Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2005) > Toplum > “Hottentot Venüsü” ve Condoleezza Rice
Toplum
“Hottentot Venüsü” ve Condoleezza Rice
Nazife Şişman
SAARTJE Baartman, 19 yaşında iken Ümit Burnu’ndaki anavatanından alınıp İngiltere’ye getirilen Afrikalı bir kadındır. Buşman kabilesine mensup olan Baartman, 124,5 cm boyundadır. İlk defa 1810’da Picadilly’de “Hottentot Venüsü” adıyla İngiliz seyircisine sunulur. Bunu takip eden 6 yıl boyunca Avrupa’nın çeşitli merkezlerindeki fuarlarda ‘sapkınlar’, ‘hilkat garibeleri’, ‘devler’le birlikte acayib’ül-garaib kabilinden sergilenir. Zoologlar ve fizyologlar tarafından incelenir. 25 yaşında iken 1816’da Paris’te ölür. Ama ölümü, ne teşhirini, ne de ona yapılan hakareti sona erdirmez. Otopsi için cesedi kesilip biçilir; iskeletinin ve bazı organlarının maketi yapılır. Üreme organları 1870’lere kadar formalin içinde saklanır ve Musee de L’Homme’de (Paris) sergilenir. Hottentot Venüsü’nün hikayesi, 1995’te vücudundan kalan parçaların alınıp doğum yeri olan Güney Afrika’ya gömülmesiyle son bulur.
Afrika’da sıradan bir hayat sürse hiç kimsenin adını bile duymayacağı Baartman’ın hikayesi, neden iki yüz yıldan fazla sürdü? Vücudundan kalan parçaların gömülmesiyle bu hikaye gerçekten bitti mi?
Bu hikayeyi yorumlamak için konuya birkaç farklı açıdan yaklaşılabilir. Birincisi, Avrupa’da 18. yüzyıl sonundan itibaren insan bedeni, kültürel ve sosyal tanımlamaların merkezinde yer almaya başlamıştı. Fizyoloji ve biyoloji, tıbbî açıdan ‘normal’i belirleme iddiasındaydı. Normali tanımlamak ise anormal üzerinden yapılıyordu. Bu çerçevede Hottentot Venüsü, normalin tanımında araç olarak kullanılan bir ‘anormal’lik örneğiydi.
19. yüzyıl Avrupa’sında, özellikle İngiltere’de ‘normallik’ nosyonu önemli bir ilgi konusuydu. Bu, tıbbî bir norm ya da standart bir insan tipi anlamında bilimsel çevrelerde revaç buldu. Neyin anormal ya da patolojik olduğunu belirlemek, Avrupa tıp camiasının yetkisi dahilindeydi. Tıbbî manadaki sapmalar ve anormallikler, birer teşhir ve gösteri unsuru olarak da işlev gördü. Fuarlarda hilkat garibelerinin sergilenmesi, bu döneme rastlar.
‘Sapkınlık’a, ‘anormal’e olan bu kültürel ve bilimsel ilgi, öjenik fikri, yani genetik nitelikleri geliştirerek mükemmel insanı üretmek fikri ile yan yana gelişmiştir. İşte Hottentot Venüsü ile ilgili yorumumuzda yardımcı olacak ikinci husus budur. Zira kara derililerin beyinlerinin küçük olduğu, Baartman’ın pelvisinin dar oluşu tespiti ile desteklenmişti. Beyaz ırkın üstünlüğü iki şekilde ispatlanıyordu: Kara derililer insandan ziyade hayvana yakındı. İkinci olarak da evrime inanan Avrupa’nın yeni fizyologları için siyah ırk, beyaz ırkın vahşi ve ilkel döneminden kalmaydı.
Aydınlanmanın hâkim fikri, toplumların çocukluktan yetişkinliğe geçişe benzer bir ilerleme yaşadığıydı. Avrupa’nın çocukluk dönemini temsil eden vahşi Afrika’nın elbette bir yetişkinin, yani ‘medenî’ Avrupa’nın vesayetine ihtiyacı vardı. Kipling, meşhur “Take up the white man’s burden” şiirinin bir bölümünde kara derili, ilkel insanları “yarı şeytan, yarı çocuk” (half devil and half child) olarak niteliyordu.
Bu vesayetin meşruluk kazanmasında sapkınlık, özellikle de sapkın ya da aşırı cinsellik, çok önemli bir rol oynar. Venüs isminin verilmesinden de anlaşılacağı üzere Afrikalı kadın, aşırı cinsiyetleştirilmiş bir şekilde sunulmaktadır. ‘Yarı şeytan’lık da bununla alakalıdır. Fakat, Baartman’ın aşırı cinsiyetleştirilmesi, kendisine verilen isimle sınırlı kalmamıştır. Üreme organları fizyologlarca incelenmiş ve anatomik yapısının aşırı cinselliğe yol açtığı şeklinde ‘bilimsel’ bir tespit de yapılmıştır. Kolonyalist ve oryantalist söylemle ilgili son dönemlerde yapılan çalışmalar, ötekinin yani doğunun hem dişilleştirilmesi, hem de aşırı cinsiyetleştirilmesinin, bu söylemin temel özelliği olduğunu ortaya koymaktadır. “Kadınların ve erkeklerin cinsiyetleştirilmiş imgeleri, Avrupa’nın ötekine dair söylemlerinde, yerin anahtar belirticileri olarak, dolayısıyla kimlik ve başkalığın belirleyicileri olarak kullanılmıştır” der I. Cemil Schick.
Batı’nın dünyaya sahip olma arzusunun bir ifadesidir ‘ötekileştirme’ ve bu farklılığı ötekinin aşırı cinsiyetleştirilmesi kanalıyla ifade etme. Cinsiyet ve cinsellik, kolonyal söylemde çok farklı şekillerde tezahür eder. Fakat hepsi de Avrupalı olmayanların (Afrika, Hindistan, Türkiye vs.) işgal ettiği hayalî mekanlar inşa etmeye yarar. Kadınların çırılçıplak gezdiği, cinselliklerini herkese sunduğu egzotik mekanlardır buralar. Ya da cinsellikleri, Avrupa normlarına göre aşırı ve sapkındır. Bu çizilen tipoloji, çok çalışkan, kendinden fedakarlık eden ve özünde aseksüel olan 19. yüzyıl Avrupa burjuvasının aksine, aşırı cinsel ve ayartıcıdır. Bu müzmin cinsellik müptelâlığı, ‘öteki’nin kendi kendisini yönetebilmesine engel teşkil ediyordu ve kolonileştirmenin gerekçesini oluşturuyordu. Schick’in vurguladığı gibi bu tanımlamalar, “hem ‘dünyanın geri kalanını’ Avrupalı-Amerikalı sömürgeciliğiyle uyumlu bir tarzda tanımlamış, hem de -ve belki de daha önemlisi- Batı Avrupa’yla Kuzey Amerika’nın kendi kimliğini ve yurt algısını şekillendirmeye yardımcı olmuştur.”
Ben/öteki, biz/onlar, burası/orası ayrımlarının inşa edilmesinde tıbbî bozukluklar ve sapkınlıkların tanımlanması, önemli bir rol oynamıştır. Hottentot Venüsü, işte böyle bir ayrımın (fark) oluşturulmasında araç olarak kullanılmıştır; ki bu ayrım, jeopolitik iktidarın inşasına ve meşruluk kazanmasına hizmet eder. Bu ayrımlar aslında siyasaldır. Çünkü gayri mütenasip iktidar ilişkilerinin gizli ortamı ve örtülü anlatımıdır.
Bugün de gayri mütenasip iktidar ilişkilerinin örtülü anlatımı ile karşı karşıyayız. Afganistan, kadınların vahşi Taliban yönetiminden kurtarılması için bombalanmıştı. Irak, vahşi ve sapkın bir diktatör olan Saddam’dan kurtarılmak için işgal edildi. Şiiler, Kürtler, Türkmenler birbirleriyle uzlaşıp bir ‘demokrasi’ kuramadıkları, ‘barış’ı kendi başlarına sağlayamadıkları için, Amerika’nın ‘askerî vesayeti’ devam ediyor.
İşin ilginç tarafı, şimdilerde Hottentot Venüsü’nün ırkından bir kadının, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın bu söylemin bayraktarlığını yapıyor olması. Rice’ın köleleştirilen, ötekileştirilen, Malcolm X’in vurguladığı gibi kim olduğu unutturulan ve adeta bir X-bilinmeyen haline getirilen bir ırkın mensubu olarak, içinde bulunduğu tutumu sömürge psikiyatrisi ile açıklamak ne derece doğru olur, bilmiyorum. Fanon, sömürgeleştirilenin çarpıtılmış kimlik algısı hakkında çarpıcı tespitler yapar. Fanon’a göre beyaz adamın üstünlük karmaşasına karşılık, siyah adam da aşağılık karmaşasından muzdaripti; yani yoğun bir beyaz adam olma isteği duyuyordu. Ona göre siyah insanın tutsaklığı “sürekli avcı olmayı düşleyen bir av” olmasından kaynaklanıyordu. Bu, Rice örneği için ne derece geçerli, tartışılır. Fakat konunun irdelenmesi mahfuz tutularak denilebilir ki; dillendirenler değişse de, iktidar meşruiyetine kılıf ararken, hâlâ oryantalist söylemleri tekrarlıyor. Ve bunlar bir taraftan gayri mütenasip iktidar ilişkisini (işgali, katliamı vs.) meşrulaştırıyor, diğer taraftan da işgalcinin kendi kimliğini kurmasına yardım ediyor.
O halde Hottentot Venüsü’nün hikayesi, onunla bitmemiştir diyebiliriz. S. Prestney’in, Baartman’la ilgili makalesinde vurguladığı gibi, Hottentot Venüsü, şu gerçeğe dikkatimizi çekmeli: “19. yüzyıl emperyalizmi ile günümüz uluslararası ilişkileri birbirinden bağımsız değil ve kültür, siyasetin üzerini örten bir perde işlevi görmeye devam ediyor.”

Paylaş Tavsiye Et