­la­rı­mı­zı, in­san­la­rın çok ko­lay in­ci­ti­le­bi­le­ce­ği dü­şün­ce­si­ne gö­tü­rü­yor. Ço­cuk­la­rı­mız şöy­le bir me­saj­la kar­şı kar­şı­ya ka­lı­yor: Bu çok ka­ran­lık ve çok za­lim bir dün­ya, eğer kur­ban ol­mak is­te­mi­yor­san za­lim ol. Sen in­cin­mek is­te­mi­yor­san, baş­ka­sı­nı in­cit. Ya­ni Ge­or­ge Bush’un, “ya bi­zim­le­si­niz­dir ya da on­lar­la” söy­le­mi­nin bir ben­ze­ri­ne mu­ha­tap olu­yor­lar; dün­ya­yı ka­ran­lık bir yer ola­rak res­me­den ve mut­la­ka sen­den ol­ma­ya­nı se­nin kar­şın­da ta­nım­la­yan bir dok­trin.
Dev­let ne ya­pa­bi­lir? Dev­let bir de­fa ken­di­si ön­ce­lik­le şid­det uy­gu­la­mak­tan vaz­ge­çe­bi­lir.
Kü­çük­yıl­maz Bel­ki dev­let, bi­rey­le­rin ken­di ara­la­rın­da uy­gu­la­dı­ğı şid­det ko­nu­sun­da, ada­let duy­gu­su­nun in­cin­di­ği nok­ta­da dü­zen­le­yi­ci bir üst ku­rum ola­rak var­lı­ğı­nı his­set­tir­me­li.
Sa­yar He­pi­miz bu ül­ke­de ya­şa­yan va­tan­daş­lar ola­rak, as­lın­da gü­nü­bir­lik bir şid­de­tin mu­ha­ta­bı­yız. Bu, top­lum ha­ya­tı­nın do­ku­la­rı­na nü­fuz et­miş, gö­rün­me­yen bir şid­det­tir. Me­se­la ge­çen gün yok­sul bir ma­hal­le­de otu­ran ta­nı­dı­ğım bir gen­ci ara­dım iş bul­ma ve­si­ley­le. Şu an­da as­ga­rî üc­ret­le bir iş­te ça­lı­şı­yor­muş. Bu ço­cuk sa­bah 04:30’da kal­kı­yor­muş işi­ne gi­de­bil­mek için. “Geb­ze’den tre­ne bi­nip Hay­dar­pa­şa’ya gi­di­yo­rum, ora­dan da yü­rü­ye­rek has­ta ba­kı­cı ola­rak ça­lış­tı­ğım has­ta­ne­ye gi­di­yo­rum” de­di. Genç bir in­san, ay­da 400 YTL ma­aş ile ev ge­çin­di­ri­yor ve bu maa­şı hak et­mek için 3 saa­ti yol­da ge­çi­yor. Bu çok ağır bir şid­det­tir. İn­san­la­rın İs­tan­bul gi­bi bir şe­hir­de ya­şa­yıp da kâ­şa­ne­ler gö­rüp on­dan son­ra ge­ce­kon­du­la­rı­na dön­me­si ve ora­da çok zor şart­lar al­tın­da ya­şa­mak zo­run­da kal­ma­la­rı; onu da ge­çi­yo­rum bir me­mu­run, bir öğ­ret­me­nin Tür­ki­ye’de dü­rüst, na­mus­lu bir şe­kil­de ça­lı­şa­rak sa­de­ce maa­şıy­la ha­yat­ta hiç­bir şe­ye sa­hip ola­ma­ya­ca­ğı­nı bil­me­si… Bun­lar in­san­la­rın üze­rin­de hep azar azar uy­gu­la­nan, hak­sız­lı­ğa uğ­ra­mış­lık duy­gu­su­nu ço­ğal­tan şid­det­ler­dir. Pe­ki dev­let ne ya­pa­bi­lir? Dev­le­tin ada­le­ti te­sis ede­bil­me­si, ah­lak­sız­la­rı ce­za­lan­dı­ra­bil­me­si, key­fi­li­ğin önü­ne ge­çe­bil­me­si, ken­di eliy­le yü­rü­tü­len bir şid­det var­sa eğer onu mut­la­ka iza­le et­me­si ge­re­ki­yor. Me­se­la okul­da öğ­ret­men ço­cu­ğa vu­ra­ma­ma­lı, po­lis gö­zal­tın­da­ki ki­şi­ye kö­tü mu­ame­le ede­me­me­li, as­ker oca­ğın­da bir fis­ke da­hi vu­ru­la­ma­ma­lı. İkin­ci­si, okul­la­rı­mız­da genç­le­ri­mi­ze hiç­bir şey ver­mi­yo­ruz biz. Okul­la­rı­mı­zın şef­ka­tin, sev­me­nin, di­ğer­kâm­lı­ğın öğ­re­til­di­ği, ge­le­nek­sel kül­tü­rün için­de za­ten bu­lu­nan bu çok sağ­lam de­ğer­le­rin ak­ta­rı­la­bil­di­ği mü­es­se­se­le­ri ha­li­ne gel­me­si la­zım. Üç-beş for­mü­lün ez­ber­le­til­di­ği, hiç­bir ama­ca hiz­met et­me­yen, hiç­bir şe­ye ya­ra­ma­yan içi boş ku­rum­lar ol­mak­tan çı­ka­rıl­ma­sı la­zım. Yi­ne dev­let eliy­le yü­rü­tü­len ay­rım­cı­lı­ğın bit­me­si la­zım. Bu, bü­yük bir şid­det­tir. Dev­let eliy­le top­lu­mun bir ke­si­mi­ne, şöy­le ve­ya böy­le gi­yi­nen in­san­la­ra kar­şı bir ay­rım­cı­lık yü­rü­tü­le­mez. İn­san­la­rın öğ­re­nim hak­la­rı, say­gın bir şe­kil­de dav­ra­nıl­ma hak­la­rı çiğ­ne­ne­mez. Ön­ce­lik­le dev­le­ti­mi­zin ken­di eliy­le is­te­ye­rek ya da is­te­me­den ya­yı­lan şid­de­ti ön­le­me­si; şid­de­te gö­tü­ren nok­ta­lar­da çok adil bir ha­kem olup on­la­rı te­miz­le­me­ye gay­ret et­me­si la­zım. Tür­ki­ye’de çok da­ha de­rin bir me­se­ley­le kar­şı kar­şı­ya­yız: Aca­ba in­san­la­rın hür ve eşit şe­kil­de ya­şa­ma­la­rı ge­re­ken bir top­lum­da dev­let ay­gı­tı­nın res­mî bir gö­rü­şü ol­ma­lı mı, ol­ma­ma­lı mı? Bir gö­rü­şü em­po­ze ede­bil­me­li mi, ede­me­me­li mi? Bu çok önem­li bir tar­tış­ma. Za­ten res­mî ide­olo­ji de çok fark­lı oku­ma­la­ra açık. Eli­as Ka­net­ti’nin çok gü­zel bir hi­kâ­ye­si var­dır: Mo­ğol hü­küm­da­rı­nın sa­ra­yı­na bir gün bi­ri­si ha­ka­ret içe­ren bir mek­tup atar. Gün­ler­ce uyu­ya­maz hü­küm­dar. Ara­tır bu­la­maz. En so­nun­da Dev­le­ti Abad şeh­ri­ni düm­düz eder. Her ta­ra­fı­nı bom­ba­la­tır ya­kar yı­kar. Bir ta­ne sağ adam kal­maz ve en so­nun­da şöy­le der: “Şim­di ar­tık içim ra­hat ve öf­kem ya­tış­tı.” Her şe­yi düm­düz ede­rek, öz­gür­lük­ler ala­nı­nı hak ve hür­ri­yet­le­ri ta­ma­men gör­mez­den ge­le­rek bi­ri­le­ri­nin içi­nin ra­hat­la­ma­sı müm­kün. Ama ken­di­mi­zi eşit ve hür bi­rey­ler ola­rak ta­nım­lı­yo­ruz. Do­la­yı­sıy­la kim­se­nin be­nim üze­rim­de ve­sa­yet kur­ma­ya hak­kı yok. Ama mem­le­ke­ti­miz­de ha­ki­ka­ten çe­şit­li dö­nem­ler­de fark­lı top­lum ke­sim­le­ri­ne kar­şı, dev­le­tin gü­cü kul­la­nı­la­rak, de­ği­şik çı­kar çev­re­le­ri ta­ra­fın­dan çok cid­di şid­det uy­gu­la­na­bi­li­yor. Bu, ye­ri ge­li­yor sol gö­rüş­lü ke­sim­le­re olu­yor, ye­ri ge­li­yor oku­yan ba­şör­tü­lü ha­nım­la­ra olu­yor. Bu­na her­hal­de top­tan kar­şı du­ru­la­bil­me­si ge­re­ki­yor, bü­tün top­lum ke­sim­le­ri­nin it­ti­fa­kıy­la. Ama bi­zim ken­di içi­miz­de bir ba­rış, hoş­gö­rü kül­tü­rü­nü, bir­bi­ri­mi­ze hoş­ça bak­ma kül­tü­rü­nü yer­leş­ti­re­me­di­ği­miz aşi­kâr. Çün­kü bu ay­rım­cı­lık sa­de­ce dev­let eliy­le gel­mi­yor. Top­lum için­de­ki bir­ta­kım si­vil say­dı­ğı­mız odak­lar da çok fa­şi­zan gö­rüş­ler­le arz-ı en­dam ede­bi­li­yor­lar.
Me­te Af­fe­der­si­niz; ama baş­ka bir şe­ye da­ha bak­mak la­zım. Ce­nab-ı Hakk sa­pı­tan top­lum­la­rı şid­det­le ce­za­lan­dır­mış. Hz. Pey­gam­ber “Al­lah’ın ah­la­kıy­la ah­lak­la­nın” bu­yu­ru­yor. Bu ne de­mek­tir? Al­lah’ın Kah­har ol­du­ğu, Ceb­bar ol­du­ğu, Azi­zün Zün­ti­kam ol­du­ğu hal­ler­de siz de öy­le olun de­mek­tir. Ama bu her an, her­ke­se kar­şı öy­le olun de­mek de­ğil. Çün­kü O, ay­nı za­man­da Rah­man’dır, Ra­him’dir, Set­tar’dır. Ama bi­ze ib­ret ola­rak te­mel ki­ta­bı­mız­da her­han­gi bir es­ki top­lu­mun az­gın­lı­ğı­na kar­şı­lık da şid­de­ti an­la­tı­yor. Öy­ley­se bu bir şid­det­le te’dib et­me yön­te­mi öner­mek de­ğil mi­dir? Şim­di bu­ra­da, şöy­le bir so­nu­ca da va­rı­yo­rum: Şid­de­ti ni­ha­ye­tin­de var eden, müm­kün kı­lan Al­lah’tır. Öne­ri­yor, tav­si­ye edi­yor de­ğil; ama bi­zim iti­ka­dı­mı­za gö­re ha­yır ve şer, do­la­yı­sıy­la, şid­det Al­lah’tan­dır. O yüz­den ben, şid­det ha­ya­tın bir ger­çe­ği di­yo­rum. İçi­miz­de bi­ze kö­tü­lük yap­mak için prog­ram­lan­mış bir güç var: Nefs-i em­ma­re. Bi­zim­le ce­bel­le­şen, di­ğer­kâm­lık ye­ri­ne ben­li­ği­mi­zi öne çı­ka­ran bir di­na­mik. Onun için za­ten nef­se zu­lüm kav­ra­mı, ya­ni ki­şi­nin ken­di ken­di­ne et­ti­ği ezi­yet kav­ra­mı var. De­mek ki biz, içi­mi­ze yer­leş­ti­ril­miş bu bom­ba ile bir­lik­te onu pat­lat­ma­dan, bi­ze ve baş­ka­sı­na za­rar ver­me­den ya­şa­mak du­ru­mun­da­yız. Şid­det, cay­dı­rı­cı ce­za-i yön­tem­ler şek­lin­de in­sa­noğ­lu­nun bir ye­te­ne­ği ola­rak kal­ma­lı­dır; ce­za ve­ri­le­bil­me­li­dir. Yok­sa iyi­yi mü­ka­fat­lan­dır­mı­yor­sun, ona kar­şı­lık kö­tü­yü ce­za­lan­dır­mı­yor; ödül­len­di­ri­yor­sun. Ka­vim­le­rin sa­pıt­tık­la­rı dö­nem­ler­de ce­za­lan­dı­rıl­ma­sı ve he­lak edil­me­si bi­ze bir ke­re in­san öl­dü­re­nin öl­dü­rül­me­si hük­mü­nü ge­ti­rir. Hak­sız ye­re öl­dü­re­ni, key­fî ve­ya çı­kar amaç­lı ci­na­yet iş­le­ye­ni ölüm­le ce­za­lan­dı­ra­ma­yan in­sa­noğ­lu şid­det­le kav­ga ede­mez, onun­la baş ede­mez. Kı­sa­sa kı­sas ha­ya­ti bir ko­nu­dur… Al­lah, “kı­sas­ta si­zin için ha­yat var­dır” hük­mü­nü bo­şu­na ge­tir­me­miş­tir. Ge­rek­ti­ği yer­de şe­did ola­ma­ma­nın be­de­li­ni, her da­ki­ka şid­det ya­şa­mak­la öde­me­ye de­vam edi­yo­ruz. Okul­lar­da­ki şid­de­tin se­bep­le­ri­ne ba­kın­ca, genç­li­ği­mi­zin boş ka­lı­şı­nın, boş bı­ra­kı­lı­şı­nın kü­re­sel ta­sa­rı­la­rın bir uzan­tı­sı ol­du­ğu­nu dü­şün­mek­ten ken­di­mi ala­mı­yo­rum. İn­san bu ka­dar müp­te­zel bir dü­ze­ni ken­di mil­le­ti­ne ön­gö­re­mez, ya­kış­tı­ra­maz.
Kü­çük­yıl­maz Bü­lent Bey, eği­tim sos­yo­lo­ji­si açı­sın­dan de­ğer­len­di­ril­di­ğin­de, top­lum­sal şid­de­te kar­şı alı­na­cak ön­lem­ler bağ­la­mın­da ne­ler söy­le­ye­bi­lir­si­niz?
Şen Şid­de­ti ta­nım­la­mak için bir de­fa onun eşit­lik­le ala­ka­sı­nı ke­sin ola­rak ortaya koy­ma­mız ge­re­ki­yor. Bu eşit­li­ği ne po­zis­yon­da dü­şü­nür­se­niz dü­şü­nün. Çün­kü bu­nu sağ­la­ya­ma­dı­ğı­nız müd­det­çe, bun­da­ki bü­tün ku­sur­lar bir şe­kil­de şid­det ola­rak top­lu­ma, bi­re­yin ken­di­si­ne ve dev­le­te ge­ri ge­le­cek­tir.
Ka­ya­pı­nar Eşit­lik­le ne kas­tet­ti­ği­ni­zi aça­bi­lir mi­si­niz? 
Şen Me­se­la eği­tim sos­yo­lo­ji­sin­de kul­lan­dı­ğı­mız fır­sat eşit­li­ği. Fır­sat eşit­li­ği kav­ra­mı as­lın­da tam bir Ame­ri­kan tar­zı re­ka­bet­çi-ya­rış­ma­cı kül­tür çağ­rı­şı­mı­nı da içi­ne ka­tan bir an­la­yış. Siz, bu ül­ke­nin bir va­tan­da­şı ola­rak her­kes­le eşit ko­şul­lar­da ya­rı­şıp, da­ha çok ter akı­tıp, da­ha çok ça­lı­şıp sta­tü­ler el­de ede­bi­lir­si­niz. Geç­miş dö­nem­le­rin do­ğuş­tan ka­za­nı­lan soy te­mel­li sta­tü­le­ri­nin dev­ri ar­tık bit­miş­tir. Sa­de­ce eği­tim ens­trü­ma­nı­nı kul­la­na­rak da­hi ar­zu­la­dı­ğı­nız nok­ta­la­ra ge­le­bi­lir­si­niz. Do­la­yı­sıy­la dev­le­tin bu­ra­da­ki ro­lü ne­dir? Özet­le, bu mo­bi­li­zas­yo­nun ka­nal­la­rı­nı açık tut­mak ve bir ne­vi ka­ba­ca söy­le­ye­cek olur­sak de­mok­ra­tik­leş­mek­ten ge­çer. Hâl­bu­ki bu­nun biz­zat öz­gün mo­de­li­ni al­dı­ğı­mız Ame­ri­ka’ya bak­tı­ğı­mız za­man bi­le burs sis­te­mi, özel okul­lar, özel üni­ver­si­te­ler, ko­lej­ler bu söy­le­min ak­si bir du­rum­la bi­zi kar­şı kar­şı­ya bı­ra­kı­yor. İn­sa­na ba­kı­şı­mı­zın içi­ni eşit­lik­le dol­dur­ma­mız ge­re­ki­yor. Bu kav­ra­mın ay­nı za­man­da in­san­la­rı mü­ca­de­le­ye da­vet eden, ta­raf ol­ma­ya iten bir ya­nı da var. Do­la­yı­sıy­la bu­ra­dan ha­re­ket­le dev­le­tin ya­nı sı­ra, ay­dın­la­rın da bir so­rum­lu­lu­ğu var bu­ra­da. Ne­dir bu? Na­sıl bir top­lum ön­gö­rü­yo­ruz me­se­la? Her şe­yin de­ğiş­ti­ği bir çağ­da dev­le­tin, top­lu­mun ve bel­li ka­te­go­ri­le­rin hâ­lâ ken­di ka­tı ger­çek­lik­le­ri için­de var­lık­la­rı­nı sür­dü­re­bi­le­cek­le­ri­ni id­di­a ede­me­yiz. Bi­zim ter­ci­hi­miz ne ola­cak­tır bu nok­ta­dan son­ra? Ya­rış­ma­cı bir kül­tür ko­du mu? Eğer öy­ley­se, mev­cut eği­tim sis­te­mi­ni de dö­nüş­tü­re­rek, böy­le bir in­san ti­pi­ni ye­tiş­ti­re­cek bir an­la­yı­şı mı ba­ki kı­la­ca­ğız? Yok­sa kök­le­ri­miz­de va­ro­lan ve bi­zim kim­li­ği­mi­zi üre­ten bir kay­nak ola­rak eşit­lik­çi kül­tür mü hâ­kim ola­cak? Zen­gin­li­ğin bel­li bir edep sı­nır­la­rı içe­ri­sin­de ve pay­la­şım­cı özel­li­ği be­lir­gin bir tarz­da ya­şan­dı­ğı bir dö­nem­den bu­gün bir gös­te­riş­çi-tü­ke­tim top­lu­mu ha­li­ne gel­dik.
Ka­ya­pı­nar Bi­raz ön­ce Ke­mal Bey, “fır­sat eşit­li­ği var­sa ümit ka­pı­sı açık; ama söz­de kal­mış­sa, ümit ka­pı­sı ka­pa­nı­yor” de­di. Fır­sat eşit­li­ği­ni ger­çek an­lam­da te­sis ede­me­di­ği­miz için mi şid­det yük­se­li­yor?
Şen As­lın­da Tür­ki­ye, Os­man­lı’nın son dö­nem­le­rin­de baş­la­yan ve za­man için­de sü­rek­li kı­rıl­ma­la­ra uğ­ra­yan, fa­kat her bir kı­rıl­ma­da kök­le­rin­den da­ha da kop­tu­ğu bir dö­nü­şüm sü­re­ci­ni ya­şı­yor. Bu­na, ge­nel ola­rak mo­dern­leş­me/Ba­tı­lı­laş­ma de­mi­şiz. Bu sü­reç­te, adı­na Türk top­lu­mu ve­ya Türk mil­le­ti de­di­ği­miz şe­yi oluş­tu­ran te­mel de­ğer­ler git­tik­çe za­yıf­la­dı; hat­ta za­yıf­la­tıl­dı. Bir an­lam dün­ya­sın­dan vaz­ge­çil­di; fa­kat ye­ri­ne ye­ni bir ah­lak ya da ye­ni bir bir­leş­ti­ri­ci ruh ko­na­ma­dı. Ge­li­şen sü­reç her an­lam­da bir par­ça­lan­ma­yı do­ğur­du. Bu­gün ya­şa­dık­la­rı­mız da, ka­na­atim­ce, her alan­da ya­şa­dı­ğı­mız bu par­ça­lan­mış­lı­ğın ve bu­na bağ­lı ola­rak or­ta­ya çı­kan boş­lu­ğun bi­rer ürü­nü. Ay­nı boş­lu­ğu ve şid­de­ti; si­ya­set­te, aka­de­mi­de, ai­le ya­pı­sın­da, ka­dın-er­kek iliş­ki­le­rin­de, ti­ca­rî iliş­ki­ler­de, eği­tim­de vb. gö­rü­yo­ruz. Dev­le­tin bu sü­reç­te­ki ro­lü, en te­mel­de mil­let­te­ki bu bir­lik­te­li­ğin bir yan­sı­ma­sı ve sür­dü­rü­cü­sü ol­ma­sı ge­re­kir­ken, tam ter­si bir ta­vır ge­liş­tir­me­sin­de­dir. Bu­na bağ­lı ola­rak or­ta­ya çı­kan bir di­ğer ger­çek de, dev­le­tin dol­du­ra­ma­dı­ğı bu boş­lu­ğun bir şe­kil­de dol­du­rulması, mil­le­tin ve de­ğer­le­ri­nin ya­şa­nan bu par­ça­lan­ma sü­re­cin­de ar­tan bir bi­çim­de yıp­ra­tıl­ma­sı­dır. Bu­gün ya­şa­dı­ğı­mız dü­zen­siz­lik­ler, boş­luk­lar, bu­na­lım­lar ve bü­tün bun­la­ra bağ­lı ola­rak ger­çek­le­şen şid­det, ka­na­atim­ce, bü­tü­nüy­le Ba­tı­lı­laş­ma sü­re­ci­nin bir so­nu­cu­dur. Ba­tı­lı­laş­ma si­ya­se­tiy­le fark­lı bir inan­ca, fark­lı bir kim­li­ğe ve fark­lı bir bi­rey ve top­lum an­la­yı­şı­na sa­hip ol­ma­mız ar­zu­lan­dı. Bu­gün, top­lum amaç­la­nan ye­ni kim­li­ğe ha­zır boş bi­rey­ler/zi­hin­ler ha­li­ne ge­ti­ril­me ça­ba­sı­nın so­nuç­la­rı dev­şi­ri­li­yor. Bun­dan son­ra­ki sü­reç­te, sü­re­cin bu şe­kil­de de­va­mı­na rı­za gös­te­ri­lir­se eğer, bi­rey ve top­lum an­la­yı­şı­mı­zın es­ki­si gi­bi ol­ma­ya­ca­ğı­nı gör­me­miz ge­re­ki­yor. İşin kö­tü­sü de, na­sıl bir bi­rey ve top­lum ola­ca­ğı­mız ko­nu­sun­da dü­şün­me ih­ti­ya­cı his­set­me­yi­şi­miz ve his­set­ti­ği­miz­de de han­gi or­tak de­ğer­ler üze­rin­den bu tar­tış­ma­yı yü­rü­te­ce­ği­mi­zin bel­li ol­ma­yı­şı­dır. Bu yö­nüy­le bak­tı­ğı­mız­da, bu sü­re­ci ya­şa­yan­lar ola­rak ge­liş­me­ler­den hu­zur­suz olu­yo­ruz. Fa­kat yüz­ler­ce yı­la ya­yı­lan bu si­ya­se­tin uy­gu­la­yı­cı­la­rı­nın top­lu­mu­mu­zun aley­hi­ne bir ba­şa­rı­sın­dan söz ede­bi­li­riz.
Me­te Ta­bii okul­lar­da ve so­kak­lar­da ço­cuk­luk­la genç­lik ara­sın­da­ki nes­lin şiddetin içine düşmesi sü­re­cin­de, pat­la­ma dü­ze­yi­ne va­ran bo­şan­ma­la­rın da çok önem­li bir ro­lü var. Tür­ki­ye’de di­ğer ül­ke­le­re na­za­ran hâ­lâ çok güç­lü olan ai­le ku­ru­mu şid­det­li bir sar­sın­tı ge­çi­ri­yor. Kor­kunç bir ora­na ula­şan bo­şan­ma­lar ve ai­le ku­ru­mu­nun çö­zül­me­si, şu an­ki sı­cak şid­de­tin yük­sel­me­sin­de önem­li bir et­ken.
 
Ge­le­nek­ten Mo­dern­li­ğe Ge­çiş ve Da­ğı­lan Ai­le
Sa­yar Mo­dern­leş­me de­mek, as­lın­da bü­rok­ra­tik­leş­me de­mek­tir; me­se­la nor­mal­de ge­le­nek­sel ola­rak an­ne-ba­ba­nın yap­ma­sı ge­re­ken gö­rev­le­rin oku­la tev­dî edil­me­si de­mek­tir. Çün­kü an­ne-ba­ba meş­gul, ka­ri­yer ya­pı­yor, iler­li­yor. Di­yo­ruz ki ar­tık, “sen ço­cu­ğu­na bak­ma, ba­ka­bi­le­cek du­rum­da ol­san da yu­va­ya ver, sos­yal­leş­me­si la­zım ço­cu­ğun, ora­da da­ha iyi ba­kı­lır ya da okul­da sen­den da­ha iyi öğ­re­tir­ler bil­gi­le­ri”. Ama zi­ra­at top­lum­la­rın­da an­ne-ba­ba ço­cu­ğun ya­nı ba­şın­da; ço­cuk ba­bay­la işe gi­di­yor, öğ­re­til­me­si ge­re­ken­le­ri an­ne-ba­ba öğ­re­ti­yor. Ba­bay­la ya­kın­lı­ğı do­ya do­ya ya­şı­yor ço­cuk. Mo­dern­leş­mey­le be­ra­ber ön­ce ba­ba kay­bo­lu­yor, son­ra an­ne işe gi­di­yor; ço­cuk boş­luk­ta ka­lı­yor. Ame­ri­ka’da ya­pı­lan bir is­ta­tis­ti­ğe gö­re ço­cuk­lar, okul­da ve an­ne-ba­bay­la ge­çir­dik­le­ri za­ma­nın top­la­mın­dan da­ha faz­la­sı­nı te­le­viz­yon ya da vi­de­o oyun­la­rı, bil­gi­sa­yar kar­şı­sın­da ge­çi­ri­yor. Do­la­yı­sıy­la ebe­veyn­den sı­cak te­mas­la bir şey al­mı­yor. Okul­lar da ay­nı şe­kil­de so­ğuk ku­rum­lar ol­muş; öğ­ret­men­ler can­la­rın­dan bez­miş. De­ğer ta­şı­yı­cı­sı ola­rak iş­lev gö­re­mi­yor­lar. Ai­le her an hır gür için­de, ha­ya­tın şid­de­ti­ne ma­ruz kal­dı­ğı için bir­bir­le­ri­ne ta­ham­mü­lü azal­mış. Ço­cuk­lar bü­yük bir buh­ran için­de bü­yü­yor­lar. Be­nim kli­ni­ğim­de 13-14 ya­şın­da ken­di­le­ri­ni kes­me­ye baş­la­yan ço­cuk­lar var. “Ni­çin ke­si­yor­su­nuz ken­di­ni­zi?” di­yo­rum, “ben an­cak böy­le ken­di­me acı ve­re­rek va­rol­du­ğu­mu his­se­di­yo­rum” di­yor ço­cuk. O ço­cuk­la­rın di­lin­den öy­le şa­i­ra­ne söz­ler dö­kü­lü­yor ki, bir ta­ne­si ge­çen gün “her in­sa­nın için­de bir umut şeh­ri var­dır, ha­yal­le­ri­miz­le bu umut şeh­ri bü­yür” di­yor. Çok ye­te­nek­li ço­cuk­lar var; ama so­nuç­ta bun­lar en yok­sul­la­rın, va­roş­la­rın ço­cuk­la­rı. Bo­şan­ma çok mü­him bir ha­di­se. Za­man ve dik­kat an­ne-ba­ba­la­rın ço­cu­ğa ve­re­ce­ği iki şey, bun­lar­la be­ra­ber ta­bi­i bir de şef­kat ve sev­gi. Bun­la­rın ol­ma­ma­sı gev­şek ai­le dü­ze­nin­de psi­ko­pa­ti­yi tır­man­dı­rı­yor. Psi­ko­pa­ti, baş­ka in­san­la­ra za­rar ver­di­ği hal­de bun­dan en ufak bir go­cun­ma, vic­dan aza­bı duy­ma­yan ki­şi­lik ya­pı­sı de­mek­tir. Böy­le bir ki­şi, ıs­tı­rap ve­rir, acı ve­rir, dö­ver öl­dü­rür ve hiç­bir şe­kil­de vic­dan aza­bı da duy­maz. “Hak edi­yor­du yap­tım” der. Tür­ki­ye’de psi­ko­pa­tik kül­tü­rün tır­man­dı­ğı­nı gö­rü­yo­rum; ya­ni öl­çü­süz, amaç­sız, ba­şı­boş şid­det tır­ma­nı­yor. 12 Ey­lül’de grup­la­rın uy­gu­la­dı­ğı po­li­tik şid­det­te za­man za­man vic­dan öğe­le­ri­ne rast­la­ya­bi­lir­si­niz. Zi­ra o, Pol Pot re­ji­mi­nin uy­gu­la­dı­ğı bir şid­det de­ğil. Tür­ki­ye gi­bi Müs­lü­man­lı­ğın de­ğer­le­ri­ni iç­sel­leş­tir­miş bir top­lum­da en ateş­li sol­cu­da bi­le o di­nin ma­ya­la­dı­ğı vic­da­nî öğe­le­re rast­la­ya­bi­lir­si­niz.
Kü­çük­yıl­maz Sağ-sol kav­ga­sın­da en azın­dan bir meş­ru­laş­tır­ma kay­gı­sı var; şid­de­te baş­vu­ru­lu­yor ama bir po­li­tik ide­al, ken­din­ce yü­ce bir gâ­ye uğ­ru­na... Şim­di ise ge­rek­çe­siz bir şid­det yay­gın­la­şı­yor.
Sa­yar Evet, bu çok da­ha teh­li­ke­li. 1980 ön­ce­sin­de­ki­nin de ge­ri pla­nın­da bü­yük, ko­da­man psi­ko­pat­lar var­dı; sah­ne­ye ise ma­sum Ana­do­lu ço­cuk­la­rı çı­kı­yor­du. “Biz bu mem­le­ke­ti kur­ta­ra­ca­ğız” di­yor­lar­dı; ama ar­ka­la­rın­da ge­ne te­keb­bür eden kor­kunç bir psi­ko­pa­tik güç var­dı. Bu­ra­da Ömer Bey’in tes­pi­ti­ne ka­tı­lı­yo­rum; genç­li­ğin, mil­lî eği­ti­min bir pro­je kap­sa­mın­da felç edil­di­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum. Biz okul­la­rı­mız­da hiç­bir şey öğ­re­te­mi­yo­ruz, hiç­bir de­ğer, hiç­bir eği­tim al­mı­yor­lar; içi boş ço­cuk­lar ye­tiş­ti­ri­yo­ruz. Hap kul­la­nı­mı çok yay­gın. Üm­ra­ni­ye’de, bi­raz da­ha Ana­do­lu kö­ken­li in­san­la­rın ağır­lık­lı ol­du­ğu bir bel­de­de, or­tao­kul ve li­se­ler­de iki se­ne ön­ce ya­pı­lan bir araş­tır­ma­ya gö­re uyuş­tu­ru­cu kul­la­nım ora­nı %60 art­mış.
 
Uyuş­tu­ru­cu Fak­tö­rü ve Şid­det
Me­te Bu iş, bö­lü­cü ör­gü­tün de­ne­ti­min­de­dir ve ken­di böl­ge­sin­den ol­du­ğu­nu dü­şün­dü­ğü in­san­la­rın ço­cuk­la­rı­nın bu has­ta­lı­ğa bu­laş­ma­ma­la­rı için özen gös­ter­mek­te­dir. On­la­rı sa­tı­cı ya­pa­bi­lir­ler; ama kul­la­nı­cı yap­ma­ma ko­nu­su­na dik­kat eder­ler. Pro­je ol­du­ğun­dan şüp­he duy­ma­dı­ğım bu fe­la­ket, med­ya­nın ço­ğu bi­linç­siz un­sur­la­rıy­la ay­rı­ca teş­vik edi­li­yor ve ge­liş­ti­ri­li­yor. Me­se­la ha­yal gü­cü par­lak ama ya­şa­yış­la­rı maz­but ya­zar­la­ra “es­rar iç­mi­yor­sa­nız, yaz­dı­ğı­nız bun­ca şe­yi ne­re­den ça­lı­yor­su­nuz?” di­yor­lar. “Af­yon, es­rar kul­lan­mı­yor­su­nuz, bu ha­yal gü­cü ne­re­den?” di­ye so­ru­yor­lar. Es­rar kul­la­nı­mı o ka­dar do­ğal, ru­tin bir uy­gu­la­ma ki. Uyuş­tu­ru­cu kul­lan­mak te­le­viz­yon sek­tö­rü için­de ça­lı­şan­lar­da çok yay­gın… Bu in­san­lar du­rum­la­rın­dan şi­kâ­yet­çi­dir­ler, de­ğil­dir­ler; ay­rı ko­nu. Şüp­he­siz med­ya­da bu ve ben­ze­ri fe­la­ket­le­re kar­şı sa­mi­mi­yet­le mü­ca­de­le et­mek is­te­yen­ler var­dır. Ama öy­le ya da böy­le med­ya­nın yap­tı­ğı ya­yın­lar, özel­lik­le bir pro­jey­le boş bı­ra­kıl­mış apo­li­tik genç­li­ğin uyuş­tu­ru­cu­ya yö­nel­me­si­ne se­bep olu­yor. Uyuş­tu­ru­cu pa­zar­la­yı­cı­sı ka­dar bu fa­cia­ya des­tek ver­miş olu­yor­lar. Sa­de­ce klip ya­yın­la­yan ba­zı ka­nal­la­rı sey­re­den genç­ler, müp­te­zel bir şe­kil­de zevk düş­kün­lü­ğü için­de sür­dür­dük­le­ri ha­yat­la­rın­da uyuş­tu­ru­cu­yu bir sıç­ra­ma ara­cı sa­yı­yor­lar. Ha­ni umut şe­hir­le­ri yı­kıl­mış olan­la­rın, ye­ni umut şe­hir­le­ri­ni ku­ra­bil­me­le­ri­nin tek yo­lu uyuş­tu­ru­cu. Do­la­yı­sıy­la is­te­di­ği­niz ka­dar ya­yın ya­pın uyuş­tu­ru­cu­nun aley­hi­ne, as­lın­da med­ya ola­rak siz bu tar­la­yı eken­si­niz.
 
Med­ya ve Şid­det
Kü­çük­yıl­maz İle­ti­şim te­ori­le­rin­de med­ya­nın şid­de­ti ve cin­sel­li­ği yay­ma­sıy­la il­gi­li ola­rak iki ba­şat gö­rüş or­ta­ya çı­kı­yor. Bi­rin­ci­si, med­ya­nın şid­det ve cin­sel­lik içe­ren ya­yın­lar yap­ma­sıy­la bu tür dav­ra­nış­la­rın gün­lük, sı­ra­dan ve meş­ru bir ni­te­lik ka­zan­ma­sı­na ne­den ol­du­ğu söy­le­ni­yor. İkin­ci­si ise, med­ya­nın top­lum­da var olan şid­de­ti yan­sı­ta­rak hem bir sa­nal tat­min sağ­la­dı­ğı, hem de uya­rı­cı bir iş­levi ye­ri­ne ge­tir­di­ği; do­la­yı­sıy­la, da­ha fan­tazm aşa­ma­sın­da iken, so­mut­laş­ma­dan, ey­le­me dö­nüş­me­den şid­det dür­tü­sü­nü bas­tır­dı­ğı ile­ri sü­rü­lü­yor. Med­ya ge­nel­de ikin­ci­si­ni des­tek­le­me­yi ter­cih edi­yor. Bu iki gö­rü­şe yak­la­şı­mı­nız na­sıl?
Sa­yar Bi­nin üze­rin­de araş­tır­ma var bu ko­nu­da. Çı­kan hâ­sı­la şu: Med­ya­da ve vi­de­o oyun­la­rın­da şid­det ne ka­dar çok­sa, ço­cu­ğun ya da gen­cin ger­çek ha­yat­ta şid­de­ti bir va­sı­ta ola­rak kul­lan­ma du­ru­mu o ka­dar çok. Araş­tır­ma­lar­da çok ke­sin bir şe­kil­de bi­re­bir ne­den­sel bir iliş­ki ku­ru­la­mı­yor; ya­ni bi­lim­sel yön­tem bi­ze bu ke­sin­lik­te bir ve­ri sun­mu­yor. Fa­kat du­yar­lı­lık aza­lı­yor, şid­det da­ha ko­lay kul­la­nı­la­bi­lir ha­le ge­li­yor, sı­ra­dan­la­şı­yor. Ta­bii şid­de­tin çok faz­la ol­ma­sıy­la be­ra­ber dün­ya­nın da­ha kö­tü bir res­mi de or­ta­ya çı­kı­yor. Şid­de­ti uy­gu­la­yan ki­şi­le­rin ro­man­ti­ze edil­me­si bu­ra­da önem­li. Me­se­la şid­de­tin ol­du­ğu bir ya­pım­da kö­tü­ler de­ğil de iyi­ler ce­za­lan­dı­rı­lı­yor. İyi­le­ri ce­za­lan­dı­ra­rak şid­det ya­pan ki­şi ro­man­ti­ze edil­di­ğin­de, kö­tü kah­ra­man yü­cel­til­di­ğin­de, o ki­şi­ler­le öz­de­şim kur­mak su­re­tiy­le genç­ler ve ço­cuk­lar da ora­ya doğ­ru yö­ne­le­bi­li­yor­lar. Ta­bii bel­li grup­lar da­ha has­sas bu ko­nu­da. As­lın­da he­pi­miz so­nuç­ta Kurt­lar Va­di­si’ni sey­re­der­ken bu­nun bir si­ne­ma ya­pı­mı ol­du­ğu­nu, bir kur­gu ol­du­ğu­nu bi­le­rek sey­re­di­yo­ruz. Fa­kat iki grup bü­yük bir risk al­tın­da: Bi­rin­ci­si, 8 ya­şı­nın al­tın­da­ki ço­cuk­lar ki, bun­lar ger­çe­ği ve fan­te­zi­yi ayırt ede­mezler; di­ğe­ri ise er­gen­ler ki, bun­lar da et­raf­la­rı­nı çok dik­kat­li sey­re­de­rek öz­de­şim ku­ra­cak fi­gür­ler arar­lar. An­ne-ba­ba çok ye­ter­li ol­sa da­hi er­gen ço­cuk, dış dün­ya­yı ar­tık ta­nı­ma­ya baş­la­mış­tır, dış dün­ya­da ayak­la­rı­nın üs­tün­de du­ra­bil­me­nin he­sap­la­rı­nı yap­mak­ta­dır. Hem ak­ra­ba çev­re­sin­den, hem de ar­ka­daş çev­re­sin­den öz­deş­le­şe­bi­le­ce­ği, ya­kın­lık ku­ra­bi­le­ce­ği ki­şi­ler arar. Bu yüz­den on­lar, bu tür te­le­viz­yon fi­gür­le­riy­le çok ko­lay öz­de­şim ku­ru­yor­lar ve on­la­rın dav­ra­nış ka­lıp­la­rı­nı be­nim­se­ye­bi­li­yor. Ama ço­cuk­lu­ğu­nu şef­kat ve sev­giy­le do­ya do­ya ya­şa­mış, an­ne-ba­ba ko­nu­sun­da her­han­gi bir ek­sik­lik his­set­me­miş bir ço­cuk Kurt­lar Va­di­si’nden olum­suz et­ki­len­mez. Kurt­lar Va­di­si ne­dir? Ben­ce ba­sı­nın di­li­mi­ze do­la­dı­ğı gi­bi, o ka­dar da kö­tü bir şey de­ğil. On­dan çok da­ha kö­tü prog­ram­lar da var. So­nuç­ta Kurt­lar Va­di­si kö­tü­le­ri ce­za­lan­dı­rı­yor. Bu ba­kım­dan çok da en­di­şe edi­le­cek bir şey de­ğil. Ta­bii yer yer çok öl­çü­süz şid­det sah­ne­le­ri­ne yer ve­ril­di­ği ol­du, ben de bi­za­ti­hi eleş­tir­dim, de­meç­ler ver­dim. Ama son­la­ra doğ­ru o da dü­zel­di. Do­la­yı­sıy­la ora­da­ki şid­de­tin ür­kü­tü­cü ol­du­ğu­nu zan­net­mi­yo­rum.
Kü­çük­yıl­maz Kurt­lar Va­di­si, De­li Yü­rek tü­rü di­zi­ler po­tan­si­yel şid­de­ti bes­le­mek­ten zi­ya­de, şid­de­tin bi­çi­mi­ni mi be­lir­li­yor o za­man? Çün­kü me­se­la bel­li bi­çim­ler var; ka­fa­ya tek kur­şun sık­mak, to­puk­tan vur­mak gi­bi…
Sa­yar Po­tan­si­yel ola­rak şid­det za­ten var. Şöy­le bir cüm­le söy­le­ye­yim: Sa­nat de­di­ği­miz şey duy­gu­la­rın kon­trol­lü bir şe­kil­de dı­şa vu­rul­ma­sı­nı sağ­lar. Film de, kur­gu­sal eser­ler de, içi­miz­de­ki duy­gu­la­rı bir şe­kil­de bo­şal­tı­yor. Kurt­lar Va­di­si Irak fil­mi­ni çek­ti me­se­la Ömer Bey. Ne yap­tı­lar? İn­san­la­rın için­de bu­lu­nan bu öf­ke­yi, hak­sız­lı­ğa uğ­ra­mış­lık duy­gu­su­nu, o bü­yük gü­ce kar­şı duy­duk­la­rı öf­ke­yi dı­şa­rı bo­şalt­tı­lar kon­trol­lü bir şe­kil­de. Ta­bii bu da in­san­lar­da psi­ko­lo­jik bir iş­lev gör­dü, on­la­rın ra­hat­la­ma­la­rı­nı sağ­la­dı. So­nuç­ta şid­det çok öl­çü­süz kul­la­nıl­ma­dı­ğı sü­re­ce te­le­viz­yon ya­pım­la­rı­nın vaz­geç­me­ye­ce­ği bir şey. Çün­kü çok gü­zel bir dün­ya ta­sav­vu­ru ken­di­ni iz­let­mi­yor se­yir­ci­ye. Ay­rı­ca bu şe­kil­de sa­de­ce şid­de­tin bel­li doz­lar­da kul­la­nıl­ma­sı su­re­tiy­le ço­cuk­la­rın için­de­ki o ener­ji­yi al­dı­ğı­nı söy­le­yen bir li­te­ra­tür de var.
Kü­çük­yıl­maz Kurt­lar Va­di­si di­zi­si bir fe­no­men ol­du ha­ki­ka­ten. Ömer Bey, siz ger­çi da­ha çok De­li Yü­rek’le öz­deş­leş­miş­ti­niz...
Me­te Ben Kurt­lar Va­di­si di­zi­sin­de hiç yo­kum. Si­ne­ma fil­min­de bi­raz kat­kım var; ama onu da abart­mış­lar. Se­nar­yo sü­per­vi­zö­rü di­ye­rek bir jest yap­mış ar­ka­daş­lar; ama ken­di­le­ri­ne hak­sız­lık et­miş­ler. O ka­dar önem­li bir kat­kı de­ğil­di be­nim­ki, sa­de­ce ba­zı sah­ne­ler­le sı­nır­lı idi. Bu­nun dı­şın­da Kurt­lar Va­di­si di­zi­sin­de hiç yo­kum; hiç­bir aşa­ma­sın­da bir öne­ri­de bu­lun­muş de­ği­lim. Hat­ta ben bu can dost­la­rımdan, Tür­ki­ye’de sa­nal bir de­rin dev­let üret­tik­le­ri için bi­raz şi­kâ­yet­çiy­dim de. Ni­ye? Çün­kü ben­ce Tür­ki­ye’nin de­rin dev­le­ti yok­tur. Do­la­yı­sıyla T.C. dev­let ol­mak­tan çık­mış­tır. Ba­ğı­şık­lık sis­te­mi ol­ma­yan bir sis­te­me dev­let de­mi­yo­rum ben. Bu yüzden o di­zi sü­rer­ken, kar­deş­le­ri­mi eleş­tir­mek için de­ğil, öz­gür dü­şün­ce­mi ifa­de bağ­la­mın­da “de­rin dev­let de yok, dev­let de” de­yip du­ru­yor­dum. Ama bu­ra­da bu­nu sa­vun­ma ih­ti­ya­cı­nı da duy­mu­yo­rum. Be­nim için­de ol­du­ğum De­li Yü­rek di­zi­si ve­ya baş­ka bir ça­lış­ma top­lu­ma olum­suz bir et­ki ya­pa­bi­lir. Ni­ha­yet te­le­viz­yon­da­ki gö­rün­tü ma­ra­zî bir gö­rün­tü­dür. Ek­sik­tir, dü­şük­tür, so­run­lu­dur. Ni­ye? Çün­kü bir haf­ta­da 80 say­fa­lık bir me­tin oluş­tu­ra­cak­sı­nız ve bu­nu sey­re­di­le­bi­lir bir ürün ola­rak ye­tiş­ti­re­cek­si­niz… İn­sa­noğ­lun­da böy­le bir ye­te­nek, böy­le bir hız yok­tur. Çok hız­lı ya­zı­yo­rum, çok hız­lı üre­tip dü­şü­nü­yo­rum, hat­ta bu pi­ya­sa­da­ki­le­rin bel­ki en hız­lı­sı­yım. Ama bu hız­da yük­sek bir ka­li­te tut­tur­mak müm­kün de­ğil. Se­nar­yo­da is­tif ya­pa­rak baş­la­mış ol­sa­nız bi­le, bir müd­det son­ra haf­ta­da bir bu­nu ye­tiş­tir­mek zo­run­da­sı­nız. Bu­ra­da ka­li­te ola­maz, de­ne­tim ola­maz. Bu­ra­da akıl her şe­yi kon­trol et­me­ye ye­ti­şe­cek za­ma­nı bu­la­maz. Te­le­viz­yon her ha­lü­kâr­da bir kül­tür or­ga­nı de­ğil, bir kül­tür­süz­lük or­ga­nı ol­mak zo­run­da. Tür­ki­ye’de bu iki kat da­ha faz­la böy­le. Şim­di Ke­mal Bey’in ifa­de et­ti­ği bu 7-8 yaş ön­ce­si ço­cuk­lar için Kurt­lar Va­di­si’nden çok da­ha şe­did çiz­gi film­ler var. He-man’i ha­tır­lar­sı­nız bel­ki. Med­ya­mı­zın işi sa­de­ce Kurt­lar Va­di­si’ne in­dir­ge­me­si, as­lın­da “şid­de­ti gör­sel bir mal­ze­me ola­rak kul­la­nan Ame­ri­kan kül­tü­rü­nü, Ame­ri­kan de­ğer­le­ri­ni yay­gın bir şe­kil­de iş­le­yin ama yer­li mo­tif­le bu­nu yap­ma­yın” di­yen bir prog­ram gi­bi gö­rü­nü­yor. Do­la­yı­sıy­la bu, sa­mi­mi bir fer­yat de­ğil­dir, ger­çek­ten şid­det mağ­du­ru bir top­lu­mun med­ya­sı­nın ha­li­sa­ne ni­yet­le ver­di­ği bir tep­ki de­ğil­dir. Eğer Kurt­lar Va­di­si’ni sol­cu­lar yap­mış ol­sa­lar­dı, çok net söy­lü­yo­rum, onun top­lu­ma ne ka­dar da bü­yük hiz­met­ler yap­tı­ğı­nı, ne ka­dar üs­tün ve yü­ce bir sa­nat ese­ri ol­du­ğu­nu des­tan­lar ha­lin­de an­la­tır­lar­dı. Şim­di bu­ra­da bir baş­ka ger­çek­li­ği de gör­me­miz la­zım. Te­le­viz­yon­la­rı­mı­za bak­tı­ğı­nız za­man, bu­ra­sı Irak mı, Tür­ki­ye mi di­ye ka­rış­tı­rı­yor­su­nuz. Tür­ki­ye dün­ya­da şid­de­tin en dü­şük yo­ğun­luk­lu ya­şan­dı­ğı ül­ke­ler­den bi­ri ol­ma­sı­na rağ­men, se­çip se­çip top­lu­ma, ava­ma özel­lik­le sun­duk­la­rı gö­rün­tü­ler, sa­bah­tan ak­şa­ma ka­dar şid­det için­de yüz­dü­ğü­mü­zü dü­şün­dür­tü­yor. Do­la­yı­sıy­la şu an­da şi­ka­yet et­ti­ği­miz özel­lik­le çok genç, er­gen­lik ça­ğın­da­ki kit­le üze­rin­de­ki ye­ni şid­det dal­ga­sı­nın en önem­li et­ken­le­rin­den bi­ri­si, bu bom­bar­dı­man­dır. Za­ten ba­na bu duy­gu­yu tra­fik­te do­laş­mak ve­ri­yor, bu te­rö­re uğ­ru­yo­rum ye­te­rin­ce. Bir de ak­şam eve ge­lip bir ha­ber bül­te­ni sey­re­din­ce, “ne kor­kunç bir ül­ke­de ya­şı­yo­rum; şah­sen be­nim tra­fik­te ya­şa­dı­ğım­dan çok da­ha iğ­ren­ci var­mış” di­yo­rum. Med­ya­nın hiç­bir ku­ra­lı yok ar­tık. Med­ya bek­le­nen en ma­sum hiz­me­ti­ni de ya­pa­mı­yor. Ne­dir o? Top­lu­ma ay­na ol­mak; ne bü­yü­ten, ne kü­çül­ten düz bir ay­na.
Kü­çük­yıl­maz Ke­mal Bey med­ya­nın şid­det­le iliş­ki­sin­den bah­se­der­ken, “he­pi­miz aşa­ğı yu­ka­rı bu­nun sa­nal bir kur­gu ol­du­ğu­nun far­kın­da­yız” de­di. Fa­kat Kurt­lar Va­di­si tü­rü ya­pım­lar­la il­gi­li ola­rak, özel­lik­le 8 yaş al­tı ço­cuk­la­rın ve er­gen­le­rin teh­li­ke al­tın­da ol­du­ğu­nu söy­le­di. Kurt­lar Va­di­si di­zi­sin­de bu öz­de­şim kur­ma işi çok cid­di bo­yut­la­ra var­ma­dı mı? Me­se­la di­zi­de­ki Ça­kır ölün­ce, Ana­do­lu’nun çe­şit­li kent­le­rin­de mev­lit oku­tan­lar, ye­rel ga­ze­te­le­re ta­zi­ye ila­nı ve­ren­ler ol­du. Da­ha­sı, Ça­kır’ın di­zi­de­ki ka­ti­li Cer­rah­pa­şa­lı Ha­lit, Ak Mer­kez’de sil­le to­kat da­yak ye­di bir grup­tan.
Me­te Za­ten o olay ol­ma­dan ön­ce kli­nik­te ol­ma­sı ge­re­ken adam­lar de­ğil mi bun­lar? Üç-beş ah­mak çı­ka­cak­tır ta­bi­i.
Kü­çük­yıl­maz Ben de, “aca­ba Nas­ret­tin Ho­ca’nın to­run­la­rı es­pri mi ya­pı­yor?” de­dim; ama öy­le de­ğil.
Me­te Bun­lar baş­ka ül­ke­ler­de de gö­rü­len şey­ler. Bu­nun Ame­ri­kan top­lu­mun­da ol­ma­dı­ğı­nı mı zan­ne­di­yor­sun? Çok da­ha ko­mik­le­ri var ora­da.
Kü­çük­yıl­maz Biz­de bu tip şey­ler aca­ba med­ya kül­tü­rü­nün ye­ni ol­ma­sın­dan mı kay­nak­la­nı­yor? Ta­mam, şid­det kül­tü­rü bir şe­kil­de in­san do­ğa­sıy­la ilin­ti­li ol­du­ğu için baş­tan be­ri var. Ama med­ya­nın biz­de ku­rum­sal­laş­ma­sı­nı ta­mam­la­dı­ğı, etik kod­la­rı­nın oluş­tu­ğu da söy­le­ne­mez. Ye­ni bir ol­gu med­ya.
Me­te Dün­ya­nın hiç­bir ye­rin­de yok bun­lar. Med­ya, ilk ga­ze­te çık­tı­ğın­dan bu ya­na ne­dir bi­li­yor mu­su­nuz? Va­tan­da­şın do­ğa­sın­da var olan de­di­ko­du ih­ti­ya­cı­nı kar­şı­la­yan, ken­di­si teş­hir­ci olan ve va­tan­da­şı da teş­hir­ci ya­pan bir me­ka­niz­ma­dır. İn­sa­nın pa­to­lo­jik bo­zuk­luk­la­rı için varol­muş­tur ve onun için va­rol­ma­ya de­vam ede­cek­tir.
Sa­yar Bu­nu te­yit eden bir mi­sal ola­rak; ga­ze­te­ler, top­lu­ma zer­re ka­dar fay­da­sı ol­ma­yan bir sü­rü pop şar­kı­cı­sı­nın, man­ke­nin özel ha­yat­la­rıy­la do­lu­dur. Bun­la­rı adam ye­ri­ne ko­yu­yor, otu­rup çar­şaf çar­şaf rö­por­taj ya­pı­yor­lar. As­lın­da bun­lar in­san­la­rı hiç il­gi­len­dir­mez, onu oku­mak­la da top­lu­ma bir fay­da zu­hur et­mez; sa­de­ce de­di­ko­du ih­ti­ya­cı­nı kar­şı­la­mış olur. Bu söy­le­di­ği­niz da­ha zi­ya­de in­san­la­rın ger­çek ve fan­te­zi­yi ayırt ede­me­me­siy­le, hem ze­ka yaş­la­rıy­la, hem de ruh­sal ol­gun­luk­la­rıy­la ala­ka­lı bir şey. Biz te­le­viz­yon ay­gı­tıy­la uzun geç­mi­şi olan bir top­lum de­ği­liz. Ek­ran­da gör­dü­ğümüz çok ça­buk öz­de­şim ku­ra­bi­li­yo­ruz; bu ba­kım­dan ço­cuk­su özel­lik­le­ri­mi­zin ön plan­da ol­du­ğu söy­le­ne­bi­lir. Çün­kü te­le­viz­yon, her­kes ta­ra­fın­dan fark­lı fark­lı sey­re­di­lir. Me­se­la Dal­las di­zi­si­ni be­nim ba­ba­an­nem de sey­re­di­yor­du rah­met­li. Fa­kat çok kuv­vet­li bir ah­la­kî vur­guy­la sey­re­di­yor­du. “Vah vah çok ah­lak­sız bir ka­dın şu ...” di­yor­du. Her gör­dü­ğü şe­yi onay­la­mı­yor, on­la­rı ken­di Müs­lü­man kod­la­rın­dan sü­ze­rek alı­yor­du. Her­kes ken­di kül­tü­rel geç­mi­şiy­le, dün­ya gö­rü­şüy­le ba­zı şey­le­ri bir­leş­ti­re­rek onu sey­re­der.
Kü­çük­yıl­maz O za­man şu an­da ko­ru­ma, süz­me me­ka­niz­ma­sı da yok ve top­lum çok sa­vun­ma­sız bir şe­kil­de med­ya­ya ma­ruz ka­lı­yor. Da­ha ür­kü­tü­cü bir du­rum var or­ta­da. İs­ter­se­niz, şu so­ruy­la bi­ti­re­lim: Bu or­tam­da top­lum­sal şid­de­te kar­şı dev­le­tin bir bi­re­yi ola­rak ne ya­pa­bi­li­riz? Bir de dev­le­tin ku­rum­la­rı­na acil ola­rak ne tek­lif ede­bi­li­riz?
Me­te Bu ko­nu­da çok ba­sit bir şey dü­şü­nü­yo­rum. Şu an­da acil ola­rak bi­rin­ci sı­nıf­tan en az üçün­cü sı­nı­fa ka­dar, baş­ka bir şey öğ­ret­me­den -oku­ma ve yaz­ma­yı o ara­da na­sıl ol­sa öğ­re­nir­ler- tür­kü der­si koy­ma­yı tek­lif edi­yo­rum.
Kü­çük­yıl­maz Tür­kü der­ken, ge­niş an­lam­da ma­sal da ola­bi­lir, des­tan da…
Me­te Ma­sal, des­tan ola­bi­lir; ama tür­kü ez­gi­siy­le be­ra­ber kon­ma­lı. Özel­lik­le ye­ni nes­lin ku­lak­la­rı­nı kur­tar­ma­mız la­zım. Bi­zi ku­lak­la­rı­mız­dan vu­ra vu­ra yık­tı­lar. Her bir tür­kü­müz as­lın­da bi­rer film, bi­rer des­tan­dır. Ge­nel ah­lak öl­çüt­le­ri içe­ri­sin­de ba­zı ay­kı­rı söz­ler içe­ren tür­kü­le­ri­miz ol­mak­la be­ra­ber, bun­la­rı ayık­la­dı­ğı­mız za­man or­ta­ya ço­cuk­la­rı­mı­zın kül­tü­rü­mü­zü en kes­tir­me yol­dan kav­ra­ya­bi­le­cek­le­ri ve ter­bi­ye­le­ri­ni ge­liş­ti­re­cek­le­ri bir nu­ma­ra­lı eği­tim ara­cı ola­rak tür­kü der­si çı­kı­yor. Bu­nu be­şin­ci sı­nı­fa ka­dar da­hi öğ­re­ne­bi­lir­ler. Çün­kü şu an­da mil­lî eği­ti­mi­miz sa­de­ce boş şey­ler öğ­ret­mek­le kal­mı­yor, za­rar­lı şey­ler­le dol­du­ru­yor ço­cuk­la­rın ka­fa­sı­nı. Me­se­la ma­te­ma­tik der­sin­de öğ­re­ti­len kü­me­ler­den ço­cuk­la­rın ger­çek ha­yat­la­rın­da ya­rar­la­na­bi­le­cek­le­ri hiç­bir şey yok. Eğer ço­cu­ğun ma­te­ma­tik­le il­gi­li eği­li­mi var­sa, fark edi­lip za­ten ora­ya yön­len­di­ri­lir. Ama böy­le bir şey de yok. Bu­nun dı­şın­da ge­nel an­la­mıy­la bir pro­je ol­du­ğun­dan hiç kuş­ku duy­ma­dı­ğım, için­de uyuş­tu­ru­cu­nun da ol­du­ğu bu pis­lik­le kav­ga ede­bil­mek için asa­yiş­çi­le­rin de­ğil, 10–20 yıl son­ra­sı­na plan ya­pan, “de­rin dev­let” di­ye ta­nım­lan­ma­sı adet ha­li­ne gel­miş ba­ğı­şık­lık sis­te­mi­nin pro­je üret­me­si la­zım. Bu­nun için ön­ce ba­ğı­şık­lık sis­te­mi­nin ku­rul­ma­sı­nı, Tür­ki­ye’nin ye­ni­den bir dev­let ha­li­ne gel­me­si­ni bek­le­mek zo­run­da­yız.
Kü­çük­yıl­maz Te­şek­kür ede­rim. Bir sa­nat­çı yak­la­şı­mı ol­du­ğu için tür­kü tek­li­fi­nin önem­sen­me­si ge­rek­ti­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum. Bü­lent Bey, bir sos­yal bi­lim­ci ola­rak şid­de­tin aci­len ön­len­me­si­ne yö­ne­lik si­zin öne­ri­niz ne­dir?
Şen Ön­ce­lik­le şid­de­tin bel­li ka­te­go­ri­ler­de ele alın­ma­sı ge­re­ki­yor. Çün­kü şid­de­tin genç­lik şid­de­ti, okul­lar­da­ki şid­det, top­lum­sal şid­det gi­bi bir­çok çe­şi­di var. Ev­ve­la bun­lar­la il­gi­li am­pi­rik ve­ri­le­ri, göz­lem ve bi­ri­kim­le­ri­miz ışı­ğın­da oluş­tur­ma­mız ge­re­ki­yor. Bu­nun için de baş­ta bi­lim adam­la­rı­mı­za bü­yük gö­rev dü­şü­yor. Bu­gü­ne ka­dar ya­pı­lan araş­tır­ma­lar­da, “kent­sel şid­det” gi­bi çok kap­sam­lı baş­lık­lar yer al­dı. Ta­bii ki bu baş­lık­la­rın al­tı­nı dol­dur­mak ger­çek­ten zor. Bu­gü­ne ka­dar si­ya­sî, eko­no­mi-po­li­tik pek çok se­bep­le, kent­le­rin sos­yo­lo­jik ha­ri­ta­sı çı­ka­rı­la­ma­mış. Ha­ri­ta­sı çı­ka­rıl­ma­yan, hak­kın­da bir ve­ri sa­hi­bi olun­ma­yan bir şey/yer hak­kın­da na­sıl fi­kir sa­hi­bi olu­nur ya da yo­rum ya­pı­la­bi­lir? Bu an­lam­da sa­de­ce bi­lim adam­la­rı­na de­ğil, ay­dın­la­rı­mı­za da gö­rev düş­mek­te­dir. Ay­dı­nı­mı­zın ulu­sal çı­kar­la­ra bağ­lı so­rum­lu­luk bi­lin­ciy­le ko­nu­ya yak­laş­ma­sı­nın el­zem ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. Mut­la­ka bir bi­linç se­vi­ye­si­nin oluş­ma­sı; hat­ta duy­gu­sal pay­la­şım an­la­mın­da halk­la or­tak bir plat­form­da bir ara­ya ge­lin­me­si ge­re­ki­yor. Şid­det ko­nu­sun­da bir adım atı­la­cak­sa, bu, halk­la bir­lik­te ger­çek­leş­ti­ri­le­cek­tir. Ay­rı­ca dev­le­tin ge­nel ola­rak al­dı­ğı mak­ro eko­no­mik ka­rar­lar, ver­gi ve is­tih­dam po­li­ti­ka­la­rı, bun­la­rın dı­şın­da alt ya­pı ça­lış­ma­la­rı, ye­rel yö­ne­tim­le­rin hal­ka olan di­ya­log­la­rı gi­bi ba­sit gö­rü­nen şey­le­rin de, so­ru­nun kay­na­ğı­na inin­ce öne­mi or­ta­ya çık­mak­ta­dır. Çün­kü bun­la­rın et­ki­siz kal­dı­ğı yer­le­ri, çe­şit­li et­nik da­ya­nış­ma grup­la­rı ya da hem­şe­hri grup­la­rı dol­du­ra­bi­li­yor. Bu grup­lar da bir ara­ya ge­le­rek or­ga­ni­ze güç kar­şı­sın­da ta­viz ko­par­ma ve­ya bir pa­zar­lık gü­cü­ne dö­nü­şe­rek ku­ru­lu sis­tem­den pay alma­ya ka­dar gi­de­bi­li­yor­lar. Bu­nun te­me­lin­de, dev­let yar­dım­la­rı­nın eşit ve adil de­ğil de, ta­raf­lı bir şe­kil­de su­nul­ma­sı­nın kü­çüm­se­ne­me­ye­cek bir et­ki­si var. Çün­kü top­lum için­de sağ­lık hiz­me­ti gi­bi pek çok hiz­me­tin sağ­la­na­ma­ma­sı du­ru­mun­da, şid­de­tin to­hum­lan­dı­ğı ze­min de bir ne­vi ba­kir hal­de bı­ra­kıl­mış de­mek­tir. Bun­lar, kon­jonk­tü­rel ve­ya şu an­da ön­gö­rü­le­me­yen an­cak ge­le­cek­te ba­şı­mı­za çok bü­yük prob­lem aça­bi­le­cek olay­lar. Bü­tün bun­la­rın ya­nın­da ye­ni ve ak­tif şid­det kay­nak­la­rı­nın aci­len tes­pit edil­me­si ge­re­ki­yor. Bu­nun en son ör­ne­ği­ni Fran­sa’da gör­dük. Fran­sız sos­yal bi­lim­ci­le­ri, va­roş olay­la­rı­nı 10 yıl ön­ce­den ön­gö­re­bi­li­yor. Bi­lim adam­la­rı söz ko­nu­su ça­lış­ma­la­rı ön­ce­den or­ta­ya koy­du­ğu tak­dir­de, ha­zır ve­ri­ler top­lu­mun hiz­me­ti­ne en hız­lı şe­kil­de su­nu­la­bi­lir. Bu an­lam­da yok­sul­luk ko­nu­su­nu da önem­se­mek ge­re­kir. Şu an yok­sul­luk ne­de­niy­le bir pat­la­ma ol­ma­ya­bi­lir; ama ge­le­cek­te bu­nun ol­ma­ya­ca­ğı­nı kim­se ga­ran­ti ede­mez. Bu­ra­da ön­ce­lik­le dü­şün­me­miz ge­re­ken; var­lı­ğı­mı­zı top­lum ola­rak de­vam et­ti­rip et­ti­re­me­ye­ce­ği­miz­dir. Yi­ne top­lum de­yin­ce ne an­lı­yo­ruz? Ya­ni dev­let­ten bir şey­ler ko­pa­ran bir ki­şi, bi­ri­le­ri­nin pa­yı­na el uzat­mış ol­du­ğu­nu, onun ço­cu­ğu­na gi­de­cek ve­ya onun ya­rar­la­na­ca­ğı bir şe­ye el koy­muş ol­du­ğu­nu dü­şün­mü­yor­sa, so­run­la­rın çö­zül­me­si za­ten müm­kün de­ğil. Or­tak so­run­la­rı­mı­zı ta­nım­la­yıp, bun­la­rı çöz­me­ye yö­ne­lik bir an­la­yış ge­liş­tir­mek ge­re­kir. Me­se­la özel­lik­le bü­yük şe­hir­le­ri­miz­de inşa edilen bek­çi­ler, elek­tro­nik gü­ven­lik sis­tem­le­ri ve ka­lın du­var­lar­la sağ­la­nan ko­ru­nak­lı dün­ya, bu dün­ya­nın dı­şın­da ka­lan­la­rı po­tan­si­yel suç­lu, zen­ci, öte­ki, ya­ban­cı ola­rak gö­rü­yor. Böy­le bir or­tam­da ise, top­lum­sal bir­lik ve be­ra­ber­lik­ten söz et­mek müm­kün ol­maz.
Kü­çük­yıl­maz Siz, bir ruh he­ki­mi ola­rak aci­len han­gi ted­bir­le­ri öne­rir­si­niz?
Sa­yar Bü­lent Bey’i din­ler­ken bir Uru­gu­ay ata­sö­zü ak­lı­ma gel­di. Di­yor ki, “Ada­let de tıp­kı ısır­gan ot­la­rı gi­bi sa­de­ce çıp­lak ayak­la­rı ısı­rı­yor.” İş­te ada­le­tin sa­de­ce çıp­lak ayak­la­rı, aya­ğı­na gi­ye­cek bir şey bu­la­ma­yan­la­rı ısır­dı­ğı bir sis­tem ol­ma­ma­sı la­zım. Ben da­ha çok psi­ko­lo­jik öne­ri­ler­de bu­lu­na­ca­ğım. Ço­cuk ya da gen­cin ha­ya­tın­da an­ne-ba­ba­nın, varol­ma­sı la­zım. Sev­gi­yi do­ya­sı­ya ta­da­bi­len ku­şak­lar ye­tiş­tir­me­miz la­zım. Fert ol­ma­yı öğ­ren­me­miz la­zım. Me­se­la pek çok ço­cuk ai­le için­de an­ne­ye şid­det uy­gu­lan­dı­ğı­nı gö­re­rek bü­yü­yor. Do­la­yı­sıy­la ka­dın­la­ra kar­şı şid­de­t kul­lan­manın zo­run­lu bir şey ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yor. Ha­nım­lar şid­de­te rı­za gös­ter­me­me­li; çün­kü rı­za gös­ter­me­di­ği­niz za­man kar­şı ta­raf si­ze şid­det uy­gu­la­ya­mı­yor. Bu rı­za ile olan bir şey. Ez­ra Po­und’un çok gü­zel bir la­fı var: “Kö­le, ken­di­ni azad ede­cek bi­ri­ni bek­le­yen ki­şi­dir.” Do­la­yı­sıy­la siz ka­bul et­mez­se­niz, kim­se si­ze şid­det uy­gu­la­ya­maz. Te­le­viz­yon ko­nu­sun­da ise öne­rim şu: Te­le­viz­yon, an­ne-ba­ba ve ço­cuk ta­ra­fın­dan be­ra­ber sey­re­dil­me­li ve bir çiz­gi film­de me­se­la aşı­rı bir şid­det sah­ne­si ol­du­ğu za­man an­ne-ba­ba ço­cuk­la ko­nuş­ma­lı. Bu ko­nu­da “ne ol­du, ne bit­ti; aca­ba onun ca­nı yan­mış mı­dır, üzül­müş mü­dür” gi­bi, o şid­de­tin muh­te­mel so­nuç­la­rıy­la il­gi­li fi­kir alış­ve­ri­şin­de bu­lun­ma­lı­lar. Yi­ne hi­kâ­ye an­lat­ma­lı­yız ço­cuk­la­rı­mı­za. On­la­rı ger­çek ha­ya­tın ses­le­ri­ne aç­ma­lı­yız. Bel­ki bu bi­raz na­if bir öne­ri gi­bi gö­rü­nü­yor; ama di­yo­rum ki, te­le­viz­yon sey­ret­tir­me­yin ço­cuk­la­rı­nı­za. On­la­rı ca­mi­le­re, ki­li­se­le­re, hav­ra­la­ra gö­tü­rün, çar­şı-pa­zar do­laş­tı­rın; ço­cuk­lar ger­çek ha­ya­tın için­den ses­ler duy­sun­lar, ger­çek ha­yat­ta ne olup bit­ti­ği­nin far­kı­na var­sın­lar. Akıl has­ta­ne­le­ri­ne gö­tü­rün; akıl has­ta­la­rı na­sıl ya­şı­yor­lar, ne­ye ben­zi­yor­lar, gör­sün­ler. Has­ta­ne­le­re, hu­zur ev­le­ri­ne, ye­tiş­tir­me yurt­la­rı­na gö­tü­rün ki top­lu­mun da­ha de­za­van­taj­lı ke­sim­le­ri­nin ha­ya­tı hak­kın­da bir fi­kir­le­ri ol­sun. Ha­ya­tı te­le­viz­yon­da sey­re­de­rek de­ğil, biz­zat ya­şa­ya­rak, gö­re­rek öğ­ren­sin­ler. Dev­le­tin ka­ba gü­cün va­sı­ta­sı ol­ma­ma­sı, ka­ba güç uy­gu­la­mak is­te­yen grup­la­ra ha­mi­lik et­me­me­si la­zım. Bu ko­nu­da he­pi­miz hem­fi­ki­riz. Eği­ti­min de şef­ka­ti, di­ğer­kâm­lı­ğı öğ­re­te­bi­le­cek şe­kil­de ye­ni­den ya­pı­lan­dı­rıl­ma­sı ge­re­kir. Tür­kü ya da hi­kâ­ye ders­le­ri ko­na­bi­lir. Ba­kın, bu Ba­tı’da çok et­kin bir ge­le­nek­tir. Özel­lik­le da­ha ge­le­nek­sel İr­lan­da gi­bi top­lum­lar­da her se­ne hi­kâ­ye an­lat­ma ya­rış­ma­la­rı dü­zen­le­nir. Biz hi­kâ­ye an­lat­ma ge­le­ne­ği­mi­zi kay­be­di­yo­ruz. Bir de­ney ya­pın; gi­din bir sı­nı­fa, ço­cuk­la­ra “ba­na ka­fa­dan uy­du­ra­rak bir hi­kâ­ye an­la­tın” de­yin. An­la­ta­mı­yor ço­cuk­lar. Be­nim an­ne­an­ne­min öy­le aca­yip hi­kâ­ye­le­ri var ki, hay­ret edi­yo­rum o ka­dı­nın ir­fa­nı­na, bil­gi­si­ne… An­ne­an­ne­ler ku­şa­ğı böy­le bir ku­şak­tı. Şim­di ma­ale­sef gi­de­rek bu­nu kay­be­di­yo­ruz. Bun­lar­dan baş­ka uyuş­tu­ru­cu ile mü­ca­de­le için top­lum­sal se­fer­ber­lik ilan edi­le­bi­lir. Bu­nun için top­lum­da say­gın­lı­ğı olan fi­gür­le­rin ço­cuk­lar­la bi­re­bir te­mas kur­ma­sı la­zım. Top­lum­ca or­tak ka­bul gö­ren, se­vi­len ki­şi­le­rin bu ko­nu­da bir se­fer­ber­lik kam­pan­ya­sı­na ka­tıl­ma­sı sağ­lan­ma­lı. Ai­le­yi ko­ru­mak için eli­miz­den ge­le­ni yap­ma­lı­yız. Çün­kü ai­le, kalp­siz bir dün­ya­da son sı­ğı­nak­tır. Ar­tık mo­dern­leş­me­nin her şe­yi düm­düz et­ti­ği bir dün­ya­da, bi­zim ai­le­yi so­nu­na ka­dar sa­vun­ma­mız la­zım. Di­nin müş­fik ta­raf­la­rı­nın da­ha faz­la vur­gu­lan­ma­sı, ön pla­na çı­ka­rıl­ma­sı da en az bu­nun ka­dar önem­li­dir. Te­le­viz­yon­la­ra şid­det ko­nu­sun­da kır­mı­zı nok­ta uy­gu­lan­ma­lı. Yo­ğun şid­det içe­ren film­ler, ço­cuk­la­rın ayak­ta ola­bi­le­ce­ği sa­at­ler­de, pri­me-ti­me’da as­la ya­yın­lan­ma­ma­lı.
 
Kü­çük­yıl­maz Kat­kı­la­rı­nız için he­pi­ni­ze çok te­şek­kür­ler.

 


Paylaş Tavsiye Et