Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2004) > Dünya Siyaset > ABD’nin dünyadaki ayak izleri: Askerî üsler
Dünya Siyaset
ABD’nin dünyadaki ayak izleri: Askerî üsler
Ebru Afat
BİRÇOK yorumcu ve akademisyene göre 11 Eylül saldırıları, Amerikan dış politikasında bir kırılma noktası teşkil eder. 11 Eylül’den sonra benimsenen yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre Washington, kitle imha silahlarına sahip olan ve teröristlerle işbirliği yapan uluslardan kendisini korumak için güç kullanma hakkına sahiptir. Önleyici saldırı (pre-emptive strike) adı verilen bu doktrine dayanarak 2003 Mart’ında Irak’ı işgal eden ABD, yine bu doktrin uyarınca İran ve Suriye’ye sert mesajlar göndermektedir.
Michael Hudson, tek taraflı ve saldırgan bir yaklaşım olan önleyici saldırı doktrinini, Amerikan dış politikasında meydana gelen radikal bir devrim olarak tanımlar. Hudson’a göre bu devrim, 11 Eylül’e verilen karşılığın ötesine gitmekte ve 1990’ların başlarında bazı akademisyen, politikacı ve bürokratların oluşturduğu, bugün neoconservative olarak adlandırılan bir grubun projelerine dayanmaktadır. Kökleri Soğuk Savaş öncesine kadar uzanan bu grubun Soğuk Savaş sonrası başlıca hedefleri, Amerikan hegemonyasına tehdit oluşturacak yeni bir süper gücün ortaya çıkma ihtimaline karşı yeni bir dünya düzeni kurup onun devamını sağlamak ve İsrail’in güvenliğini garanti altına almaktır.
ABD’nin 11 Eylül sonrası izlediği politikalar içinde Bush yönetimi ve neoconların imparatorluk planlarının yeri şüphesiz oldukça önemlidir. Ancak uzun vadeli stratejilerin esas belirleyici unsuru olarak “kişi ve grupları” öne çıkaran bu ve benzeri yorumlar, ABD’nin hegemonyacı karakterini gözden kaçırmaktadır. 1823’te ilan edilen Monroe Doktrini uyarınca Avrupalı güçlerle dünyanın geri kalanında nüfuz mücadelesine girmeyen ABD, batıya ve güneye doğru topraklarını genişletirken arka bahçesi olarak gördüğü Orta ve Güney Amerika’yı da kendi nüfuz alanı haline getirmiştir. İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının çözüldüğü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise ABD’nin kendisi modern bir imparatorluk haline gelmiştir. Amerika’nın imparatorluğa dönüşme sürecini ve bunun sonuçlarını inceleyen Chalmers Johnson, bu yeni tip yapıyı üsler imparatorluğu olarak tanımlar. Antarktika hariç dünyadaki bütün kıtaları kaplayan bir üsler ağı oluşturan ABD’nin askerî gücü sayesinde dünyaya hükmettiğini söyleyen Johnson’a göre bu üsler imparatorluğunun yapısı ve büyüklüğü anlaşılmadan Amerikan militarizminin derecesi de anlaşılamaz.
ABD’nin denizaşırı askerî gücü 700’den fazla askerî üs ile 230 bin personelden meydana gelmektedir. Adeta bir örümcek ağı gibi tüm dünyayı saran bu yapı sayesinde ABD, kendisinden önceki bütün imparatorluk yapılarından farklı olarak doğrudan bir yönetim kurmaksızın çok uzaktaki coğrafyalara hükmedebilmektedir. Ancak bu organizasyon, Soğuk Savaş’ın tehdit algılamasına göre yapılandırılmış ve İki Kutuplu Dünya Düzeni’nin sona ermesinden sonra kapsamlı bir değişime uğramamıştır. Bush yönetiminin üç buçuk yıldır üzerinde çalıştığı Amerikan ordusunun dönüştürülmesi projesi hakkında bazı bilgiler son birkaç aydır kamuoyuna yansımaktaydı. Ancak konunun gündeme gelmesi, ABD Başkanı George Bush’un 16 Ağustos’ta seçim çalışmaları çerçevesinde yaptığı bir konuşmada, önümüzdeki birkaç yıl içinde 70 bin askerin Avrupa ve Asya’daki üslerden geri çekileceğini açıklamasıyla başladı. Proje, “ABD’nin Küresel Savunma Durumunun Dönüşümü” şeklinde kavramsallaştırıldı. Projenin en dikkat çeken bölümü şüphesiz Güney Kore, Almanya, İtalya, İngiltere ve Japonya gibi ana operasyon üslerindeki asker sayısının üçte bir oranında azaltılacak olmasıydı. Böylece Küçük Amerika gibi görünen büyük ve gelişmiş Soğuk Savaş üsleri, kapasite olarak küçültülse de varlıklarını koruyacaklardır. Ancak bunların yanı sıra Doğu Avrupa, Orta Asya, Kafkasya, Latin Amerika ve Batı Afrika kıyılarında farklı işlevlere sahip düzenlemelere gidilecektir.
Pentagon, teröre karşılık vermek ve başta petrol sahaları olmak üzere dünyadaki bütün stratejik coğrafyaları kontrol altına almak için Amerikan güçlerini maksimum esnekliğe ulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun için de mümkün olduğu kadar çok ülkeyle bir dizi üs ve giriş anlaşması yapmak istemektedir. Bu proje tamamlandığında ABD’nin askerî üs sayısı 550’ye inecek ve 3 ayrı denizaşırı üs tipi ortaya çıkacaktır: Sürekli görevli birlikler ve onların ailelerini destekleyen yapıların bulunduğu ana operasyon üstleri: Almanya’daki Ramstein Hava Üssü, Güney Kore’deki Camp Humphreys ve Japonya, Okinawa’daki Kadena Hava Üssü bunların başlıcalarıdır. Lily pad (nilüfer yaprağı) de denilen ileri operasyon birimleri: Sınırlı sayıda askerî personel tarafından idare edilen ve mümkün olduğu kadar malzemenin stoklandığı bu birimler, daha ziyade diğer güçlerin rotasyonlarını destekleyecektir. Honduras’taki Soto Cano Hava Üssü buna örnek verilebilir. Ve Pentagon’un ortak güvenlik alanları olarak adlandırdığı daha yalın birimler: Amerikalı personelin ya çok az sayıda olduğu ya da hiç bulunmadığı bu üsler taşeron şirketler veya ev sahibi ülkeden gelen personel tarafından idare edilecektir. Senegal’daki Dakar Hava Üssü ile Uganda’daki Entebbe Havaalanı da bu türün örneklerindendir.
ABD, son birkaç yıl içinde bazıları cephanelik, bazılarıysa ikmal merkezi görümünde olan birçok ileri operasyon birimini zaten faaliyete geçirmişti. Singapur’daki Changi Deniz Üssü ile Ekvador’daki Manta Hava Üssü bunlardandır. ABD ayrıca uyuşturucu ticaretiyle mücadele için Karayipler’deki Aruba ve Curacao adalarını ve El-Kaide militanlarını yakalamak için Afrika Boynuzu’ndaki Cibuti’yi kullanmaktadır. 10 yıl sürmesi beklenen bu proje çerçevesinde, Batı Afrika’nın küçük ada devleti Sao Tome’de, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Azerbaycan, Özbekistan, Filipinler, Tayland ve Avustralya’da yeni birimler kurulması planlanmaktadır. Adana, İncirlik’te bir hava üssünün bulunduğu Türkiye’de de yeni birimlerin kurulması için müzakereler sürdürülmektedir.
Projenin mimarı olan ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarı Douglas Feith’e göre Soğuk Savaş boyunca büyük risklerin nerede olduğu ve nerede savaşılacağı biliniyordu: Şimdiyse tamamen farklı bir konsept içinde hareket ettiklerini söyleyen Feith, ABD’nin projeyle ulaşmak istediği hedefi şöyle ifade etmektedir: “Dünyanın herhangi bir yerinde çok kısa bir sürede her türden askerî operasyon düzenleyebilecek durumda olmamız gerekir”. Ancak ABD’yi harekete geçiren etken bununla sınırlı değildir. ABD, üslerinin ev sahiplerini fazla sorun çıkarmayacak ülkelerden seçmektedir. Nitekim ABD’nin yeni üslerini kuracağı ülkelere bakıldığında Romanya, Polonya gibi demokrasiye yeni geçen eski Doğu Bloku ülkeleri ile Orta Asya ve Kafkasya’daki eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin listenin ilk sıralarında yer aldığı görülür. Japonya ve Güney Kore’deki asker sayısını azaltmak istemesi, ABD’nin güçlerinin güvenliğinden emin olamadığını göstermektedir. Irak Savaşı’ndan önce Suudi Arabistan’daki güçlerin Körfez ülkelerine kaydırılması da ABD’nin yeni küresel savunma planları çerçevesinde atılmış bir adımdır.
Seçimi kazanmasına kesin gözüyle bakılan George Bush, Irak ve Afganistan’da bulunan toplam 150 bin Amerikan askerini geri çekmeyi kısa vadede düşünmemektedir. Üstelik rakibi John Kerry seçilse bile üsluptaki incelmeler dışında Amerikan dış politikasında büyük bir farklılık yaşanmayacaktır. Seçimler sonrasında İran ve Suriye’ye yönelik müdahale olasılığı ve 2005’te ABD’deki bazı üslerin kapanacak olması da hesaba katılırsa, ABD’nin üsler imparatorluğunun geçireceği bu değişimin ilk etkileri, uzun süre geçmeden ortaya çıkacaktır.

Paylaş Tavsiye Et