Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2005) > Türkiye Siyaset > Avrupa Birliği ve Türk basını
Türkiye Siyaset
Avrupa Birliği ve Türk basını
Fahrettin Altun
AKP, iktidara gelir gelmez öncelikli gündeminin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği olduğunu ilan etti ve enerjisinin çok büyük bir kısmını bu meseleye adadı. AKP iktidarının iki yıldır uyguladığı AB siyaseti, yalnızca Türk dış politikasının en merkezî unsurlarından biri olmadı, aynı zamanda iç siyasetin ve daha da önemlisi toplumun başlıca gündem maddesi haline geldi. Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakan geniş toplum kesimleri Avrupalılık kimliğine de daha önce hiç olmadığı kadar yakınlık duymaya başladılar.
Avrupalılık imgesi, Türk basınının neşvünema bulduğu yıllardan beri köşe yazılarından karikatürlere, atılan manşetlerden kurgulanan haberlere kadar her zaman pozitif bir imge olarak gazetelerimizin sayfalarını süsleyegeldi. Bir yönüyle Türk basın tarihi, kalem erbabının içinden geldikleri topluma Avrupalılık adabı öğretmesi tarihi olarak da okunabilir. Avrupalı hayat tarzı karşısında yer alan Şarklı figürler daima karikatürize edildi; olumsuz örneklerin vazgeçilmez kahramanı olageldiler.
Kuşkusuz bu durumun kaynağında, Türk basınının Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma politikaları ile olan yakın akrabalığı yatıyor. Malum olduğu üzere Türkiye’de gazeteciliğin doğuşu söz konusu Batılılaşma siyasetinin bir sonucudur. Ne var ki Vaka-i Mısriyye, Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis ismiyle neşrolunan ilk gazetelerin ve ilk örnekleri Yeni Osmanlılar hareketi etrafında verilen yurt dışı gazeteciliğinin muhatabı Osmanlı toplumu değil, Batılı devletler olmuştu. Payitahtta çıkan resmi gazeteler, yapılan reformlar hakkında Batılı devletleri bilgilendirirken, yurt dışındaki muhalif Osmanlılar tarafından çıkarılan gazeteler de Avrupalı devletler nezdinde bir kamuoyu oluşturma amacı güdüyorlardı. Cumhuriyet sonrası Türk basını ise toplumun Avrupa standartları ekseninde ‘terbiye’ edilmesi amacını temel aldı. Bir yandan Hakimiyet-i Milliye gazetesi ile günümüz tescilli Türk basınının dışına çıkmaması gereken “kutsal saha”nın sınırları çizilirken, diğer yandan da toplumun modernleştirilmesi (Avrupalılaştırılması) amacını temel alan bir meslekî bilinç oluşturuldu. Cumhuriyet elitinin topluma tepeden bakan tavrını içselleştirmiş olan gazeteci milleti bu tavrın nesilden nesile aktarılarak bugüne kadar gelmesini sağladı. Toplumu cahil ve aydınlatılması gereken yığınlar şeklinde görme refleksi ne yazık ki hâlâ Türk basınının ortalama zihniyetini yansıtmaktadır.
Bunların yanında Türkiye’de medya, sermaye ve ordu arasındaki ilişkinin doğası gereği Türk basını Türkiye’nin Batı ile arasındaki “stratejik ittifak”ı savunma ve gerekçelendirme yönündeki en ısrarlı ‘taraf’ olarak öne çıktı. Türkiye’nin üç yıl süren NATO’ya üyelik görüşmeleri sırasında ya da Gümrük Birliği tartışmaları esnasında gazete sayfalarında çizilen pembe tablolar bize hakiki gerçeği değil “medya gerçeği”ni veriyordu. Tıpkı 17 Aralık Zirvesi ile ilgili olarak yapılan haberler gibi. Ancak bu süreçlerde ihdas edilen “iyi-kötü”, “güzel-çirkin” kategorileri toplumsal bellekte iz bırakmaktadır. Bu iz, AKP’nin politikaları ve medyanın gayretleri ile iyice derinlere doğru işlemiş durumdadır.
 
18 Aralık Sabahı
Türkiye’deki büyük medyanın 17 Aralık Zirvesi’ni haber yapma tarzı, bir toplumsal dönüşüm arzusunda olanların ve bunun yolunun geçmiş değerlerden arınmaktan ve yükselen yeni medeniyet halkasına dahil olmaktan geçtiğine inananların düşüncelerini yansıtıyordu. 18 Aralık sabahı çıkan gazetelerdeki efevari manşetler aslında ne kadar da narin bir ruh halini yansıtıyordu. Stratejik çıkarların ötesinde kurulan duygusal bir bağın manşetleşmiş halleri vardı karşımızda. Manşetlerdeki egemen göstergeleri okumak için çok fazla gayret sarf etmeye gerek yoktu: AB bayrağı ile Türk bayrağının aynı karede buluşturulmuş biçimleri duruyordu önümüzde. Ziya Gökalp’in “harsımızı (kültürümüzü) muhafaza ederek Batı medeniyetine dahil olmalı” şiarını düstur edinen göstergeler topluluğuydu gazete manşetleri. Heyecanın, abartının ve şamatanın bir araya gelmiş halleri.
İlginç olan, “geçmiş değerlerden arınma” refleksi ile geldiğimiz bu noktanın yine manşetlerde “tarih yazmak” olarak nitelenmesiydi. Bir ihtilal yapmıştı Recep Tayyip Erdoğan, “Avrupa İhtilali”. “Avrupa sesimizi duy”muştu. “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler” diyordu Milliyet gazetesi. Bu hava içerisinde mevcut ‘sonucun’ çok iyi bir sonuç olduğu konusunda hemen herkes mutabıktı gazete sayfalarında. Kimileri zirveyi kastediyordu bununla; ancak pek çokları için bu, uzun bir yürüyüşü yansıtıyordu. Artık “Avrupalı olduk, Batı’ya bir yerinden dahil olduk” inancıydı paylaşılan. Hürriyet’in manşetiyle söylersek: Başarmıştık.
Yavuz Donat, 18 Aralık tarihinde Sabah gazetesindeki köşesinde yayımlanan yazısında Türkiye’nin “büyük yürüyüşü”ne devam ettiğini ve bunu bazen Batı’ya rağmen yaptıklarını ifade ediyordu. Batıya rağmen de olsa Batıcı olmalıydık! Ölmek var, yılmak yok diyordu Donat. Aynı gün, aynı gazetede Mehmet Barlas, AKP yönetimine övgüler düzüyor ve onların “ideolojik veya saplantılı takılmayıp”, ülkeyi değiştirip AB’ye taşırken bireysel olarak kendi değişimlerini de içlerinde gerçekleştirdiklerini belirtiyordu. Hasan Cemal, aynı tarihte Milliyet gazetesindeki köşesinde bu kararın yalnızca Türkiye için bir tarihî adım olmayıp, aynı zamanda AB için de bir dönüm noktası olduğunu vurguluyor; Türkiye’nin 17 Aralık’ta “modernleşme yolunda, demokrasi ve hukuk devleti yolunda ilerleyen, insanlarının aş ve iş sorunlarını gitgide çözen, vatandaşlarına daha iyi bir yaşam kalitesi sağlayan bir yönde yeni bir sıçrama daha yaptığı”nı öne sürüyordu. Hürriyet gazetesinden Ertuğrul Özkök, Tayyip Erdoğan’a methiyeler düzüyor ve Türkiye’nin zor zamanlarda uygun siyasetçi çıkarmasını bildiğini söylüyordu. Mehmet Ali Birand, Turkish Daily News’te yayımlanan yazısında 17 Aralık tarihinin Türkiye’nin Avrupa’ya taşınmasında bir milat olduğunu ve artık yetmiş milyonluk bir ülke olarak “birinci lig”de top koşturacağımızı ifade ediyordu. “Gelin başarımızın keyfini çıkaralım, gelin mutlu olalım, gelin şunu kutlayalım.” Radikal gazetesindeki köşesinde, Türkiye’nin üç yüz yıldır ‘ilerleme’ ile Batı’yı birbiriyle özdeş gördüğünü ve Türkiye’de ilerlemenin motorunun “dış dinamik” olduğunu öne süren İsmet Berkan, 17 Aralık tarihi ile birlikte adına Avrupa Birliği denilen “çok kuvvetli bir ilerleme motoru”na kavuştuğumuzu yazıyordu. Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde “dünya tarihinde son 500 yılın en önemli sayfalarından biri”nin yaşandığını söyleyecek kadar heyecan doluydu. Bu listeyi çeşitlendirmek, detaylandırmak mümkünse de yukarıdaki ifadelerin dönemin egemen psikolojisini yansıttığını söyleyerek bitirmek en iyisi. Belirtilmesi gereken bir diğer husus da bazı köşe yazarlarının soğukkanlı bir eda takınarak “daha yapacak çok işimiz var, heyecana gerek yok” şeklinde “itidal çağrısı”nda bulunmalarının son derece ironik olduğudur.  
Modern Türk siyasetinin meta anlatısı daima “Batılılaşma ideali” oldu. Cumhuriyet sonrasında ve özellikle de Türkiye’nin Amerikan siyasetine yakınlaştığı dönemlerden bu yana medya bu idealin sosyalleştirilmesinde hayatî bir rol oynadı. Tanımı gereği olgular ile okuyucular arasında aracı olması gereken medya Türkiye’de en başından itibaren anlamlı mesajları topluma taşımaktansa, toplumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi noktasında çaba sarf edegeldi.

Paylaş Tavsiye Et