Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2004) > Toplum > Fabrika kızı
Toplum
Fabrika kızı
Kemal Sayar
Bende sığar yedi cihan,
 ben bu cihana sığmazam / Nesimî
 
ON DOKUZ yaşındaydı, konfeksiyon işçisiydi ve ağır bir depresyonun pençesinde hayattan bezmiş, narin bedeninde zoraki taşıdığı kiloları peşi sıra vermiş, bitkin ve çaresiz psikiyatri kliniğine yatırılmıştı. Ürkek bir serçe gibi sokuldu vizit yaptığımız odaya. O kadar ürkek ki dokunsanız kanatlanıp gidecek, konuşurken sarf edilecek bir kelime yerini bulmasa, o narin gövdesine çarpıp onu tuzla buz edecek gibiydi. Omuzları düşmüş, gövdesi öne çıkmış, genç yaşta hayatın olanca kahrını yüklenen diğerleri gibi, taşıdığı yükten yorulmuştu. O bir “fabrika kızı”ydı, kahır ve kederi ömür boyu kalplerinin üzerinde bir hâle gibi gezdiren, hep iyi ve mutlu bir yuvanın düşünü kuran ama hayat piyangosunda bahtına hayal kırıklığı çıkan narin kelebeklerden biri. “Neden öyle kambur oturuyorsun” dedim. “Sekiz yıldır konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum, çalışırken hep öne eğilmekten alışkanlık olmuş” dedi. Hayatı hep bükülmeye zorlanarak yaşamış bir mülksüz, dünyayı değiştirecek takati kendisinde asla bulamamış, dünyanın ona yaptığı salvoları korku içinde izleyip geri çekilmekten, kendi içine daha da bükülmekten öte savunma öğrenmemiş bir zahmetkeş. Eğer psikiyatri onun hikayesini anlatmayacaksa, ne için var olacak?
Konfeksiyon atölyelerinde çalışan kızlar ve oğlanlar “öteki Türkiye”nin hikayesini dantel dantel işlerler tarihe; onların da sevdaları, sevip de varamayışları, varıp da sevemeyişleri vardır. Onların depresyonunda adaletsizliğin, zalimliğin ayak izlerine rastlarsınız. On bir yaşında eve ekmek götürmek zorunda kalmanın getirdiği ağırlık, onları erken yaşlandırır, hayata karşı çaresiz ve öfkeli kılar. Hele de bir kız çocuğuysa bu, öfkesi sıklıkla dilsiz kalır, içe döner, kendi canını acıtır. Depresyonun nedenleri üzerinde duran kuramcılar, bir toplumda adalet duygusu incinir, iyi ve dürüstler iltifat görmez, kötü ve namussuzlar cezalandırılmaz ise toplumsal bir depresyonun sökün edeceğini söylerler. Gözlerimizi kaldırıp ufka doğru baktığımızda ışıltılı bir gelecek görmek isteriz; insanı ayakta ve hayatta tutan şey ümittir. Ümit bize mukavemet gücü verir. Zorluklarla başa çıkmakta, hayatın nereden geleceği belirsiz darbelerine karşı durmakta ümit duygusundan yardım alırız. “Biri diğerinden daha dertli iki insanın buluşması” olan psikoterapide de, değişimi, iyileşmeyi, sıkıntılardan kurtulmayı sağlayan en temel saik ümittir. “Bu da geçecek, her şey daha iyi olacak” beklentisi. Peki ya ümit elden alınırsa?
İnsanın içini aydınlatan ümit kandilleri sönmeye görsün, yaşama sevinci kaybolur, gözlerinin feri gider, çökkünlük barbar ordularıyla ruhunu istila eder. Çanakkaleli yaşlı bir nene şöyle izah etmişti bunu: “Çökmüş bir bina gibiyim oğlum”. Bir başka kadın en iyi bildiği yerin terminolojisiyle konuşmuş, mutfağın diliyle içine bir izah getirmişti: “Hani kızgın tavaya yağı attığında erir gider ya, işte öyle eriyip gidiyorum”... Ümit gittiğinde depresyon gelir. Zifiri karanlığı ruhun. Dünya simsiyah bir yer olur. İnsanın parmağını oynatacak takati kalmaz. Geçmiş bir umacı gibi uzaktan dişlerini gösterir, gelecek hiçbir şey vadetmez. İnsan kendisinde sevilecek, değerli bir şey bulmaz. “Her şey kötü gidiyorsa bende bir yanlışlık olmalı, ben bunu hak ediyor olmalıyım” diye düşünür.
Keder kimi insanların varlığına siner; seçilmeden, buyur edilmeden gelir ve arsız bir misafir gibi yerleşir. Fabrika kızlarına, yorgun ev kadınlarına, iş çıkışlarında televizyonlardan gördüğü o ışıltılı dünyaya dokunmak isteyen varoş delikanlılarına teklifsizce uğrar. Kendinize biçtiğiniz hayaller ile hayatın dayattığı gerçekler arasındaki uçurum açıldıkça, o boşluğu keder doldurmaya başlar. Dilsizlerin dilidir keder; her ne pahasına olursa olsun susmanın bir erdem olarak belletildiği yerlerde, insanlar kederleriyle dünyaya kafa tutarlar. “Şu dünyanın bana yaptığına da bir bakın!” der gibi, kederin kalesine çekilerek küserler. Mülksüzlerin, yoksulların yegâne silahıdır küsmek; ama zaten modern dünya çarkını onlarsız da çevirebildiği için, tüketilen kadar var olunan bir dünyada onların işgal ettiği yer bir dişin kovuğunu doldurmayacağı için, o küsüş pek az işitilir. Gerçekleşmemiş hayallerin, duyarsız kocaların, çaresiz ana babaların omuzlarına bindirdiği yükle kamburlaşan konfeksiyoncu kızlar, soluğu bir psikiyatri kliniğinde alırlar. “Zorla evlendirildim, kocamı hiç sevmedim, her gece pencere kenarında annemi sayıklayarak ağladım”. Onları dinlerken içi burkulur insanın. ‘Keşke’ diye iç geçiririm, “keşke sana verdiğim ilaçlar, narin kelebek, sadece ruhunu değil dünyanı da değiştirebilse!”
Yine de hayat o kadar karanlık bir koridor değil. Eğer o kendini hep kambur hisseden, öyle yürüyen, öyle yaşayan ürkek serçe bugün burada ise, bir psikiyatrla konuşup imdat istiyorsa, onun için bir ümit vardır. “Uçan da kuşlara malum olsun/Ben annemi özledim” diyen türküdeki gibi bu kızlar annelerini öyle sever, anneleri de bu narin yavrularını öyle büyük bir sevgiyle bağırlarına basar ki oradan fışkıran ümit hayatın tüm yaralarını teselli etmeye yeter. Yeter ki pencere kenarında sayıklayıp çağıracakları bir anneleri olsun; “fabrika kızları” memleketin uçurumlarından düşerken, tutunacak bir sevgi dalı bulmakta mahirdirler.

Paylaş Tavsiye Et