Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2006) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Hakaret özgürlüğü ‘insanî bir değer’ mi? / Konstantin Kosaçev, İzvestiya, 17 Şubat 2006

Rus Basını

Çeviri: Enise Smirnova

Halk arasında söylenen bir söz vardır: Herkes hata yapabilir; fakat yalnızca akılsız biri hatasında ısrar eder. Müslümanların inançlarına hakaret niteliğini taşıyan karikatürlerin Danimarka basınında ilk defa yayınlanmasını, daha birkaç ay önce Avrupa’nın sokaklarında yakılan arabalardan hiç ders çıkarmayanların, doğacak sonuçları önceden hesaplayamayanların tecrübesizliği olarak değerlendirebiliriz. Fakat Avrupa medyasının bu konuda el ele vermesiyle kışkırtıcı karikatürlerin birkaç ülkede daha yayınlanması, hatanın tekrarlanmasından ziyade İslam dünyasında bir meydan okuma olarak algılandı. Karikatürlerin yayınlanmasının ardından bazı ülkelerde yaşanan olaylar, bu meydan okumanın İslam dünyası tarafından ne kadar ciddiye alındığının bir göstergesi. Başkalarının kutsal değerlerine dil uzatma konusunda bu denli ısrarlı davranmak, kendi haklılığına tereddütsüz inanmak, başkalarının değerlerini ayakaltına alarak üstünlüğe ulaşmak, aslında sonrasında meydana gelebilecek olayların mesuliyetini de kabul etmek demek. Peki İslam dünyasına meydan okuyanlar, bütün bu niteliklere sahip mi acaba? Bu sorunun yanıtı Rusya için büyük önem taşıyor. Zira bizim isteğimiz dışında başlatılan bu medeniyetler çatışmasında en çok zarar gören taraflardan biri Rusya olacaktır. Karikatürler, “Özgürlük ve değerlerimize sahip çıkalım” sloganı altında Avrupa’ya yayılıyor. Fakat savunulması gereken demokrasi ilkeleri arasında diğer milletlerin dinî inanç ve mukaddesatına hakaret özgürlüğü gibi bir “değer” yok. Avrupa’nın kendi kusursuzluğuna inanışı ve diğer medeniyetlerin görüş ve inançlarına ehemmiyet vermeme alışkanlığı, demokrasinin, zıddı olan ırkçı ve aşırı milliyetçi akımların etkisinde kalmasına yol açabilir. Son birkaç hafta içinde meydana gelen protesto ve şiddet olayları, karikatürlerin farklı gazetelerde yayınlanmasını haklı kılmaz. İslam dünyasının tepkisi ne olursa olsun, hakaret içeren resimlerin yayınlanması, şüphesiz kınanmayı hak ediyor. Karikatür olayında Avrupa’nın direnmesi, Medeniyetler çatışmasının önünü açacak fırsatları kollayan kişilerin ekmeğine yağ sürüyor. Eğer Avrupalılar daha ilk günlerde bu karikatürleri şiddetle kınadıklarını kararlı bir şekilde dile getirselerdi, bu davranış Batı demokrasi sisteminin gücü ve özgüvenine delalet edecekti. Fakat yaptıkları hatada ısrar eden Avrupalılar, kendi zayıflıklarını ve dünyanın hassas dengelerini göz ardı ettiklerini açıkça ifade etmiş oluyorlar.


Tavsiye Et
HAMAS’ın tercihi / Aleksandr Yanov, Nezavisimaya Gazeta, 21 Şubat 2006

Rus Basını

Çeviri: Enise Smirnova

Filistin’de parlamento seçimlerini kazanan HAMAS, ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Birincisi, muhafazakârlığıyla bilinen HAMAS’ı destekleyenlerin ekseriyetinin Gazze Şeridi’nde ikamet eden fakir insanlar olmaları. Gazze’ye göre daha gelişmiş, kent kültürünü ve laik değerleri benimsemiş Batı Şeria sakinleri ise, hiç bir zaman şeriatın hükmü altında yaşamaya razı olmazlar. Nihayetinde HAMAS, Ürdün nehrinin batı kıyısını Gazze ile birleştirerek altından kalkamayacağı bir yükü omuzlamış görünüyor.

HAMAS’ın karşılaştığı bir başka sorun ise, parlamento ile devlet başkanı arasındaki anlaşmazlıklar. Mahmut Abbas’ın partisi el-Fetih yeni mecliste azınlık oluştursa da, Filistin güvenlik güçlerinin başkomutanı olan Abbas’ın emrinde 58 bin asker var. HAMAS’ın emrinde ise yalnızca 5 bin polis bulunuyor. HAMAS’ın intihar komandolarının saldırılara devam etmesi halinde terörü desteklemeyen Abbas, Filistin bütçesinin üçte ikisini oluşturan ve çoğunlukla Avrupa’dan gelen uluslararası mali yardımın kesilmesini önlemek için emrindeki güçleri HAMAS’a karşı kullanabilir.

Seçimleri kazananların karşılaştığı diğer bir problem ise, HAMAS’ın yurtdışındaki “dogmacı” liderleri ile yerli “realist” liderler arasındaki anlaşmazlıklar. Şu anda Suriye’de bulunan Halid Meşal, Filistinlileri İsrail’le silahlı mücadeleye çağırırken; yeni hükümetin başbakan adaylarından İsmail Haniya, uluslararası kamuoyunu Filistin’e yapılan yardımları kesmemeye ve kendi halkının çıkarları doğrultusunda işbirliği yapmaya çağırdı. HAMAS, fundamentalist görüşlerini siyasete aktarmaya hazırlanırken; İsrail de kendi fundamentalistlerini yetiştiriyor. Radikal İsraillilere göre Filistin’in tamamı, kendilerine vaat edilen topraklar. Nitekim orada yaşayan radikal Yahudiler, Gazze’deki Yahudi yerleşim merkezleri tahliye edilirken, bu bölgeyi Filistinlilere bırakmayacaklarını açıkça gösterdiler. Bu topraklar için hak iddia eden İsrail ile Filistin halkları arasındaki tek fark, İsrail’de radikallerin azınlıkta olması.

Bölgedeki sorunun çözümü amacıyla BM, 1947’de bu toprakları Arap ve Yahudi devleti olmak üzere ikiye ayırmayı önerdi. O zaman İsrail bu kararı kabul ederken, Filistin tarafı reddetmişti. Bu karardan ancak 50 yıl sonra Filistin direnişinin laik temsilcisi olan el-Fetih, BM’nin önerisini kabul etti. 1994’te Yol Haritası’nın önerilmesi ve Amerika, Rusya, AB ve BM’den oluşan komisyonun kurulması ile Filistin-İsrail sorununun çözümüne biraz daha yaklaşıldı. Fakat 12 sene sonra el-Fetih’in seçimleri kaybetmesi ve yerini radikallere bırakması, bu yönde yapılan bütün çalışmaları dondurdu. Son durumda ise Filistin ve İsrail halkının kaderini HAMAS’ın ‘savaş’ ya da ‘uzlaşı’ arasında yapacağı tercih belirleyecek gibi görünüyor.


Tavsiye Et
Müslümanları yanlış anlıyoruz / James Carroll, The Boston Globe, 13 Şubat 2006

Amerikan Basını

Çeviri: Ebru Afat

Geçen sene Guantanamo’daki Amerikalı gardiyanların Kuran’ı kirlettikleri söylendiğinde Müslümanlar şiddetle tepki göstermiş, ancak Batı’daki gözlemcilerin çoğu bunun nedenini anlayamamıştı. Hıristiyan ve Yahudiler yani diğer Ehl-i Kitap için böylesi bir aşağılamanın İncil’e yapılan bir aşağılamaya denk olduğunu düşünmek kolay. Oysa Kuran’a yapılan bundan daha kötüydü. İslam’da Kuran’ın yeri, İncil’in Hıristiyanlıktaki yerinden daha önemlidir; daha çok Hıristiyan itikadındaki İsa’nın yerine benzer.

Aşağılama hadisesi, dünyanın gözleri önünde büyük gürültüyle patlak verdi. Danimarka’daki karikatürlerin yayınlanması, patlamak üzere olan bir bombanın piminin çekilmesiydi. İslam dünyasındaki sıra dışı tepkiler ise, Müslümanların hissettiği çok daha büyük bir aşağılanma duygusuna işaret ediyor. İslam dünyası ‘Batı’ya sert bir mesaj göndermekte birleşmiş görünüyor. Avrupalı ve Amerikalıların tekrar İslam’da yanlış gidenin ne olduğuna odaklanmak yerine, bu mesajı almaları daha iyi olacaktır.

Batı dediğimiz şey, Hıristiyanlığın ona karşı kendisini pozitif olarak tanımladığı dış ‘negatif öteki’ rolü yüklenilen Müslümanlarla Haçlılar arasında doruk noktasına ulaşan medeniyetler çatışmasından doğmuştur -iç ‘negatif öteki’ Yahudilerdi-. Avrupalılar ve sonrasında Amerikalılar arasında bu entelektüel kutupluluk yüzyıllardır arka plana itildi; ancak Batı’nın Müslümanları aşağılaması sömürgecilikle birlikte yeniden canlandırıldı.

Petrol ekonomileri bu acı verici aşağılamaları kendi içinde bastırdı. Avrupa, İslam dünyasından ‘konuk işçiler’ ithal etti; onları açıkça bir alt sınıfa gönderdi. ABD de kendi savaşlarını başlattı. Avrupalı ve Amerikalı çözümlemelerin mevcut çatışmadaki başlıca kopukluklarından biri de, 11 Eylül sonrası oluşan ‘koalisyon’un, sadece fizikî açıdan değil, psikolojik açıdan da uyguladığı aşağılamanın şiddetini dikkate almaksızın “Arap mahallesindeki” kaba şiddete takılmasıdır. Kalabalıklar Avrupa konsolosluk binalarının pencerelerine taşlar fırlatırken CNN izleyicileri dehşetle irkiliyor. Buna karşılık o esnada insansız uçaklar, köylerinde geçinmeye çalışan çiftçilerin tepesine bomba bırakmak için uçuyor; çocuklar ölüyor ancak CNN orada bulunmuyor. Arap sorununun çözümü için Amerikan yapımı projelere her ay milyarlarca dolar harcanıyor; ancak bu diğer taraftan çözümden ziyade toptan bir yok etme çabası gibi görünüyor.

Müslümanlar, yeni gerçeği Müslüman olmayanlardan çok daha iyi anlıyorlar; ‘Batı’nın tasvir ettiği açık kültürel savaş, ‘terörizm’e karşı yapılan hedefi daraltılmış bir savaştır. Buna karşılık Müslümanlar ise kendilerini benzeri görülmemiş gaddarca bir saldırıya maruz kalırken tecrübe ediyorlar.

Hatalılar mı? Karikatürler sonrası kıvılcımı çakılan ‘aydınlanma’ değerleri tartışmasında bazı ifade özgürlüğü şampiyonları, 20. yüzyılda bazı hayatları ucuz sayarak, insanlığı yukarıdakiler-aşağıdakiler şeklinde sınıflandıran ölümcül ve de eski bir hataya düşüyorlar.

Neden onları öldürüyoruz? Bugünün çoklu sorunlarıyla birlikte olay, Amerika’nın gayri meşru savaşına dönüşüyor. Bu savaş, yüzyılı yakma tehdidi içeriyor ve durdurulması gerekiyor.


Tavsiye Et
Soğuk Savaş yerine ‘Uzun Savaş’ / The Guardian, 15 Şubat 2006 Başyazı

İngiliz Basını

Çeviri: Ebru Afat

Irak savaşının mimarı Donald Rumsfeld’i, savaşın ardından barışı sağlamak için ihtiyaç duyulan ABD askeri sayısı meselesi dışında, hiç kimse küçük düşünmekle suçlamadı. Soğuk Savaş denilen 45 yıllık dönem boyunca Amerika’nın en genç savunma bakanı olarak görev yapan bu adam, şimdilerde “uzun bir savaş” yaşadığımızı ileri sürüyor ve programını gelecek yirmi yıla yayıyor.

Söz konusu planın çok azı böylesi gözden geçirmelerin bilindik unsurlarını barındırıyor: Sayısız gemi, uçak ve hâlâ geçerliliğini sürdüren diğer donanım, mutluluktan uçan taşeron firmalar ve Wall Street. Bu da yeni tehdit olan ulus-ötesi terörizmin yani faşizme ve komünizme karşı verilen 20. yüzyılın on yıllar süren mücadelelerinin yerini alan “izm”in doğasının algılanışıyla bağlantılı.

Dünyanın yegâne süper gücünün güvenliği, tutarlı ve bütüncül bir tarzda düşünmemesi gerektiğini tartışmak aptallık olur. Ancak Amerikalı vergi mükelleflerine kesilen yıllık 513 milyar dolarlık faturanın ötesinde bu gözden geçirmenin sorgulanabilir varsayımları ve tehlikeleri var. Amerika’nın düşmanları acımasız olabilir; ancak gerçekten de onun yaşam tarzını yok etmeye mi çalışıyorlar? Usame bin Ladin ve ortakları hakikaten Hitler ve Stalin ile aynı seviyede mi? Terörizmi bir ideoloji seviyesine indirmek, bir mücadele yönteminin önemini abartma riski taşıyor. Bütün bunların ötesinde, sonsuz savaş kavramının, cihatçı hedefin daimi surette asker toplamasını sağlayarak, kendi kendini sürdürebilecek hale gelmesi tehlikesi söz konusu.

Tıpkı küreselleşme ve hava gibi, Amerikan hâkimiyeti de, sevelim ya da sevmeyelim, hayatın bir parçasıdır. Buna karşı ABD hegemonyasına en büyük tehdit olan Çin’in bile yapabileceği fazla birşey yoktur. Fakat Rumsfeld’in karanlık gelecek görüşü, terörizme karşı verilen uzun savaşın gerçekçi bir açıdan kazanılabilir olup olmadığı ve bu 21. yüzyıl “izm”i, bir başka “modası geçmiş doktrin” haline geldiğinde dünyamızın gerçekten ileriye bakabilip bakamayacağı sorularının cevaplanmasına muhtaç.


Tavsiye Et
Askerler bana vurdu! / Abdülvehhab el-Efendi, El-Quds el-Arabi, 18 Şubat 2006

Arap Basını

Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler

Basra kentinde Iraklı gençlere vahşice saldırıda bulunan Britanya askerlerini ele veren görüntülerin ortaya çıkışından ardından, Britanya makamlarının olaya resmî ve gayri resmî tepkileri beni şaşırtmadı. Beni asıl, olayları ilk defa News of the World gazetesinin haberi sonrasında duydukları izlenimini veren Iraklı resmî makamlarla bazı Iraklıların verdikleri tepkiler hayrete düşürdü. Aynen Ebu Garib ya da Guantanamo’daki olaylar ortaya çıktığında olduğu gibi.

Kanaatimiz odur ki işgalci güçler buralarda olup bitenler hakkında kesinlikle bilgi sahibiydiler. Zira Basra’daki İngiliz birliklerinin ve Bağdat’taki ABD birliklerinin komutanları buralarda askerlerinin yapıp ettikleri ya da askerlerinin başına gelenler hakkında bilgi sahibi değillerse eğer, makamlarını boşuna işgal ediyorlar demektir.

İngiliz ve ABD güçlerinin bu tip enformasyonlar hakkında takındıkları tutumları anlamak ve tahmin etmek mümkün. Bu güçlerin yaptığı, olaylar medya organları tarafından deşifre edilmedikçe bunları gizli tutmak, ortaya çıktığında ise şaşkınlık ve kızgınlıkla sorumlular hakkında gereken yasal işlemlerin yapılacağına söz vermekten ibarettir.

Ancak Iraklı çevrelerin, işgal güçleri tarafından bazı kişilerin işkence, aşağılanma ve dayağa maruz bırakıldığından haberdar oldukları bilindiği halde, sanki olanları İngiliz gazeteleri yazmadan önce bilmiyorlarmışçasına gösterdikleri şok, şaşkınlık, kızgınlık tepkileri ve intikam yeminleri insanı hayrete düşürüyor.

Irak hükümetinin müttefikleriyle aynı geminin yolcusu olduklarını göz önünde bulundurarak onların gösterdikleri şaşkınlık ve öfkenin sahteliğini anlayabiliyoruz. Ancak diğerlerinin, özellikle de kurbanların bağrışıp çağrışmalarını anlamakta güçlük çekiyoruz.

Galiba biz Arap toplulukları başkaları tarafından kabul ya da itiraf edilmedikçe aşağılandığımızı ve alçaltıldığımızı dahi anlayamayacak bir duruma geldik. Varlığımızı kabul ettirmek için bile başkalarının onayına ihtiyacımız var. Arapların acıları, duyguları, hakları ve kendileriyle alakalı her şey başkalarının basın-yayın organlarında ya da vicdanlarında yer bulabildiği kadar var. Bizler varlığının keşfedilmesini bekleyen meçhul bir ümmet haline geldik.


Tavsiye Et
Türkiye’nin zor seçimi / Muhammed Nureddin, El-Halic, 19 Şubat 2006

Arap Basını

Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler

Uluslararası güç dengelerinde Türkiye’ye müthiş ayrıcalıklar katan jeostratejik konumu, aynı zamanda bu ülkeyi zor ve bazen tehlikeli roller üstlenmeye sürükleyebiliyor.

Son 30 yılda Türkiye böylesine çelişkili durumlarla birkaç kez baş etmek zorunda kaldı. İran-Irak savaşının patlak vermesi sonrasında Ankara, kendisini her iki tarafa da aynı mesafede tutacak ince bir politika takip ederek savaşın olumsuz etkilerinden mümkün olduğunca kaçınmayı başardı. Yine Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında Bağdat’taki rejimin zayıflatılmasının ortaya çıkaracağı sorunlar ve uluslararası ittifakın içerisinde yer alma zorunluluğu arasında dengeli bir siyaset izlemenin zorluğunu yaşadı. 2003 baharında ABD’nin Irak’ı işgali sırasında da aynı zor durumla karşı karşıya kaldı.

İşgalin tamamlanmasının ardından ABD, bölgedeki gerilimi Türkiye’nin bir başka komşusuna, Suriye’ye taşıdı. Suriye konusunda ABD’nin yoğun baskılarıyla karşı karşıya kalan Türkiye, bu baskılara boyun eğmek zorunda kalarak son zamanlarda güttüğü siyasetten ayrıldı ve Suriye ile olan ilişkilerini güçlendirme politikasından geri adım atmaya mecbur oldu. Şimdilerde ise bölgedeki gerilimin merkezi biraz daha Doğu’ya, Türkiye’nin bir başka komşusu İran’a kaymakta. Ankara böylece tekrardan ABD’nin yoğun baskılarına muhatap olmaya başlıyor. Bu durum, daha önce meydana gelen bölgesel krizlerde Türkiye’ye yapılan baskıları hatırlatıyor.

Son zamanlarda Türkiye’nin İran’a düzenlenecek askerî bir harekatta ABD ve İsrail’le işbirliğine gideceğine yönelik iddialar seslendirilmeye başladı. NATO üyesi ülkelerden biri olması ve İsrail’le askerî anlaşmalar yapması sebebiyle Türkiye’nin, İran aleyhine istihbarat ve güvenlik konularında bu ülkelerle işbirliği yapmaya hazır hatta mecbur olduğunu kabul etsek bile, muhtemel herhangi bir saldırıya katılması ya da topraklarını saldırı için açması ihtimali oldukça uzak görünüyor.

Türkiye İran’a yönelik planlanan askerî harekatın hem içinde, hem dışında olacağa benziyor.


Tavsiye Et
Transatlantik düello / Le Monde, 20 Şubat 2006 Başyazı

Fransız Basını

Çeviri: Adem Yılmaz

Bazı kişiler, Jacques Chirac’ın Hindistan’a resmî ziyaretinden birkaç hafta önce, ABD başkanının bu ülkeye yaptığı ziyareti, Paris ile Washington arasında rekabetin simgesi olarak yorumladı. Halbuki aslında tam tersi oldu. ABD Başkanı George W. Bush herhangi bir söylentiye meydan vermeden, Hindistan’a gitmek için acele etti. Doğrusunu söylemek gerekirse,  iki ülke arasında Asya’nın ikinci büyük gücüne uçak ve nükleer santral satmak konuları gündeme gelince ekonomik rekabet kendini hissettiriyor. Chirac, bu konularda Fransa tarafından yapılacak satışın risksiz olduğunun altını çizerken, ABD’li muadili, Kongre’nin onayına bakıyor. Lakin, artık stratejik rekabet yok. Chirac, Yeni Delhi’de kaldığı sürece diline doladığı ve Amerikalıları kızdıran “çok kutuplu dünya inşası” lafını bile unuttu.

Bu unutuş tesadüfi değil; Chirac diplomasisinin bir parçası: Yavaş yavaş, fakat kesin bir biçimde, Fransa ABD’ye yaklaşıyor. Buna koşut olarak, liderliğinin ikinci döneminde Bush Irak kargaşasından ders aldı ve Avrupa’nın en temel müttefiklerinden biriyle daha az çatışmacı ilişki sürdürmenin menfaatlerine olduğunu gördü. Her halükarda Dominique de Villepin’in dışişleri bakanı olduğu zamanki acımasız eleştirilerinden ve Anglo-Sakson ittifakını dengelemek için “Yeni Avrupa” ile Paris-Berlin-Moskova ittifakı kurma girişiminden de uzağız.

Bu yaklaşım, üzerinde anlaşılmış ortak çıkarlara dayandığı müddetçe daha sağlam bir görünüm arz edecektir. Nitekim, nükleer silah kullanımında ısrarlı İran yöneticilerinin girişimi karşısında, Fransa da ABD ile aynı tepkiyi gösterdi. Fransa, uyuşmazlıkları çözmek için diplomatik yolu terk etmedi; fakat  uzlaşma şansını artırmak için daha sert bir girişim tehdidinde bulunmaktan da geri kalmadı. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesinden sonra Paris ve Washington, Suriye’ye karşı aynı sertliği benimsemişlerdi.

Bu yakınlaşma ölçülüdür ve Fransa içerisinde bir polemik doğuracak düzeyde değildir. Zaten bu yakınlaşma Fransa cumhurbaşkanının bir danışmanının eseridir. Bu yeni Fransa-ABD işbirliği kalıcı olacak mıdır? Öngörülmeyen karşı bir gelişme durumunda akıbeti ne olacaktır? Bütün bunlar hâlâ merak konusu.


Tavsiye Et
Hoşgörü sınırı: Türk filmine karşı kampanya / Werner Pirker, Junge Welt, 21 Şubat 2006

Alman Basını

Çeviri: Haşim Koç

Baden-Württemberg eyaletinin İçişleri Bakanı Heribert Rech, Edmund Stoiber’in Alman sinema salonlarından istediği Kurtlar Vadisi Irak filminin gösterimden kaldırılması talebini yeniledi. Rech’e göre bu film antisemitik ve Batı karşıtı hisleri güçlendiriyor, farklı kültürlerin arasını açıyor ve Türk gençliğini radikalleştiriyordu. Bu iki politikacının isteklerini dile getirmelerinden çok önce, Almanya’daki Yahudi Birliği de ‘Yahudi düşmanlığı’nı körükleyen ve Batılı değer sistemine karşı gelen bir filmin gösterimden kaldırılmasını talep etmişti.

Filmde özel bir Türk birimi, Irak’taki savaş esnasında Amerikalılar tarafından esir alınan Türk askerlerin intikamını alıyor. Bu kurgu, Rambo’nun Vietnamlı ‘ikinci sınıf insanlara’ karşı tek başına savaşmasına benziyordu. Ama Stallone herhangi bir sansüre maruz kalmaz iken, Türk ‘özel ajanlarının’ aksiyon filmi Alman sinema salonlarından uzak tutulmak isteniyordu. Yasağı meşrulaştırmak içinse, filmin antisemitik eğilimler içerdiğine dair bir kulp takıldı. Böylece emperyalizme karşı yapılan her eleştirinin antisemitik bir eylem olarak algılanması alışkanlık haline geldi. Artık Batılı değer sistemi ile antisemitizm birlikte hareket ediyor.

Filme sansür isteği, Batılı değer sisteminin ‘kültürler çatışması’ tartışmasında kendi özgürlükçü, hoşgörülü ve çoğulcu karakterini överken, Müslüman kültüre bunun zıddını atfettiği bir döneme denk geldi. Düşünce ve basın özgürlüğü, vazgeçilemez değerler olduğu Batı aydınlanmasının minberinden dışarıya yansıyordu; fakat bu durum yerinde sayan Müslümanlarca kabul edilemezdi. Söz konusu Türk filminde ise Doğu’nun Batı’ya dair ahlakî duruşu sergileniyor ve bilgili bir şeyh, Müslümanların hoşgörü ve olgunluğunu tasdik ediyor. Ancak bu, Batı medeniyetinin karşı hoşgörüyle şekillenmiş ahlaka sahip olmadaki tekel konumuna karşı kötü niyetli bir saldırı olarak algılanıyor. İşte burada hoşgörü bitiyor ve peygambere karşı hakaret basın özgürlüğünün ifadesi olarak hoş görülmeye başlıyor. Amerikan işgal rejiminin Irak’taki vahşiliğini sergileyen bir sinema yapımı daha Stoiber’in deyişiyle ‘ırkçı ve Batı karşıtı bir nefret filmi’ olarak gösterimden kaldırılmak isteniyor. Ve hatta Almanya’daki Müslümanlar ‘ırkçılık karşıtı’ bu temel kültüre uymaya zorlanıyorlar.


Tavsiye Et
Hariri suikastı kime yaradı? / Cumhur-i İslamî, 18 Şubat 2006 Başyazı

İran Basını

Çeviri: Hakkı Uygur

Refik Hariri’ye düzenlenen suikastın birinci yıldönümünde Lübnan’daki Suriye karşıtı cephe, Cumhurbaşkanı Emil Lahud’u istifaya davet etti. Kendisini ‘14 Mart’ olarak adlandıran bu cephe, açık bir şekilde tehdit ettiği Lahud’a istifa etmesi için yalnızca bir ay süre tanıdı. Said Hariri ve Velid Canbolat gibi isimlerin öne çıktığı bu hareket, gerçekleştirdiği mitingde Hizbullah’ın silah kullanmasını da şiddetli bir şekilde eleştirdi. Gösteride Lahud, Suriye’nin çıkarlarını savunmakla ve Hariri’nin öldürüldüğü sırada Lübnan güvenlik güçlerinden sorumlu olduğu için cinayete ortak olmakla suçlandı. Bu sert ifadeler Lübnan’da tehlikeli bir döneme girildiğini gösteriyor. Nitekim Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah söz konusu mitingi bir darbeye benzetti ve Lübnan halkını yeni bir iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığını söyledi.

Son bir yılda ardı ardına gerçekleşen; Suriye güçlerinin Lübnan’dan çekilmek zorunda bırakılması ve geleneksel İsrail karşıtı Suriye-Lübnan dayanışmasının zayıflatılması, Lübnan Meclisi’nde çoğunluğu Batı yanlılarının ele geçirmesi, Suriye’deki iç hesaplaşmaların artması, otuz yıl boyunca Suriye yönetiminin en güçlü ismi olagelmiş Abdulhalim Haddam’ın hiçbir somut kanıt sunmadan Beşşar Esad’ı zor durumda bırakacak açıklamalarda bulunması gibi olaylar, aslında Hariri suikastının kimin işine yaradığını oldukça iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Herhalde hiç kimse Suriye’nin böyle bir cinayet karşısında ne kadar zor durumda kalacağını hesaplamamış olduğunu, aynı şekilde İsrail’in böyle bir cinayetin kendisine sağlayacağı faydaları görmediğini öne süremez. Diğer yandan BM’nin, Hariri suikastı soruşturmasının başına İsrail yanlısı görüşleriyle tanınan Alman Yargıç Detlev Mehlis’i tayin etmesi, işlerin ne kadar ince planlandığını gözler önüne seriyor. Zira Mehlis elinde hiçbir kanıt olmaksızın Suriye yetkililerini suçlamaya devam ediyor. Görünüşe göre önümüzdeki dönem Lübnan, bu planlı cinayetin yol açacağı daha sıcak günlere sahne olacak.


Tavsiye Et
HAMAS’tan öğrenmemiz gerekenler / Seyyid Mustafa Taçzade, Emrouz, 20 Ocak 2006

İran Basını

Çeviri: Hakkı Uygur

İşgal altındaki topraklarda faaliyet gösteren ve yarı gizli bir teşkilat olan HAMAS’ın seçimlerde kazandığı zaferin ardından tüm dünyanın gözü İsrail’in varlığını tanımayan, silahlı direniş gösteren ve İsrail hapishanelerinde çok sayıda yetkilisi bulunan bu örgüte çevrildi. Seçimlerde el-Fetih gibi köklü ve güçlü bir teşkilatı büyük farkla geride bırakan bu örgütün kadrosunun özellikle şu iki konuda nasıl davranacağı merak ediliyordu: Varlığını resmen tanımadıkları İsrail ile müzakerelere başlayacaklar mıydı? Ve İslam şeriatının uygulanması noktasında halka bir dayatmada bulunacaklar mıydı? HAMAS’ın genç ama tecrübeli liderlerinin şu ana kadarki tutumu oldukça akılcı görünüyor. Güçlü ve zayıf noktalarının farkında olan bu liderler, aslî konumlarını değiştirmeden kendileri hakkındaki önyargıları kırma hususunda başarılı adımlar attı. Guardian, Washington Post ve Newsweek gibi Batılı basın-yayın organlarında makaleler yayımlamak ve böylece kendilerini ilk elden Batılılara tanıtmak suretiyle haklarındaki olumsuz propagandanın kırılmasını sağladılar. Diğer yandan bu makalelerde, insan hakları ve çoğulcu demokrasi gibi konulara vurguda bulunarak okuyucuların dikkatinin İsrail’in yayılmacı politikalarına çekmeleri ve İsrail’in varlığını tanıdıklarını ya da silahlı mücadeleden vazgeçeceklerini de söylemeden, İsrail ile uzun dönemli bir ateşkes yapılabileceğinden söz etmeleri de oldukça önemliydi. İsrail’i resmen tanımamakla birlikte her fırsatta İsrail’in yok edilmesinden bahsetmenin kendilerine fayda sağlamayacağının farkında olan HAMAS liderleri, konuşmalarında ve özellikle bölge ülkelerine düzenledikleri gezilerde kullandıkları diplomatik dile oldukça dikkat ediyorlar. Bu onların silahlı mücadelede olduğu kadar diplomatik manevralarda da başarılı olduklarını gösteriyor. Diğer yandan, şeriat hükümlerinin topluma zorla dayatılması gibi yanlışlardan kaçınmaları da HAMAS’ın iç barış konusunda ne kadar duyarlı olduğunun bir göstergesi. Söz konusu gelişmeler, HAMAS’ın Filistin’in önceliklerini iyi kavradığını ortaya koyuyor. Dileğimiz, İranlı yetkililerin de HAMAS yönetiminden örnek alarak ülkenin önceliklerini iyi tespit etmeleri ve aşırılıklardan kaçınmalarıdır.


Tavsiye Et