Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2006) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Rusya-AB diyaloğunun geleceği / Toma Gomar, Nezavisimaya Gazeta, 19 Aralık 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Rusya-Avrupa ilişkileri her zaman belirsizlik içermiştir. Avrupalı merciler, ulusal hükümetler ve AB ile Rusya’daki araştırma merkezleri ise bu olumsuzluğun giderilmesi için büyük çaba gösteriyor. Buna rağmen, her iki tarafın aktif girişimlerinin arka planında, karşı tarafa olan itimatsızlık, birbirini anlayamama ve dolayısıyla AB-Rusya ortaklığının içeriğini ve gerçek hedeflerini kavrayamama gibi sorunlar hâlâ yer almaya devam ediyor. Londra’daki zirveden sonra bütün tartışmalar, AB-Rusya ilişkilerinin hukuksal temelini oluşturan ve 2007 yılında geçerlilik süresi sona erecek olan Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması etrafında dönüyor. 1994’te imzalanan bu anlaşma, ilk Çeçenistan savaşı nedeniyle, ancak imzalandıktan üç sene sonra geçerlilik kazanmıştı. Bu savaşın neden ve sonuçlarına dair ayrıntılara girmeden, müzakere masasına oturanların olayın son derece önemli bir boyutunu göz ardı ettiklerini vurgulamamız gerekiyor. Zira tıpkı ABD gibi, Rus hükümeti de ülkenin şu anda savaş halinde bulunduğunu varsayıyor. Bugün ABD ile diyaloglarda Amerikan-İngiliz koalisyonunun Irak’a müdahalesi konusuna temas etmemek mümkün olmadığı gibi, Rusya-Avrupa ilişkilerinde Kuzey Kafkasya’nın gündeme getirilmemesi de imkânsız. Her iki tarafın da şu gerçeği kabullenmesi gerekiyor: Stratejik ortaklık, ülkenin barış veya savaş halinde olduğu dikkate alınarak planlanır ve yürürlüğe konur. AB-Rusya ilişkilerinin geleceği, ilerideki AB yönetim modeli ile Vladimir Putin’in yerine geçecek kişinin tercih edeceği siyaset çizgisine bağlı. 2008 yılından sonra Rusya başkanlığını üstlenecek kişi ile ilgili yorumları iki ana gruba bölmek mümkün: Birinci grup taraftarları, AB-Rusya ilişkilerini ön planda tutarak, “ülkenin ekonomik gelişmesini sağlamanın yolu siyasî bağları kuvvetlendirmekten geçer” görüşünü savunuyorlar. Onlara göre, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce hukukî taahütler içeren uzun vadeli bir anlaşma yapılmalı ve bu anlaşma, Putin’nin yerine geçecek kişinin, rotasını değiştirip daha önce tasarlanan yoldan dönmesini imkânsız kılacak nitelikte olmalı. İkinci grubu temsil eden siyasetçiler, Rusya’nın 25+1 olarak ifade edilebilecek özel statüsünü korumasının ve Avrupa’daki hükümetler üstü merciler tarafından getirilebilecek her hangi bir kısıtlamaya uğramaksızın AB ile ilişkilerden faydalanmanın önemini vurguluyorlar. Fakat bütün bu ateşli tartışmalara rağmen Rusya ve AB, bir paradoks ile karşı karşıya: Rusya siyasetinin en önemli figürü, devlet başkanı olmasına rağmen, gelecekteki cumhurbaşkanlığı seçimleri Rusya-Avrupa gündeminde hiç bir şekilde yer almamakta.

Tavsiye Et
Çin istilası neler getirecek? / Janna Zayonçkovskaya, İzvestiya, 21 Aralık 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Çin halkının Rusya’ya akın etmesi, bir günde ortaya çıkmış bir sorun değil. Çinlilerin Rusya’ya göçü, önümüzdeki 50 sene boyunca gündemden düşmeyecek bir mevzu olacağa benziyor. Çin istilası olarak da adlandırılan bu olay, kendi ülkelerindeki yetersiz imkânlar nedeniyle Rusya’nın rızası dışında Rusya sınırları dâhilinde yerleşen Çinlilerin durumunu ifade ediyor. Peki, bizim Çin’den göç eden halka ihtiyacımız var mı ya da özellikle Rusya’nın Uzak Doğu bölgesi, Çinliler olmadan ekonomik, sosyal ve siyasî gelişmesini sağlayabilir mi? Bilindiği gibi, son yıllarda Uzak Doğu’da yaşayan Rus nüfusunda ciddi bir eksilme görülüyor. 1989’daki nüfus sayımı esas alındığında, mevcut nüfusta 1,3 milyonluk yani %16,5’lik bir eksilme söz konusu. Doğal olarak bu durum, ülkede tedirginliğe yol açmakta. Bölge ekonomisinin gelişebilmesi için daha fazla işgücüne ihtiyaç duyulduğu, herkes tarafından bilinen bir gerçek. Fakat bu işgücünün kaynağı nerede? Rusya’nın iç bölgeleri ile BDT ülkelerinin halkını Uzak Doğu’ya çekmek, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir plan. 2007 yılından itibaren Rusya’da çalışabilir yaştaki nüfusta eksilme başlayacak ve 2010’dan itibaren emekliliğe ayrılan insanların sayısı yılda 1 milyon’u geçecek. Bu eksilme, en çok Rusya’nın Avrupa kısmında, özellikle Moskova gibi büyük şehirlerin bulunduğu merkezî bölgelerde görülecek. Burada genç işgücü açığı çok fazla olacağından, iş dolayısıyla göç eden Rusya ve BDT vatandaşları merkezi tercih edecekler. Rusya’nın Uzak Doğu bölgesinin ise Çin’den gelen işçilere razı olmaktan başka seçeneği kalmıyor. Zaten Uzak Doğu yönetimi bu gerçeği kabul etmiş durumda. Bu bölgelerin gelişme planı, Çin işgücünün daha fazla kullanılmasını ve Rusya’da çalışmak maksadı ile gelecek insanlar için kolaylık sağlayan yasa değişikliklerinin yapılmasını içeriyor. Aynı zamanda Çin ile ortak sosyo-ekonomik bir alan ve iş piyasası oluşturulması da gündemde. Aslında böyle bir alan, şu an itibariyle oluşmuş durumda. Çinlilerin Rusya’ya gelmelerinin yanı sıra Ruslar da çeşitli sebeplerle Çin’e gidiyorlar. Çin sınırlarına yakın şehirlerin bütçe gelirinin önemli bir kısmı, Çin ile yapılan ticaretten oluşuyor. Rusya’da yasadışı olarak bulunan insanların çok olması ise, bununla ilgili yasaların eksikliğinden kaynaklanıyor. Rusya’ya turist vizesi ile giriş yapan Çinli tüccarlar için, ticaret vizesi uygulamasını başlatıp, belirtilen ile gerçek geliş amaçlarının bir olmasını sağlamak pekâlâ mümkün. Bunun gibi basit önlemlerin Rusya’da yasadışı olarak bulunan Çinlilerin sayısını önemli ölçüde azaltmakta etkili olacağı görüşündeyiz.

Tavsiye Et
Irak’ta dönüm noktası / The Boston Globe, 21 Aralık 2005 Başyazı
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Irak’ta oylar hâlâ sayılıyor. Gerçi nihaî bir sonuca ulaşılması için haftalar ve politikacıların yeni bir hükümet oluşturmaları için de aylar gerekse de, seçimler çoktan merak uyandıran yeni bir fenomen ortaya çıkardı. Irak mezhebe dayalı bir iç savaşın kıyısında sendelerken, Amerikalılar ile Iraklıların, olumlu değişiklikler gerçekleştirme olasılığı taşıyan işaretleri görmeleri gerekiyor.
En bariz gelişme, kayıtlı seçmenlerin yaklaşık % 70’inin oy kullanmasıydı.
Ardından Sünni Arapların, özellikle de çoğunluğu teşkil ettikleri ancak direnişin de en şiddetli olduğu eyaletlerde, seçime istekle katılmaları geldi. Sünni Arapların katılımından daha da umut verici olan, Sünni Arap grupları arasında yaşanan ve seçmenlerin Anbar, Ninava ve Diyala eyaletlerinde oy kullanmasını mümkün kılan dramatik pozisyon kaymalarıydı. 
Sünni Arap partileri, dinî liderler ve direniş komutanları bu eyaletlerde yaşayan halka sadece oy vermeleri çağrısında bulunmakla kalmadılar, aynı zamanda el-Kaide’nin Ebu Musab Zarkavi’sinin Irak şebekesinde yer alan yabancı güçlerini de insanları korkutup seçim merkezlerinden uzaklaştırabilecek şiddet eylemlerini durdurmaları yönünde uyardılar. Açıkça Baasçı bilinenler bile bu tutumu desteklediler. En azından geçici olarak, bir taraftan seçim siyasetinde yer alırken diğer taraftan yabancı işgaline karşı silahlı direniş olarak adlandırdıkları durumu sürdürmek için hazırlık yapmak şeklindeki iki uçlu bir stratejiyi benimsetmek için konuştular.
Sünni Arap grupları seçim günü oy verme alanlarını koruyan direnişçiler arasında yer aldılar. Zarkavi’nin yandaşları güvenliğin zayıf olduğu yerlerde birkaç bomba patlatmak suretiyle direniş gruplarının uyarılarını reddettiler.
Zarkavi ile direnişçilerin büyük çoğunluğunu oluşturan yerli Sünni Arap gruplar arasında aniden ortaya çıkan bu çatlak, bir yandan el-Kaide fanatiklerini izole ederken diğer yandan bu grupları etkinlik ve kaynaklara ulaşmak için tam bir siyasî mücadele içine çekme olasılığı bulunduğunu da gösteriyor. Böylesi bir strateji ancak Irak’ın Sünni Araplarına güç paylaşımında uygun bir yer alacaklarının garanti edilmesi ve yeni anayasada ülkenin petrol gelirlerinden onların da adil bir pay almalarını sağlayacak şekilde değişiklikler yapılması halinde başarılı olabilir.
Bunlar gelecek birkaç ayda karara bağlanacak çok ciddi sorunlardır. Seçimlerin nihaî amacı, yeni Irak’ın alacağı şekil ve oradaki ABD askerî misyonunun süresi, tamamen koalisyonları oluşturacak, hükümetteki mevkileri paylaştıracak, anayasayı değiştirecek ve önümüzdeki aylarda kanunları yazacak bu Iraklı politikacıların bilgeliklerine bağlı olacaktır. Ülkelerinin kaderi artık onların ellerindedir.

Tavsiye Et
Bölünmüş Irak / The Guardian, 22 Aralık 2005 Başyazı
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
15 Aralık’ta gerçekleşen ve Irak için bir dönüm noktası olan seçimlerin ilk sonuçları, çoğulcu bir demokrasi ve belki de üniter bir devlet olarak Irak’ın geleceğinin son derece belirsiz olduğunu göstermektedir. Washington ve Londra’dan seçim sonuçlarına dair kendinden hoşnut bir retorik gelmesi bekleniyordu. Ancak %70’lik etkileyici katılım oranı ve Ocak’taki seçimleri boykot eden Sünni azınlığın kitlesel olarak sandık başına gitmesine dayanan başlangıçtaki büyük iyimserlik, mezhepsel ve etnik kimliğin kesin olarak nasıl teyit edildiğini gösteren bir sonuç üzerine yerini iç sıkıntısına bıraktı. Ayetullah Ali Sistani’nin onayladığı ve Mukteda es-Sadr’ın desteklediği Şii çoğunluğun temsilcisi şemsiye grup Birleşik Irak İttifakı, beklenildiği gibi iyi bir sonuç çıkardı. Birleşik Irak İttifakı, meclisteki 275 sandalyenin çoğunluğunu kazandı.
Fakat ABD ve İngiltere tarafından başbakanlığın olası uzlaşmacı adayı olarak görülen eski geçici başbakan İyad Allavi’nin laik, milliyetçi listesi açısından sonuçlar, hayal kırıklığına neden oldu. Felluce’ye yönelik ABD saldırılarını desteklemiş olan Allavi, seçim hazırlıkları sırasındaki ciddi düzensizliklerden şikayet ederek seçimlerin tekrarlanmasını talep etti. Ayrıca Bağdat bölgesindeki yenilgilerin şaşkına çevirdiği iki Sünni partisi de sesini yükseltti ve bu partilerin liderlerinden biri olan Salih el-Mutlak açıkça “iç savaş” uyarısında bulundu. Seçim Komisyonu şikayetleri araştıracak; fakat yine de düzensizliklerin seçimlerde büyük bir etkisi olduğunu düşünmüyor.
İyi haberler de yok değil: Sünnilerin çoğunluğu açıkça siyaseti benimsedi. Kötü haber ise, bu gelişmenin şiddeti sona erdirmeyecek olması. Nüfusun %20’sinden fazlasını teşkil ettiklerine inanan Sünniler, Saddam döneminde memnuniyetle kullandıkları iktidar tekellerini kaybetmeye kendilerini alıştırmış görünmüyorlar. ABD güçlerinin acilen geri çekilmesi için ısrar edecek ve bu gerçekleşmezse “başka tedbirlere” başvuracakları tehdidinde bulunacaklar. Sünnilerin mevcut mağduriyetlerinin giderilmesi de, yeni hegemonyalarından dolayı hâlâ baş dönmesi yaşayan denenmemiş Şii politikacılara bağlı durumda. Sünniler, haklı olarak, kendi eyaletlerini “üstün bölgelere” çevirmeye çalışacak ve kuzey ile güneydeki petrol sahalarını kontrol edecek Şii ve Kürt partilerin, ülkeyi parçalamasından korkuyorlar.
Bu ümitsiz durumda ABD’nin, kontrolü dışında gerçekleşebilecek olayları engellemek için sözcük oyunu oynaması gerçekten de ironik. ABD Büyükelçisi Zalmay Halilzad, Sünni tutuklulara düzenli olarak Baas dönemindekine benzer kötü muamelede bulunmakla suçlanan hükümeti, İran tarafından desteklenen Bedir Tugayları’nın eski komutanı olan içişleri bakanını görevden alması yönünde uyardı. Eski Saddam duruşma salonundan öfkeli bakışlar atıyor fakat yeni demokratik Irak doğmak için hâlâ Bağdat’a doğru başını uzatıyor.

Tavsiye Et
İtiraflar / Sa‘d Mahyo, El-Halic, 17 Aralık 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Açık bir şekilde itiraf ediyoruz; şu sıralar iki Arap yönetimi arasında süregelen medya savaşları kadar biz ‘sade Arap vatandaşlarını’ mutlu eden başka bir olay yok!
Şam ve Beyrut’ta birbirlerini en ağır ifadeler (ruh hastası vb.) ve en tehlikeli ithamlarla (cinayet, hırsızlık, hortumculuk ve işbirlikçilik) suçlayan yönetici zümre arasında süren karşılıklı atışmalardan söz ediyoruz. Bu suçlama ve ithamlar, Cibran Tueyni’nin öldürülmesi üzerine daha da arttı.
Kopan fırtınanın konusu, yerel anlaşmazlıklar çerçevesinde kalsaydı eğer; Lübnan ve Suriye halkı, dünün müttefiklerinin bizzat kendi ağızlarından, birbirleri hakkında işledikleri suçları birer birer öğrenmek için harika bir fırsat yakalamış olacaktı. Ancak şimdilerde yaşanan gelişmeler bu yönde değil. Yerel ölçekte başlayan kavgalar, dış müdahalelerle savaş tamtamlarının çalınmasına sebebiyet veriyor. Krizin büyümesine ise bölgedeki her şeyi –haritalar, kimlikler, öncelikler- sil baştan yeniden çizme hevesindeki birtakım yerel ve uluslararası çevreler katkıda bulunuyor.
Öte yandan her iki yönetim de (Suriye ve Lübnan), halklarını bu tehlikeli cepheleşmenin içerisine sokmak için elinden geleni yapıyor. Böylece Lübnanlılar aleyhine Suriye milliyetçiliği körüklenirken, Lübnan’daki ırkçılar da Suriyeliler ve hatta tüm Araplara yönelik nefret duygularının yaygınlaşması için büyük çaba sarf ediyor.
Bu gelişme Arap tarihinde bir ilktir. Irak-Kuveyt Krizi’nde dahi her iki taraftan sağduyu sahibi kesimler, olan bitenin halka mal edilmemesi çağrısında bulunmuş; Saddam Hüseyin’in ya da bazı Kuveytli yetkililerin hatalarının her iki ülke halkına fatura edilmemesi için yoğun çaba harcamıştı.
Suriye ve Lübnan’da ise bu sesleri duyamıyoruz. Bu durum bize, her iki ülkenin içinde bulunduğu kutuplaşmanın vahim boyutunu gösteriyor.

Tavsiye Et
Hamas ve Filistin’in geleceği / Hayrullah Hayrullah, El-Müstakbel, 22 Aralık 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
El-Fetih hareketi içerisinde yaşanan olaylar ve bölünmelere nazaran gündemimizi daha fazla işgal etmesi gereken bir başka konuyu tartışmamız gerekiyor şimdilerde: Filistin davasının geleceği...
Hamas, geçtiğimiz günlerde yapılan yerel seçimlerde Batı Şeria’nın en büyük kenti olan Nablus’ta büyük bir zafer kazandı. Önümüzdeki ayın ortalarında Filistin’de yapılacak olan seçimlerde de, el-Fetih içerisindeki bölünmeler ve çeşitli etkenler dolayısıyla Hamas’ın ciddi bir yükselişe geçeceği öngörülüyor.
Ancak sorulması gereken en önemli soru şu: Acaba İsrail’le yapılacak görüşmelerde Filistin tarafını temsil edecek bir taraf olarak Hamas’ın, gerçekçi bir ulusal programı ve gündemi mevcut mudur?
Asıl büyük soru budur. Bunun dışında kalan, Şaron’un önümüzdeki dönemde yeni partisiyle seçimleri kazanıp kazanmayacağı vb. meseleler ise teferruattan ibarettir.
İsrail’in içinde bulunduğu durum bir yana, Hamas, Filistin’i daha ileriye ya da geriye götürmeyen “denizden nehre kadar istiklal” sloganının ötesine geçerek kendisini barış görüşmelerinde bir taraf olarak kabul ettirebilecek mi?
Ariel Şaron’un Şubat 2001 tarihinde yönetime gelmesi ve aynı yılın Mart ayında hükümetini kurmasından bu yana takip ettiği politika, “Filistin tarafında bir muhatabımız yok” fikri üzerine kurulu. Bu yüzden de İsrail Başbakanı, silahlı direniş kararı sonrasında Yaser Arafat’ı zorunlu ikamete tabi tutma ve ona görevden el çektirme yolunu tutmuştu. Silahlı direnişi açıkça reddeden söylemi sayesinde seçilen Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’la hiçbir şekilde işbirliğine yanaşmayan Şaron, işgal politikasını sürdürmeye kararlı olduğunu açıkça gösterdi.
El-Fetih içerisinde birçok sorunun olduğu doğru. Ancak Hamas’ın seçimleri kazanması durumunda Filistin halkını daha büyük sorunların beklediği de ortada.
Hamas bizleri şaşırtıp barış görüşmeleri konusunda ciddi bir taraf olduğunu gösterebilir mi? Ya da bizlere yerel, bölgesel ve uluslararası güç dengelerinin gerçek anlamının farkında olduğunu ispat edebilir mi? Kesin olan; Hamas’ın gerçekçi bir politika izlememesi durumunda, Filistin tarafının oldukça ağır bir bedel ödeyeceğidir.

Tavsiye Et
Çin usulü Glasnost / Philippe Reclus, Liberation, 21 Aralık 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Çin, Çin … yine Çin. Kendisiyle üç stratejik önceliği hususunda röportaj yaptığımız büyük bir Fransız şirketinin yöneticisinin kullandığı nükteli bir kavram, Çin Glastnostu. Aslına bakılırsa, en son istatistikler de onu doğrular mahiyette. Geçen yıl yeniden %17’lik bir büyüme gösteren ekonomi, Çin’e dünya sıralamasında Büyük Britanya ve Fransa’nın önüne geçme imkânı verdi. Böylece Pekin uzun zamandır beklendiği gibi, büyük ekonomik güç statüsünü resmîleştirmiş oldu.
Bu durum, hâlâ devam eden büyüme hızını sürdürebildiği sürece, piyasalara saldırarak giren 1,3 milyarlık bir nüfusa sahip Çin buldozerinin sahne önünde meydan okuduğunu gösteriyor.
Bu ölçüsüz büyümenin, dünya dengeleri üzerindeki riskleri şimdiye kadar hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Son aylarda görülen Çin talebinin aşırılığı, petrol ve belli başlı hammaddelerin fiyatlarını alt üst etti. Aynı zamanda Çin, düşük kur farkından faydalanarak, dünyayı düşük maliyetli ürünleriyle kaplamakta.
Bu meydan okumalarla yüzleşmek zorunda kalan Batılı büyük ekonomiler, muhtemelen korumacı reflekslere sarılacaklar ve tarife bariyerleri inşa edecekler. Bu, onlara birazcık zaman kazandıracak; fakat geleceğe hazırlanmalarına yardım etmeyecektir. Oysaki bu sorun, ancak Çin’in dünya ticaretiyle daha uyumlu bir entegrasyon içerisinde iş yapmasıyla çözülür. Bu, aynı zamanda Çin’in içerisinde yer almadığı dünyanın en zengin yedi büyük ekonomisinin ‘yönetişim modeli’nin temelden sarsılması ve cezalandırılması anlamına gelir.
Pekin’in belki de çok önceden planladığı diğer bir şey ise; istatistik verilerini iyileştirerek, dünyaya Çin ekonomisinin daha sadık ve anlaşılabilir olduğunu, genel görünümle uyumsuzluk taşımadığını göstermek. Söz konusu operasyon, Çin’in daha dengeli ve hâkim olduğu bir büyümeyi garanti altına alma niyetinde olduğu anlamına geliyor. Kısacası Çin, büyük güçler ittifakına daha etkin biçimde katılmak istiyor. Çin, küresel ekonominin dengesini korumak konusunda bir muhatap olmaya hazır; şüpheli ama zorunlu ve etkili bir muhatap.

Tavsiye Et
Avrupa’da “soğuk barış”: Batı ve Rusya arasındaki gerilim tırmanıyor / Aleksander Rahr, Die Welt, 20 Aralık 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Moskova ve Kiev arasındaki doğal gaz krizi Avrupa’da başlayacak yeni bir “soğuk barışı” iyice belirginleştirdi. Rusya, Batı’nın kendisini reddettiğini hissedip yönünü Asya’ya dönmüş durumda. AB ve ABD, Rus iç politikasındaki otoriter eğilimleri endişeyle izliyor. Aradaki soğukluğun oluşmasında birçok faktör rol oynadı. Eski Varşova Paktı üyelerinin AB’ye katılmasından sonra, AB’nin Moskova’ya karşı eleştiri dozu arttı. Batı’nın turuncu devrim esnasında Ukraynalı demokratları desteklemesi de Moskova’da geleneksel topraklara karşı bir atak olarak anlaşıldı.
Rusya ve Batı arasındaki ilişkiler son aylarda daha da kötüleşti. Ukrayna’daki nüfuzunu kaybettikten sonra Rusya, yılın ilk yarısında Gürcistan’daki askerlerini çekmek zorunda kaldı. Böylelikle Güney Kafkasya’daki etkisi de azalmış oldu. Ayrıca Bakü-Ceyhan petrol boru hattının açılmasıyla Moskova, Hazar bölgesinden Batı’ya enerji aktarımı üzerindeki tekelini de yitirdi.
Rusya’nın buna cevabı, geçtiğimiz yaz Rus-Çin liderliğindeki bir askerî ortaklık anlaşması olan Şangay İşbirliği Örgütü’nü hayata geçirmek ve Orta Asya’daki ABD askerî üslerini kaldırmak oldu. Hindistan, Pakistan, İran ve Beyaz Rusya yeni çekim merkezine gözlemci olarak dahil oldular ve Rusya, tekrar İran ve Suriye’yi anti-roket savunma sistemleriyle donatmaya başladı.
Buna karşılık ABD ise, Karadeniz’in batı kesiminde asker bulundurmak ve Ukrayna ile NATO arasındaki işbirliğini güçlendirmek istiyor. Ayrıca dolaylı yoldan Batı’ya yönelmiş eski Sovyet devletlerinin kurduğu bölgesel bir birlik olan Demokratik Seçim Cemiyeti’ni destekliyor.
Avrupa kıtası komünizmin yıkılmasından on beş yıl sonra tekrar mı bölünecek? Liberal Batılı modelin Rusya ve Orta Asya’ya kadar yayılmayacağı aşikâr. Buralarda geleneksel otoriter model daha uzun süre devam edecek. Batı’nın başka bir Avrasya kurgulaması gerekiyor. Zira 90’lı yılların aksine bu ülkelerin ekonomileri şu anda dibe vurmuş durumda değil. Rusya ve Kazakistan’daki büyüyen ekonomi, bölgeyi siyasî açıdan da güçlü kılıyor. Gerçekten de burada yeni bir global güç merkezi oluşabilir ve bu bölge zengin hammadde rezervleri sayesinde AB’nin güçlü stratejik komşusu olabilir.

 

 


Tavsiye Et
İsrail karşıtı açıklamalar, Arap âlemi tarafından neden destekleniyor? / Muhammed Ali Ebtahi, Emrouz, 20 Aralık 2005
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
Bir süre önce Arap ülkelerinden birine birkaç günlük kısa bir gezide bulunmuştum. Ahmedînejad’ın İsrail karşıtı sözlerinin dünya kamuoyunu meşgul ettiği sıralardı. Heyecanlı bir genç olan taksi şoförü, İranlı olduğumu anlar anlamaz Ahmedînejad’ın sözlerini övmeye ve İsrail karşıtı sloganlar atmaya başladı. Hevesini kırmak istemedim ama “sizin cumhurbaşkanınız da benzer sözler söyleyebilir ve Ahmedînejad’ın sergilediği tavrı sergileyebilir” dedim. Beklenmedik bir biçimde “Hayır” dedi. “Bizim ülkemiz ekonomik olarak yeni kendine geliyor ve ilerliyor; cumhurbaşkanımız böyle bir söz söylerse ekonomik olarak büyük zararlar görürüz.” Bu sözleri gerçekten beklemiyordum ve oldukça şaşırdım. Bu bakış açısı İsrail’in cinayetlerini yakından görmüş ve mazlum Filistin halkının yaşadığı sefalete tanık olmuş bazı Arap ve Müslüman gençlerin İsrail karşıtı her sözü hangi şartlarla desteklediklerini açık bir şekilde ortaya koymakta. Bu sözleri desteklemelerinin temel koşullarından biri, İsrail karşıtı açıklamaların başka ülke liderleri tarafından dile getirilmesi ve bu sözlerden dolayı kendi ülkelerinin ekonomik ve siyasal açıdan zarara uğramamasıdır. Arap devlet adamları da sürekli olarak aynı şekilde İsrail karşıtı açıklamalar yapacak bir ülke aramaktadırlar ki, bu açıklamalar bahanesiyle ülkeleri için İsrail ve destekçilerinden daha fazla taviz koparabilsinler. Yalnızca bu nedenle İran’da yapılan İsrail karşıtı açıklamalar bütün dünyada ve özellikle Arap ve İslam dünyasında böylesine bir yankı uyandırıyor ve tartışmalara sebep oluyor. Gerçekten de İran ne kadar büyük bir fedakârlık örneği gösteriyor. Tabii bu radikal açıklamalardan ve tutumlardan dolayı İran halkı hangi zorluklar ve sıkıntılarla karşılaşıyor ve esasen neden bu tür sıkıntılarla karşılaşmak zorunda, işte ben bunu anlayamıyorum.

Tavsiye Et
Gürcistan Azerileri zor durumda / Aydın Qaraçay, 525-ci gezet, 21 Aralık 2005
Azerbaycan Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
Bugün Gürcistan’da yaklaşık 350 bin Azeri Türkü yaşıyor. Marneuli, Bolnisi, Dmanisi ve Qardabani bölgelerinde yaşayan soydaşlarımız yüzlerce yıldan beri çeşitli baskılara maruz kalmakta. Karapapak, Borçalı, Kıpçak ve Oğuz olarak da adlandırılan Azeri Türklerinin 18. yüzyılda kurmuş oldukları Borçalı Sultanlığı, 19. yüzyılda Rusya’nın bölgeyi işgal etmesi sonucunda ortadan kalktı. Bu tarihten sonra Gürcistan topraklarında yaşamak zorunda kalan Azeriler, Hıristiyan bir ülkede Müslüman olmalarından ötürü diğer azınlıkların yaşamadığı zorluklarla karşı karşıya kaldılar. Sovyetler döneminde bu ülkede yaşayan Türk aydınlar Sibirya’ya sürüldü. 1989-91 yılları arasında ülkede yaşanan iç savaş sırasında ise ülkeden çıkarılma girişimlerine maruz kaldılar. Aslında bu politika 1950’li yıllarda başlamıştı. Bu tarihten itibaren Türklerin yaşadığı bölgelere çeşitli bahanelerle Gürcüler yerleştirildi ve Türkçe olan yer adları Gürcü isimleriyle değiştirilmeye başlandı ki; bu siyaset bugün dahi devam ediyor. Ülkedeki soydaşlarımızın yaşadıkları bunlarla da sınırlı kalmamakta. Gürcü polisi, çeşitli bahanelerle en temel haklarını bile ihlal etmekte ve polisin koruması altındaki Gürcü gençler ülkedeki Azerilere yönelik şiddet eylemleri uygulamakta. Özellikle soydaşlarımızın Türkiye ve Azerbaycan kanallarını seyretmek için kullandıkları uydu antenleri sık sık saldırıya maruz kalıyor. Ülkede hiçbir zorluk çekmeyen Ermeni azınlığın aksine soydaşlarımız son derece zor şartlar altında yaşamak zorundalar. Mikhail Saakaşvili’nin seçilmesi de bu davranışlarda bir değişiklik meydana getirmedi. Yapılan baskılar sonucunda Hıristiyanlığı kabul eden ya da kendi millî kimliklerinden vazgeçen Azerilere karşı tavırların olumlu yönde değişmesiyle, Azeriler bunu yapmaya teşvik ediliyor. Azerilerin yaşadıkları bölgelere yol, su, elektrik ve doğal gaz gibi hizmetler götürülmüyor; şikayette bulunanlar ise “Azerbaycan’a gidebilirsiniz” denilerek tehdit ediliyorlar. Ayrıca ülkedeki soydaşlarımızın çocuklarına ana dillerinde eğitim veren okulların sayısı günden güne azalıyor ve bu durum anne babaların gelecek nesiller için endişe duymalarına yol açıyor.

Tavsiye Et