Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2005) > Toplum > Aşkın halleri
Toplum
Aşkın halleri
Kemal Sayar
AŞKI konuşmak kolay da, onu olmak zor. Âşık olmaktan söz etmiyorum, aşkı olmaktan ve oldurmaktan bahsediyorum. Aşkla kanatlanmaktan, âlemi yukarılardan kalb gözüyle görebilmekten... “Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi / Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni.” Aşk, varlığın merkezini değiştirir. Önceki varlık düzeyimizden bir boşluğa atılırız; oradan yeni bir dünyaya, yeni bir varoluşa kement atmak isteriz. Hiçbir şey artık eskisi gibi değildir ve etrafımızdaki dünya bir deprem geçirircesine sallanmaktadır. “Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun.”
Ölüm, aşkın gölgesinde bekler. Sevmek dünyayı yok sayabilmek demektir; seven kişi endişe ve coşkunun bıçak sırtında gezinirken sorar: Yeni bir dünya mı kazanacağım şimdi, yoksa dünyamı mı kaybedeceğim?
Öleceğimizi bildiğimiz için tutkuyla sevebiliriz. Ölümlülük duygusu aşkı zenginleştirir ve adeta onu mümkün kılar. Aşk, bize ölümsüzlük ve zamansızlık vaat ederek, fanîliğin kıskacından bir süreliğine kurtarır.
Aşk, hayatın anlamını arayıştır. Kendinden geçmek, göklere yükselmek, hayatı bir vecd ve genişleme halinde yaşamak âşıklara özgüdür. Romantik aşkta aradığımız yalnızca insanî aşk ve ilişki değildir; aynı zamanda manevî deneyim ve bir bütünlük durumu özlemindeyizdir. Çünkü aşkla bir tamamlanmışlık duygusu yaşar, eksik bir parçamızın bize geri verildiğini hissederiz. “Dinsel içgüdülerimiz, modern kültürde başka bir yaşama biçimi bulamayınca gözlerden uzak yaşamasına izin verilen bir yere göçmüştür: Romantik aşka.” der bir yazar.
Aşk bizi yaralar. Üzerimizde iz bırakır. Bıraktığı yaralar her örseleyici söz ve yaşantıyla yeniden kanar. Ruhun yaraları nadiren kabuk tutar. “Aşk ile yaralanmış herkes / Bunun izini yüzünde taşımalı / Ve bu yara görülmeli / Bırakın kalbinizin yarası görülsün / Çünkü sevgi yolunda yürüyenler bu yaralarından tanınırlar” der bilgeliğin kaynağı.
Kimi yaralı ruhlar aşk pazarından kendilerine eş seçerken, geçmişin gölgesi onları izler. Onlar bir türlü anlaşamadıkları, ilişkilerinde hep sorun ve mahrumiyet yaşadıkları ana-babalarına benzeyen eşler seçerler. Dertleri; geçmişin yaralarını şimdi, bugün, bu yeni ilişkiyle tedavi etmektir. Kimi insanlar reddedici bir ana-baba özelliği gösteren bir sevgiliye sevdalanırlar. Onu dilediği gibi sevmemiş bir ana-babayla bitmemiş bir mesele, görülmemiş bir hesap vardır. Asla geri gelmeyecek bir sevgiyi geri getirmek için bir başka reddedicinin kollarında umutsuzca çabalarlar. Kimileri kendileriyle aynı yaralardan muzdarip muhariplere sevdalanır. Sevdiğimiz insanla kurduğumuz bağlanma, çoğu zaman ana-babamıza bağlanma biçimimizi bir ayna gibi yansıtır. Sevdiklerimize bazen güvenlikli, bazen de endişeli/ikircikli biçimlerde bağlanırız.
Akıl duyguyu, kudret sevgiyi, dış içi arar. Eril olan dişiyle tamamlanır. Ruh tamamlanmakla öte dünya yaşantısına girer; artık o, sevdiğiyle psikolojik olarak bütünleşmiş, anlam duygusunu yakalamış, doyum içinde bir varlıktır. Sevmekle zaman durur, uzak âlemlere kulaç atılır. Aşk, kişinin kendisinden daha büyük olana yönelmesidir; bir ilişkiye, sonsuzluğu içinde barındıran görkemli bir âyine…
“Sessizlik sır saklamaz” diyor Uriah Heep bir şarkısında. Aşk yorgunu bir dostumla sohbet ediyoruz. Cep telefonu vızırdayıp duruyor. Sevdiğinden birbiri ardına, mermi gibi, hüzünlü mesajlar. Kaza okları yüreğine saplanan o kocaman adam, acı ve tereddüt içinde kıvranıyor. Aşk artık gürültücü. Artık aşkın gürültüsünden durulmuyor. Aşkı ruhunda dinlendiren sevgililer yok; ortalığı telaşa vermek, yakmak, yıkmak, kırmak istiyor aşk. Yok olurken yok etmek istiyor. Eskinin sessiz ve içli âşıkları nerede şimdi? Aşkını içinde bir ateş gibi gezdiren, “yaktığımdan daha büyük ateşlerde yandım” diyen o mahzun sevgililer... Onları çıkardıkları sesten değil, ruhlarının üzerinde gezinen sessizlik hâlesinden tanıyabilirdik. Onlar içe çekilir, içe doğru derinleşir; varoluşun, kemikleri yakan ıstırabıyla sarhoş olabilirlerdi.
Onlar bu sızıdan hiç uyanmak istemez, bir afyonkeşin mahmurluğuyla “Aşk derdiyle hoşem / El çek ilacımdan tabib” diyebilirlerdi. Onlar âşıkın asıl derdinin çileyle pişmek, çilede yanmak ve bu çileyle tamamlanmak olduğunu bilirlerdi. O yüzden erenler, yüzyıllar boyu mum alevinde eriyen pervaneyi âşıka misal verdiler. Yanmazsan olmazsın. Ağlamaz isen, çöle düşmez isen, inlemez isen tamamlanmazsın. “Mecnun olup çöle düşmeyeceksen / Ne Leylâ’yı çağır, ne çölü incit” dedi bu toprakların bir türküsü. Çölü incitme! Onun uğruna cefa çekmeyi göze almıyorsan, varlık vadisinde berduşluk etme. Ol ya da öl. Olmak için sefer etmen gerek; kendinden sefer etmekle başla işe, kendi evinden ayrıl ve yola koyul. Belki bir çölü aşman gerekecek, belki yedi vadiden geçeceksin, belki bir dağı delmen istenecek senden. Aşkın bir çabayla sınanacak önce. Ayrılıkla imtihan edileceksin. Ona âyan olan sana, sana âyan olan ona âyan olacak. Aranızdaki sessizlik sır tutmayacak. Eğer aşk “sadâkatin kapısında köpeklerle birlikte beklemek” ise bundan erinmeyeceksin. Ruhun onu beklemekle dem tutacak. Kendinden ölerek onda olacaksın. Sessizliğin sesiyle. Kuş sürülerini ürkütmeden. Rüzgârla, yağmurla, ırmak ve dağlarla konuşarak yalnızca. “Ben rüzgârım sen ateş / Seni alevlendiren benim” diye gözyaşında yıkanarak. “Sen uyuduğunda / kapanan benim gözlerimdi” diyecek kadar o olacaksın. Aşkın olduracak hem seni, hem onu.
Günümüzün aşkları görünmek istiyor. Kıyıda köşede gizlenmek istemiyor; bilinmek, ilân edilmek, ses çıkarmak istiyor. Özlemek istemiyor âşık, hemen kavuşmak istiyor, chatleşmek, mesajlaşmak, cep telefonuyla onu hep kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. Aşk, beklemeye tahammül etmiyor. Âşık sevmek değil, sevilmek derdinde. Sevilsin, şu karanlık dünyada kendisine bir ışık dehlizi açılsın, bu dünyada sevilmeye değer olduğunu birisi kendisine söylesin istiyor. Yücelmek için yüceltiyor, sevilmek için seviyor. Istıraba tahammülü yok, yanmaya gelemiyor; varlığını alevde eriten bir pervane yerine kandile sitem okları yağdıran bir pervane olmayı yeğliyor. Gürültü yapıyor. “Ne olur beni sev!” diye ulu orta bağırıyor; sessiz bir ağlayışla yapılmadığı için bu çağrı, masum bir yakarı olmadığı için ötelerden yankı bulmuyor.
Aşk, artık sessizliğe katlanamıyor. Âşık sanıyor ki, ne kadar ses olursa o kadar iyi anlaşacak; çıkardığı sese karşılık bir ses istiyor, iniltisine bir iniltiyle cevap verilsin istiyor. Oysa o cep telefonu her çaldığında sesler daha bir anlamsızlaşıyor. Hiçbir şey iletmeyen, bir çağrı, bir duygu taşımayan her konuşma, insanı kendi zindanına daha da çok gömüyor. Fazladan sarf edilen her kelime, oluş çabasıyla sınanmamış her söz, sevgiliyi sırlar mağarasına daha çok çekilmeye mecbur ediyor. Fuzulî sözler aramıza sırlardan bir duvar örüyor. Aşkın işlevi eskilerde perdeleri yırtmak iken şimdilerde örtülere bürümek. Sevgiliden saklanmak ve kendinden saklanmak. Oysa âşığın feryadı susuşunda gizlidir. “Ancak söylenemeyen aşk aşktır” diye yazmıştı Blake. O asırlar öncesinden seslenen Mevlâna’yı yankılar gibiydi: “Dil, kelimeler pek çok şeyi açıklar ama aşk, üzerine kelimeler düşmediğinde daha berraktır.” İnsanların mezar taşlarından ve kitabelerden daha çok bildikleri vehmiyle, durmadan konuştukları bir çağda, gökler susuyor. Ve aşk, günümüzde yaramaz bir çocuk gibi tepinip yaygara koparıyor. Modern dünya her türlü tasallut aletiyle suskun âşıkları bertaraf ediyor. SMS’ler, chat odaları, telefonlar insanın iç uzayını boş yer bırakmamacasına dolduruyor. Sessizlik bütün asaletiyle hayatımızın her cephesinden geri çekiliyor. Ruhumuzun kıyılarını döven ses dalgaları bize ne bir özlem duygusu ne de bir kavuşma heyecanı bırakıyor. Hız ve gürültü, sonunda aşkın yüzlerce yıllık anlamını da yutuyor.

Paylaş Tavsiye Et