Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Toplum > Ötekiyle paylaşılan rüyalar
Toplum
Ötekiyle paylaşılan rüyalar
Betül Özel Çiçek
KİTAPTAKİ bütün öyküler kahramanın ikinci kişi üstünden anlam kazanmasını veya anlamını yitirmesini anlatıyor. Ötekinin/gölgenin tuttuğu ışık yahut yansıttığı karanlık, kahramanların kendilerini idrakini, hayata bakışlarını etkiliyor. Bu bağlamda Barbarosoğlu’nun kahramanları aslında toplumun ötekileştirdikleri, yazarın tabiriyle insanlara göz hizasından bakmak isteyenler, dilleri zarafet olanlar, sevaplarının dahi kefaretini ödeyenler... Ama yine yazarın bir kahramanına söylettiği gibi hayatın dili zarafet değil ve insanların çoğu ya üsten bakmaya ya da üstten bakılmaya razı. Hal böyle olunca İki Kişilik Rüyalar’ın kahramanları kendilerini ifade edebilme süreçlerine ancak rüyalarda başlayabiliyorlar. Çünkü ancak rüyalardır “ötekiler”in rahatça ortaya çıkabilecekleri, Jung’un tabiriyle “ruhlarının anlamını keşfedebilecekleri”, kendi ifadelerini bulabilecekleri saha. “Ötekiler”in yazarın rüyalarında ortaya çıkması da şaşılacak bir şey değil. Barbarosoğlu her zaman için onu hayata bağlayanın bütün “ötekiler” için dua edebilme umudu olduğunu belirtiyor. Toplumun görmezden gelip kenara itelediklerine bu değeri veren yazar, bir yerde de ötekilerin kendisiyle anlam kazandıkları, onlara ışık tutan “ötekilerin ötekisi” oluyor. Çünkü o “ötekiler”i sadece hissetmek, onlara şahit olmak ve sırdaş olmakla kalmıyor; yukarıda sözü geçen umudu taşıyor. Dünyanın ahiret hayatına nispetle ancak bir rüya mesabesinde olduğunu belirten yazar, hassasiyetini okuyucularına da zerk edebilme arzusuyla kitapla ilgili bir röportajında okuyucusunu rüya tabircisi olmaya zorlamak istediğini söylüyor. Bu sebeple rüyalarını suya değil de, kâğıda anlatıyor. Lâkin yazar, umudu taşısa bile asla romantik değil; gönülden gönüle giden yolların örümcek ağları gibi görünmezleştiği ve inceldiği çağımızda kapıların “bu kadar kendine açık ve bu kadar kendine kapalı” olduğu gerçeğini göz ardı etmiyor. Bu umudun ve arzunun kimi zaman birilerince didaktik bir motivasyon olarak algılanması, hatta yazarın bu yüzden eleştirilmesi ihtimali ise her zaman bulunuyor.
Rüya, kadın, ölüm (aynı zamanda doğum) kitabın ana temalarını oluşturuyor. Hikâyeler bir rüyadan, rüyalar dizininden yola çıkarak ele alınmış; arkada kendisini devamlı hissettiren ölüm (doğum sancısı) var ve olaylar topluma yabanıl kalmış, dışlanmışlığının azabını yaşayan ve bunu okuyucuya da hissettiren kadınların başından geçiyor. Bu temalar sadece İki Kişilik Rüyalar’da değil, gerçek hayatta da birbirleriyle daimî bir bağlantı halinde aslında. Rüyaların gerçekliğine ve gücüne iman etmekle “gerçekçilik”in sözüm ona düzeninden kaçıp dünya hayatını bin bir veçhesiyle kabul eder, onun da aslında bir rüya olduğunun ayırdına varırız. Geriye ise elimizde tek gerçeklik kalır: Ölüm.
Yazar; kadın, ölüm=doğum, rüya temaları üstünden ev, bahçe ve kapı metaforlarını hikâyelerine giydiriyor. Kadın teması ile ev metaforunu, bahçe metaforuyla rüya temasını, kapı metaforuyla ölüm temasını eşleştirmek mümkün. Ev metaforu altındaki ilk iki hikâyede yoğun bir hatıra tadı; evin ev olduğu, hanımların hayatın manasını, “ağaçların ve kuşların dilini” iş ve ritüellerle gönlümüze yerleştirdiği zamanlara dair izler bulunuyor. Son iki hikâyede ise evin yaşadığı dönüşüm ortaya konuyor. Bu bölümde O Yaz hikâyesi kendini en önce belli edeni. Böylesi değişen evde ruhu bulanan kadın, değil mi ki o, oyalanma ânının ebedîliğine olan inancın düzenini alt üst eden bir güçtür, bahçeye sığınıyor. Bahçe yazara göre, kabaca kamusal alan olarak algılanabilir. Buradaki hikâyeler genel itibariyle başörtülü kadınların değişik hallerdeki (çocuk, anne, öğrenci, eş) sorunlarından, yaralarından bahsediyor. Kamusal alanda çözülmedikçe sorunlar, kadınlar rüyalara daha çok sığınır hale geliyor. Bu bölümde en çok dikkati Sevabın Kefareti hikâyesi çekiyor. Rüya ölümün yolunu açıyor, bahçeden kapıya yöneliyor okuyucu. Kapı metaforu altında dostluk hikâyeleri var. Yazar, zamanın ve mekanın ötesine, yani bu dünyadan öbür dünyaya taşınmayan dostluk, dostluk değildir, dercesine şu tespiti iliştiriveriyor bölümün başlangıcına: Kapılar yalnız kendine açık ve yalnız kendine kapalıydı. Bu bölümün öne çıkan hikâyesi ise Güzel Ölüm Defteri.
Yazar iyi bir gözlemci olmasının avantajını sonuna kadar kullanıyor. Gözlemleri ise dışarıda akıp giden hayata dair değil; o, derûnumuza, bizi biz yapan değerlerin nasıl yitip gittiğine kişisel tarihler bazında ışık tutuyor.
Kitaptaki her şey, kelimelerinden resimlere kadar her detay yazar tarafından inceden inceye hesaplanarak, titiz bir edebî zevkin ürünü şeklinde ortaya konulmuş (mesela kitabın çocukluk anılarıyla başlayıp yaşlı bir dostun ölümüyle bitmesi gibi); ama yazar, “intellect”in pençesine düşmemiş. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, kalbi ile akledebilmiş.
 
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: “Ötesi yok; dünya hali böyle!”
Şöyleşi: Betül Özel Çiçek 
 
Kitabınızda insan hallerinden haller anlatıyorken annenize ithafınızda onun ağaçların, kuşların dilini bilmesi vasfını öne çıkarmanızın sebebi nedir? Size göre insan olmak böylesi bir farkındalığı mı gerektiriyor?
Ağaçların ve kuşların dilini bilmek annem ile benim var olduğum dünyayı ayıran en keskin yan. Ben hiç öğrenemedim o dili. Hep gıpta ettim. Özendim. Benim var oluşum insan ile ilgili daha çok. Annem insanların kusurlarını ya da erdemlerini hiç düşünmez. Annem için insanlar kendi hizmetine muhtaç olanlar ya da olmayanlar diye ikiye ayrılır. Hizmetine muhtaç olmayanlarla ilgilenmez. Tek taraflı bir anlama değil, hayvanlar da annemin dilinden anlıyor. Bu bana çok hoş geliyor. Yerde bulduğu bir dalı toprağa batırır belki biter diye. Annem böyle. İnsan olmak üzerine bir tarif değil o ithaf. Annem öyle olduğu için. Ama neden bu kitabı ithaf ettim derseniz, buradaki hikâyeleri yazarken çoğunlukla annemin kokusunu duydum. Ben hiçbir yazımı annemin bilmesini istemem. Çünkü gazetedeki yazılarıma bile ağlıyor.
 
Ev, bahçe, kapı... nın ötesi yok mu? Evden bahçeye çıkarsınız, kapıdan da sokağa. Sizde kapı size çıkıyor geri. Ev-bahçe-kapı döngüsü hiç durmadan devam mı ediyor?
Ötesi yok; dünya hali böyle! Başladığınız yere geri dönüyorsunuz. Bizi biz yapan şey, başladığımız yere geri döndüğümüzde yeni bir sefer heyecanı taşıyıp taşımamamızda ortaya çıkıyor. Diğer taraftan bakın, kapitalist ülkelerde eve dönmek, üretimin merkezi olarak eve dönmek eğilimi gittikçe yaygınlaşıyor. Nereye gidersek ve ne kadar yol almış olursak olalım, kendimizi hep aynı olarak taşıdığımızda döngüsellik aptal bir labirent oyununa dönüşüyor. Ama hiçbir yere gitmeden de bir halden bir hale geçebiliyorsak, o zaman Yunus’un mısraına sığınmak ne güzel: “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası?”
 
Kitabınızda yoğun bir gurbet hissi var, yitip gidene özlem… Eski evler, eski âdetler, eski dostlar... yaşanmışlığa, yitip gitmişliğe dair güzel, kekremsi bir hüzün. Kahramanlarınız bu yitip gidenler yüzünden mi sevaplarının kefaretini ödüyorlar?
Günahın, serbest, görünür ve özgürlük alanı içinde; sevabın ise yasak ve görünmeyen bir alana taşınmış olmasından dolayı, kahramanlarım sevabına kefaret ödüyor. Modern dünyanın araçları, kötülüğün dilini taşımakta serbest ve kışkırtıcı. Dinî olanı yaşayabilmek için sekülerin dilini kullanmaya mahkum edildik. Sekülerin dilini kullandığımız anda dinî olanın içi boşalıyor. Mesela başörtüsüne özgürlük diyoruz; kul hakkı diyemiyoruz. İnsan hakları diyoruz; Allah’ın emirlerine itaat diyemiyoruz da, özgürlük diyoruz. Kefaret günahların dünyasına ait bir fıkıh kavramı. Sevap ve kefaret bir arada olmaz. Ama modern dünyanın seküler zihniyeti için her sevap bir kefaret ile cezalandırılmalı. Kendisine dini hatırlatan her eylem ve davranış cezalandırılmalı. Yitip gidenler… Yitip gidenlerin varlığı hakkında bir mutabakata varabilmeyi başarabilseydik, sevabına kefaret ödeyenleri daha kolay görürdük.

Paylaş Tavsiye Et