Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2005) > Türkiye Siyaset > AK Parti reel politikle tanışıyor
Türkiye Siyaset
AK Parti reel politikle tanışıyor
M. Mücahit Küçükyılmaz
SERT Mİ, yumuşak mı geçtiği pek de anlaşılamayan bir kışın ardından bahara girerken, Türk siyasal yaşamı, bir ucunda AK Parti’nin, diğerinde ise içeriden ve dışarıdan pek çok aktörün bulunduğu bir gerilime doğru sürükleniyor. Bu süreçte, AB’den tarih alınan 17 Aralık 2004 bir milat olarak görülüyor. Hedefsiz kalmakla eleştirilen ya da Ali Bayramoğlu’nun Neşe Düzel’e verdiği röportajdaki ifadesiyle, “AB ile ilişkilerde yönlendiriciliği bırakan” hükümetin doğurduğu “boşluğu asker dolduruyor.” Zaten demokratikleşmede fazla ileri gidildiğini öne süren statüko kanadının cesaret kesbedip icra-yı faaliyet eylemeye başladığına dair emareler görülmeye başlamışken, asker beyanatlarının gündeme “bomba gibi” düştüğü günleri çağrıştıran kıpırdanmalar, yine Bayramoğlu’nun deyişiyle, “AK Parti zayıfladığı”, hatta “AK Parti makineleri stop ettiği” içindir. Düzel ise spota, muhatabınınkinden biraz farklı olarak, ikazdan çok itham içeren cümleler yerleştiriyor: “Türkiye’de her şey yolunda gidiyor gibi gözükürken, hükümet ani bir politika ve söylem değişikliği yarattı. AB’ye çok mesafeli, polis dayağı gibi antidemokratik uygulamalara destek veren, medyayı suçlayan bir dil geliştirdi. 3 Ekim’de başlayacak olan AB ile müzakereler için yapılması gereken hazırlıklara aldırış etmez oldu. Ülkede yükselmekte olan içe kapanmacı, milliyetçi bir akımın parçası haline geldi. AKP’nin dış dünya ile arasına mesafe koymasıyla birlikte askerin siyasetle ilgili demeçleri de yeniden başladı. AKP’yi sadece AB politikalarından dolayı destekleyenler de, iktidarın gücünü ve niyetini sorgulamaya başladı. Türkiye belirsizlik ortamına girdi.”
Düzel’in gayet hızlı ilerleyen düşünce silsilesini izlersek, 17 Aralığa kadar ne yaptığını bilen, yaygın tabirle “devlet sorumluluğu ile hareket eden” AK Parti, o günden sonra birdenbire metamorfoz geçiriyor; AB ile mesafeli, antidemokratik, medyayı suçlayıcı, içe kapanmacı, milliyetçi bir kimliğe bürünüyor. Eh, öyle olunca da “AKP’yi sadece AB politikalarından dolayı destekleyenler”, onun gücünü ve niyetini sorgulamaya başlıyor; ardından gelsin belirsizlik ortamı! Her şey o kadar çabuk değişiyor ki, 3 Kasım sonrası ortaya çıkan muazzam halkoyu karşısında el pençe divan duran büyük basının esnek yazarları başta olmak üzere, AK Parti’nin arayı iyi tutmaya çalıştığı iş dünyasının bir kısmının temsilcisi TÜSİAD, hatta bugüne kadar devlet ciddiyeti ile çalıştığı Genelkurmay’ın Kara Kuvvetleri Komutanı, Hükümet’e eleştiriler yağdırmaya başlıyor. Elbette, ülkenin siyasal yönetiminin mutlaka eleştiri alması -ki az sonra görüleceği gibi bu yazı da o meyandadır- hele hele kamu yararının, bireyin ve toplumun hak ve özgürlüklerinin söz konusu olduğu durumlarda lafın esirgenmemesi gerekir. Mesela hükümetin eline birileri tarafından kast-ı mahsusa ile tutuşturulmuş bir metin izlenimi veren ve geçen haziranda çıkarılan “özgürlükçü” basın yasasındaki pek çok kazanımı yok eden yeni TCK’deki basına dair maddeler, kıyasıya eleştirilmeyi hak ediyor. Nitekim, “biz de damdan düştük; damdan düşenin halini biliriz” diyen bir Başbakan’a sahip olmanın verdiği güvenle yaşam süren gazeteciler, geçen sonbaharda “zina” ile iştigal eylerken, arada kaynayıp önlerine gelen yeni yasa ile damdan düşmüşe döndüler.
Yukarıdakine benzer pek çok örnekte bilhassa AK Parti ve ülkenin istikrarı açısından ürkütücü olan şey, her fırsatta bir niyet/amaç sorgulamasına, yıpratma kampanyasına ve kol bükme faaliyetine girişmek için yol aranmasıdır. Herhangi bir merkez sağ veya sol iktidar için asla düşünülmeyecek “tehlikeli” ihtimaller AK Parti için kolaylıkla dile getiriliyor; Hükümet’e sürekli bir “düğme” paranoyası yaşatılmak isteniyor. Açıkçası, AB’den 3 Ekim 2005’e tarih alınmasından sonra, belki de bize özgü bir gevşeklikle öküz öldü ortaklık bitti deyip, Hükümet’e verilen şartlı desteğin varlık nedeni olan şartların ortadan kalktığına kanaat getiren bazı kanaat önderlerinin, politika yapıcıların ve dördüncü kuvvet medyanın tavrında samimiyetten eser bulunmuyor. Zaten çıkar esasına dayalı reel politiğin dünyasında, samimiyet de aranmaz; ancak asıl önem taşıyan, bir muhafazakâr Türkiye mozaiği durumundaki AK Parti’nin bu gerçeği ne ölçüde kavradığıdır.
 
AK Parti’nin Reel ve Duygusal Bağları
Dış politikaya ve ABD ile ilişkilere girecek değiliz; ama sadede gelirken, şu kadarını söyleyelim: Hükümet’in belirli ilkeler çerçevesinde yürütülen dış politikasında en azından “kırmızı çizgi” kavramı bulunuyor. Oysa iç politikada, esen rüzgarın belirleyici olduğu bir siyasal icraat tarzı öne çıkıyor; ne var ki, halk arasında esen “AK Parti rüzgarı”nın yükseklerde pek etkili olduğu söylenemez. Bunun en başta gelen nedeni, şimdiye kadar belli bir kimlik bilincinin şekillendirdiği ilkeler çerçevesinde değil, parmağı rüzgara tutarak yönü belirlenen politikalar üretilmiş olması. Böylece, sorumlu-sorumsuz pek çok aktör AK Parti’nin, kendine güveni az, değişken ve esnetilebilir çizgisine müdahalede bulunma konusunda cesaret kazandı. Anlayış’ın Eylül sayısında, AK Parti yönetimi için Kamu Yönetimi Reformu Tasarısı’nın bir kırılma noktası olacağını söylerken, “vetonun hakkından referandum gelir” önerisinde bulunmamızın nedeni de buydu. Çünkü gücünün doruğundaki bir hükümetin, icraat alanını genişletecek olan Kamu Yönetimi Reformu konusunda düzenlenen bir referandumdan galip çıkması, aynı zamanda onun çizgisini netleştirmesine ve güven/güç tazelemesine yarayabilirdi.
Bugün gelinen noktada, David Easton’ın sistem teorisinden ilhamla, sistem ile çevre arasındaki ilişkide araç vazifesi gören iktidar partisi, kendisine iktidar konumunu getiren çevrenin taleplerini sistemin merkezine etkili bir biçimde taşıyamıyor. Yıllardır ertelediği beklentileri olan vatandaş, ikircikli ve siyasal/sayısal gücüyle ters orantılı bir söylem ve eylem ağırlığına sahip olmayı, bir yere kadar anlayışla karşılayabilir. Kamuoyunun genel algısı da, hükümetin iç politikada hâlâ krizlerin etkilerinden tam anlamıyla arınamamış olan ekonomiyi sahil-i selamete çıkarmak için fincancı katırlarını ürkütmekten kaçındığı yönünde. Bir bakıma, siyasal demokrasinin değil, “piyasa demokrasisi”nin kuralları Hükümet’e yön veriyor. Fakat her gerilemede ve belli aralıklarla yapılan taktik manevraların fiyaskoyla sonuçlanmasında, beklentilerin karşılanacağına olan inanç azalırken, vatandaşın, aslında yüksek olan sabır eşiği de düşüyor. Risk alınması gereken yerde yumuşak geçiş yapmak için gerilemek, siyasal meşruiyeti de sorgulanır hale getiriyor.
İşin özü, AK Parti’nin, kendilerine reel politiğin rehberlik ettiği iş dünyası, medya ve sistem içi aktörlerle kurduğu ilişkinin bir pazarlık ve güç paylaşımı esasına değil; yakınlaşma, hatta samimiyet kurma gibi “duygusal” niteliği baskın çabalara dayanmasıdır. Öte yanda ise, halkla özellikle Başbakan’ın şahsı arasında kurulan “büyülü” ve “duygusal bağ”ın gittikçe reel politik bir ilişkiye dönüştüğü görülüyor. İşte yakın zamanda AK Parti’yi bekleyen asıl sorun burada.
Galiba bahar havası hükümete pek yaramıyor; baksanıza şimdiye kadar getirdiklerine ve getireceklerine: 1 Mart tezkeresi, Irak Savaşı, muhtemel yeni istifalar, yükselen milliyetçi dalga, AB’nin imza bekleyen ek protokolde Güney Kıbrıs’ı tanıma baskısı, 24 Nisan Ermeni Soykırımı iddiaları, İsrail ziyareti, ABD’nin İncirlik baskısı ve tabii ki çözüm bekleyen başörtüsü yasağı…

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR