Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2004) > Dünya Siyaset > Sudan’a müdahale arayışları
Dünya Siyaset
Sudan’a müdahale arayışları
Fatma Sel Turhan
TÜRKİYE’NİN üç katı büyüklüğünde bir toprağa sahip Sudan, 20 yılı aşkın bir zamandır güneyinde devam eden iç savaşı sonlandırdığı bir dönemde yeni bir iç savaşla sarsılıyor. Ülkenin batısındaki Darfur bölgesinde 2003 Şubat’ında göçebe ve yerleşik kabileler arasında yaşanan gerilim sonucu başlayan olaylar 10 binden fazla insanın ölmesi ve en az 1,2 milyon kişinin evsiz kalmasıyla dramatik bir boyuta ulaştı. Darfur’da yaşananlar aslında, dünyada doğal kaynakların bilinçsizce tüketimi sonucu oluşan çölleşmenin insanlık açısından ne kadar büyük tehlikeler taşıdığını göstermesi bakımından da oldukça önemli. Zira savaş, sayıları 6-7 milyonu bulan Darfurlu yerleşik Müslüman Afrikalılar ile göçebe Müslüman Araplar arasındaki kaynak paylaşımı mücadelesine dayanıyor. Kuraklık nedeniyle güneye inen göçebe Müslüman Araplar, burada tarımla uğraşan yerli Müslüman Afrikalılar ile toprak ve su paylaşımı sebebiyle çatışmaya başladı. Ancak çeşitli ayrılıkçı örgütlerin devreye girmesiyle kısa zamanda büyüyen olaylar, merkezî hükümetin kontrolünü güçleştiriyor. Yaşananları, Batı’nın tarihinde Afrikalılara uygulanan zulmün belirlediği “siyah-beyaz” şablonuyla açıklamaya çalışan dünya medyası, olayı “medeniyetler çatışması” tezi çerçevesinde sunmakta gecikmedi. Aslında aynı medeniyetin unsurları arasında ve temelde sosyoekonomik sebeplerle çıkan sorun, “beyaz (!) Müslüman Araplar, siyah yerli halka soykırım uyguluyor” şeklinde ‘pazarlandı’.
 
İç Savaşın Tükettiği Topraklar
Nil’in suladığı, dünyanın en verimli topraklarına sahip Sudan’da, bölgenin güneyindeki animist ve Hıristiyan azınlığın bağımsızlık talepleriyle başlayan çatışmalar, 1972 yılında yapılan Addis Ababa Anlaşması’yla bölgeye özerklik tanınmasının ardından kısa bir sessizlik dönemine girdi. Ancak ülkenin güneyinde bulunan petrol bu sessizlik dönemini fazla uzun sürdürmedi. 1983’te güneyin bağımsızlığı için mücadeleye başlayan ayrılıkçı grup Sudan Halk Kurtuluş Cephesi (SPLA) ile merkezî hükümet arasında yaşanan savaş, iki milyon kişinin ölmesine, dört milyonun da evsiz kalmasına neden olurken, ayrılıkçı grupların Hıristiyan lobilerinden gördüğü destek ve propaganda, olayın dünyaya, yönetimi elinde bulunduran Müslümanların azınlık Hıristiyanları katlettiği şeklinde yansımasına sebep oldu. Ancak 21 yıl boyunca devam eden savaşta İsrail’in, başta Etiyopya olmak üzere Sudan’a komşu ülkeleri devreye sokarak olayları manipüle ettiği, olaylar vesilesiyle Sudan’da nüfuz elde etmek isteyen Amerika’nın barış teşebbüslerini baltaladığı artık sır değil. Güneyde yaşanan bu iç savaşın sona ermesinin Amerika’nın Irak’ta kan kaybettiği bir döneme denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. Amerika’nın Irak’taki planlarının beklendiği gibi gerçekleşmemesi ve İsrail’in Filistin direnişi karşısında ciddi sıkıntılara girmesinin, ayrılıkçılara verilen maddi desteği azalttığı ve nihayet onları anlaşma masasına oturttuğu şeklindeki yorumlar bugünlerde artık sıklıkla telaffuz ediliyor.
2004 Nisan’ında taraflar arasında varılan uzlaşma Sudan’ın güneyinin bağımsızlığı için altı yıl sonra bir referandum yapılmasını, petrolden elde edilen gelirin merkezî hükümetle özerk yönetim arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını ve din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngörmekteydi. Uzun süren iç savaşa son veren bu anlaşmanın üzerinden çok geçmeden ülkenin batı bölgesinde yaşanan çatışmaların şiddetlenmesi, ister istemez akla manipülasyon ihtimallerini getiriyor. Güney Sudan’da yaşanan çatışmalarda en önemli sebep olan petrolün yakın zamanda Darfur’da da bulunması, bu ihtimali daha anlaşılır kılıyor.
 
Amerika ve İsrail’in Bölgede Ne Çıkarı Olabilir?
Sudan iç savaşa rağmen yılda yaklaşık 300 bin varil ham petrol üretiyor. İki milyon dolar gelire varan bu petrol üretimine, Nil havzasında yapılan tarım ve üretilen milyonlarca büyük ve küçükbaş hayvan geliri eklenince bölgenin niçin bazı ülkelerin iştahını kabarttığı daha iyi anlaşılır. Ülkenin güneyinde yaşanan iç savaşta hükümete karşı mücadele veren ayrılıkçı gruplara Amerika, İsrail ve bazı Avrupa ülkelerinin maddi destekte bulunduğu; Mısır dışındaki Sudan’a komşu tüm ülkelerin bu ayrılıkçı gruplarla ilişki içerisinde olduğu zaman zaman dünya medyasına yansımıştı. Nitekim 1998 yılında Amerika’nın, bir kimyasal silah üretim tesisi olduğu iddiasıyla başkent Hartum’a roket saldırısı düzenlemesi ve ardından vurulan yerin ilaç üretimi de yapılan bir hastane olduğunun anlaşılması sürecinde yaşananlar, Batı’nın tavrını açıkça gösteriyordu. ABD’-nin Tanzanya ve Kenya’daki büyükelçiliklerine yapılan saldırıların ardından, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Albright’ın “Amerika’nın ne kadar güçlü olduğunun hasımlarına gösterileceği” şeklindeki açıklamaları eş-Şifa Hastanesi’nin vurulmasıyla eyleme dönüşmüştü. Olayın aydınlatılması için Birleşmiş Milletler’in devreye girmesi ise Clinton tarafından engellenmiş ve benzeri bir Batı ülkesine yapıldığı takdirde en ağır yargılamaların gerçekleşeceği bir süreç, tüm dünyaya kısa sürede ‘unutturulmuş’tu.
Amerika’nın Sudan üzerindeki manipülasyonları bu olayın akabinde de devam etti. 2001 Şubat’ında yönetimin etkili ismi Turabi’nin tutuklanarak devre dışı bırakılıp yerine, Amerika’yla ilişkisi olan General Ömer Beşir’in geçirilmesi, sürecin bir ayağıydı. Ancak Beşir’le de aradığını bulamayan Amerika, bölgenin petrolünü kontrol etme arzusunu, ayrılıkçılara verdiği destekle devam ettirdi.
İsrail’in bölgedeki çıkarları ise daha çok tarihî iddialarıyla alakalı. İsrail’in arz-ı mev’udu içerisinde yer alan Nil havzasının batı sınırının Sudan olduğu düşünüldüğünde, bu ülkenin bölgeye ilgisi daha kolay anlaşılmaktadır.
 
Nasıl Bir Çözüm?
Dünya medyasına bölgede “etnik temizlik ve soykırım” yapıldığı şeklinde yansıyan olayların çözümü için gerek AB ülkeleri ve gerekse Amerika’nın askerî müdahalede bulunma ısrarları acaba ne kadar insanî kaygılar taşıyor? Bugün “soykırım” başlığıyla Sudan’a yaptırım çağrısında bulunanların, 1994’te Ruanda’da yaşanan ve Birleşmiş Milletler özel raportörüne göre bir milyondan fazla insanın öldüğü iç savaşa seyirci kalan ülkeler olması, insanî kaygıların ne kadar ön planda tutulduğu konusunda zihinde sorular oluşturmuyor mu? Afrika’nın önemli petrol bölgelerinden biri olduğu anlaşılan Sudan’ın adının, üstelik de Orta Doğu’da yaşanan savaş nedeniyle petrol üretiminin azaldığı bir dönemde sıklıkla anılmaya başlanması, bu ülkeye karşı Irak benzeri bir müdahale planını akla getiriyor.
Olayların Irak benzeri bir sürece taşınmasını engellemeye çalışan Sudan hükümeti, Dışişleri Bakanı Mustafa Osman İsmail aracılığıyla Müslüman ülkeleri konunun çözümü için yardıma çağırıyor. Bu kapsamda 26 Temmuz’da Türkiye’ye gelen İsmail’in, bölgeye yabancı asker gönderilmesi durumunda Irak’ta yaşananlara benzer bir sürecin burada da yaşanacağını belirtmesi ve Batı’nın aşırıya kaçan tutumuyla bölgeyi daha büyük zorluklara ittiğini söylemesi oldukça önemli. İsmail, olayın ciddiyetinin farkında olduklarını belirterek, kabileleri barıştırma çabalarından ve zarar görenlere tazminat ödeme girişimlerinden bahsediyor.
İsmail’in İslam dünyasına yaptığı çağrılara en iyi cevap, İKÖ bünyesinde gerçekleştirilecek bir yardım planı ile konunun Sudan hükümetince çözümünü sağlamak olmalıdır. Bölgede yaşanan ölüm ve tecavüz vakaları, olayın ciddiyetini gözler önüne seriyor; ancak konunun çözümü bahanesiyle Batılı güçlerin Sudan topraklarını yeniden işgali, ülkeyi yeni bir ‘çölleşmeye’ sürükleyecektir. Bunun mantığını anlamak için, İngiliz işgali altındaki Sudan’da yerli halkın mücadelesini anlatan Hartum (1966) filminin son sekansını hatırlamak yeterli. Bir kahraman gibi resmedilen işgalci İngiliz güçlerinin komutanı Genaral Gordon, Mehdi Ordusu tarafından öldürülür ve film şu sözlerle biter: “İçinde Gordon’lara yer olmayan bir dünya, çölleşmeye mahkumdur.”

Paylaş Tavsiye Et