Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2005) > Dosya > Hatalı bir ikilem: Küreselleşme ve milliyetçilik çatışması
Dosya
Hatalı bir ikilem: Küreselleşme ve milliyetçilik çatışması
Alim Arlı
NEO-LİBERAL iktisadî ve siyasî ilkelerin son otuz senedir tüm dünyada ulaştığı egemen iklim, kapitalizmin dönemsel krizlerinden birinin doğal sonucudur. Bununla bağlantılı gelişen küreselleşme söyleminin ise bu anlamda hem siyasî hem de sosyo-ekonomik bir tarihsel arka planı mevcuttur. 19. yüzyılın vahşi kapitalizminin sınır tanımayan iktisadî, kültürel ve siyasî sömürgeleştirme faaliyeti, sermayenin hudutsuz birikimi ve emek-yoğun sanayi üretimi anlayışı 20. yüzyılda yerini asimetrik bir bağımlılık ekonomisine bıraktı. 19. yüzyıl kapitalizminin aynı zamanda Batı milliyetçiliklerinin gelişmesinde oynadığı olumlu rol ve bu milliyetçiliklerden aldığı psikolojik meşrulaştırma Batı’da oldukça karmaşık bir demokratik ve parlamenter siyaset sisteminin oluşmasına ve bunun perçinlenmesine katkıda bulundu. Sarkacın öbür ucunda duran ve çoğu sömürgeleşmiş Batı-dışı toplumlardaki milliyetçiliğin gelişmesi ise, Batılı milliyetçilikleri besleyen iktisadî ve siyasî düzene yani 19. yüzyıl emperyalizmine derinden bir karşı çıkışı ifade ediyordu. Hindistan, Çin, Rusya gibi ülkelerde ve daha sonra Türkiye’de milliyetçiliğin gelişmesi Batı’daki milliyetçiliği besleyen iktisadî ve siyasî sisteme ciddî bir başkaldırıyı ifade ediyordu. Bu durum hegemonyayı ters çevirme işlemi olarak da görülebilir. Bu anlamıyla Batı’da kapitalizm ile milliyetçilik arasındaki karmaşık ve bazen içinde derin paradokslar barındıran koşullandırma ilişkisinin karşıtı, Batı-dışı ülkelerde anti-emperyalizm ve milliyetçilik arasındaki akrabalık ilişkisi şeklinde oluştu. 20. yüzyıl bu çelişkilerin şiddetlendiği ve kurumsallaştığı bir yüzyıl olarak tarihe geçti.
Günümüz konjonktüründe birbirine karşıt bu iki söylemin geleceğin şekillenmesinde etkili olacağı iddia ediliyor: Buna göre, enformasyon ve ulaşım teknolojilerinin kurmakta olduğu altyapı ile küçülen ve kozmopolitleşerek perçinlenen dünya-toplum, kaçınılmaz bir küreselleşmeye muhataptır. Bu da geçen yüzyıllardan kalan bazı ideolojik karşıtlıkları tarihin çöplüğüne gönderip kozmopolit bir demokrasiyi gündeme getirecektir. Karşı argüman ise, günümüzde yaşadığımız değişimlerin ulus-devletin hukukî ve kurumsal altyapısını aşındırsa bile, milliyetçiliklerin farklı biçimlerde yeniden güçleneceğini çünkü küreselin, özünde yerel olanın kışkırtılmasında anlam bulan şekillerde geliştiğini iddia etmektedir. Her iki argümanın hesaba katmadığı ve ileride muhtemelen yeniden gündeme gelecek olan ise dünya dinlerinin bu çerçeveler içinde üstleneceği rollerin ve işlevlerin yeri sorunudur. Bu durum hem neo-liberal küreselleşmeci söylemin hem de yeni-milliyetçiliklerin üzerinde yeterince düşün(e)medikleri bir husustur.
Niklas Luhmann’ı dinleyecek olursak günümüz toplumları karmaşıklaştıkça merkezsizleşmekte ve çözülemez paradoksları gündeme getirmektedir. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bunların en önemlilerinden birisi, dünya dinlerinin son beş yüzyılın sosyal ve iktisadî sorunlarının neticesinde ortaya çıkan duruma verecekleri cevapta gizlidir. Eko-sistemin geleceği, ahlakî dilin yeniden kurulması, nihilizm hayaleti, bilim ve teknolojideki gelişmelerin doğuracağı sorunlar bu konudaki asgarî listeyi oluşturmaktadır. Küreselleşme ve milliyetçilik arasında kurulan karşıtlık bu listenin gelecekte alacağı şekillenmeler çerçevesinde kendi sınırlarını da görecektir. Çünkü her iki söylemin içinde gelişeceği söz ortamının gerçeklik düzlemini bu liste oluşturacaktır. Ulus-üstü çok yönlü tüm oluşumların üzerinde ısrarla tartıştıkları konuların bazı başlıkları manidardır: Dünyanın nükleer enerjiden ve silahlardan arındırılması, eko-sistemi koruyucu hukukî tedbirlerin artırılması, insan sağlığını koruyucu önlemlerin artırılması, açlık ve salgınlara bağlı ölümlerle etkili mücadele, AIDS gibi ölümcül hastalıkların önlenmesi, klonlama yoluyla üremenin sıkılaştırılmış uluslararası hukukî denetimi, insan haklarının her düzeyde yaygınlaşması. Bunlar hem küreselleşmeci söylemin hem de günümüz milliyetçiliğinin yüzleşmekten kaçındıkları sorunlardır. Bu anlamıyla da her iki söylem, geleceğin dünyasının acil sorunlarıyla yüzleşmekten uzak bir tarihî mirasın üreticileri olarak garip bir anakronizm ile maluldürler. Milliyetçiliğin, küreselleşmenin yıkıcı etkilerine karşı kültürün ve kimliğin korunması noktasında üstlendiği rolün olumlu yönleri, iş gelecekteki sorunların çözümüyle ilgili noktalara geldiğinde ciddi tıkanmalar yaşamaktadır. Milliyetçiliklerin bu konudaki eksiklikleri neo-liberal küreselleşmeci söylemin bu sorunları gizlemedeki olağanüstü maharetiyle tabi ki kıyaslanamaz. Üstelik neo-liberal (ve şimdilerde neo-con) küreselleşmecilik yukarıdaki sorunları “göstererek gizlemekte” olağanüstü başarılı bir mücadele yürütmektedir. Örneğin bugün insanların pek çoğu insanlığın karşı karşıya bulunduğu tehlikelerden haberdar iken bunun sebepleri ve muhtemel sonuçları hakkında derin bir bilgisizlik yaşamaktadır. Bu durumun oluşmasında eğitimden egemen kültürel/bilimsel ortama, toplumlararası güç asimetrisine, oradan üniversitenin misyonuna ve iktisadî dünyanın monetarist sahte gündemine uzanan karmaşık bazı süreçler olduğu ise kabul edilebilir. Bu noktada şu soruyu cevaplandırabilecek bir zemine yaklaştığımızı kabul edebiliriz: Geleceğin dünyasını şekillendirecek temel unsur küreselleşme mi olacak milliyetçilik mi, değilse ne?
Milliyetçiliğin “dili” onu anlayıp tanımlamanın en önemli aracıdır. Çünkü milliyetçilik kimliğe ve kültüre ilişkin sorunları tanımlama noktasında “sınırları” ortaya koyan otoriter bir dili kullanmıştır. “Sınırların belirlenmesi” meselesi, küreselleşmenin temelini oluşturan “sınırların ortadan kaldırılması” pratiğiyle zorunlu çatışma alanları doğurma tehlikesini gündeme getirecektir. Milliyetçilik sınırların ortadan kalktığı bir konjonktürde kendisine sınırları belirleme konusunda klasik desteği sağlayan ulus-devlet şemsiyesini eskisi kadar rahat kullanamayacaktır. Bu anlamda da küreselleşmeci ideolojinin kozmopolit gündemiyle bir araya gelmesi imkânsızlaşacaktır. Nesnel bir süreç olarak küreselleşmenin etkilerine ise daha açık bir duruma gelecektir. Bu anlamda da küreselleşme sürecine direnen bir dil içinde kaçınılmaz olarak küreselleşecektir. Küreselleşme ideolojisi ise sınırların aşındırılmasına vurgu yaptıkça, yerel tüm kimlik unsurlarını kendilerini yeniden düşünmek noktasında kışkırtmaktan kaçınamayacaktır. Bu ise her yerde oluşan bölgesel milliyetçiliklerin küreselci ideoloji ile karşılaşması anlamına gelecektir. Bu anlamıyla Batı’daki milliyetçiliklerle Batı-dışındaki milliyetçiliklerin, ağlarla birbirine bağlanan bir dünyada daha hızlı ve korumasız biçimde karşı karşıya gelmesi tehlikesi belirecektir. Yukarıda belirtilen gerçek küresel sorunlar karşısında küreselleşmenin yarı-ideologları da milliyetçiler de tatminkâr cevaplar bulamayacaktır. Dünya-toplumun yüz yüze olduğu sorunlara ilişkin ortak değer ve durum tanımlamaları yapmak zorunda olmaları ne milliyetçiliğin dışlayıcı ne de küreselleşmeciliğin totaliter baskıcı dilinin yeterli olmayacağı bir duruma işaret etmektedir. Bu anlamıyla geleceğin siyasetinde/dünyasında günümüzde yaşanan krizlerin temellerini atan iki ideolojinin felsefî arka planları da tartışmaya açılacaktır. Ortak değer ve durum tanımlamaları yapmaktan uzak olan her iki düşünce de farklı çözüm arayışlarını hesaba katmak zorunda kalacaktır. En azından büyük dünya dinlerinin ileride yaşanabilecek sorunlara ilişkin gelecekte alacakları ve akılla çatışmayan tutumlarının derin bir belirleyiciliğinin olacağı söylenebilir. Hem küreselci ekonomizme hem de yerelci bir kültürcülüğe dayanan düşünceler ortak değer tanımlamaları ve normatif mutabakat geliştirme noktasında aklın gelişiminde temel etkileri olan din ve bilimin tavırlarına kulak kabartmaktan kaçınamayacaklardır. Bu durum gelecekteki muhtemel çatışma alanlarının ortadan kaldırılması için geçerli olacak bir siyaset ortamının da zorunlu bir uğrağı anlamına gelecektir. Küreselleşme ile milliyetçilik çatışmasında sınırlara ilişkin tartışmalar şiddetlendikçe, birkaç yüzyıldır ulus-devletlerin blokajına takılmış olan büyük geleneklerin tarihin şekillenmesinde üstleneceği rollerin artacağını öngörmek zor olmasa gerektir. Böyle bir durum kültürel ve toplumsal temelde inşa edilmiş asimetrik çatışmaların çözümü için bir fırsat sunabilir.

Paylaş Tavsiye Et