Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2004) > Dünya Siyaset > Almanya-Türkiye: “Zıtlıkların benzerliği”
Dünya Siyaset
Almanya-Türkiye: “Zıtlıkların benzerliği”
Haşim Koç
ALMANYA ve Türkiye arasında önemli bir benzerlik var. Bu iki ülkenin siyasal gündemlerini değişim, reform ve status quo kavramları işgal ediyor. Tartışmanın merkezinde yer alan siyasal şahsiyetler de başbakanlar. Aslında Türkiye ile Almanya arasındaki söz konusu benzerliği “zıtlıkların benzerliği” prensibiyle açıklamak daha doğru. Almanya Başbakanı Schröder, partisi SPD’nin (Almanya Sosyalist Partisi) başkanlığından istifa ederek yalnızca başbakan olarak devam etmeyi, gerçekleştirmeye çalıştığı reformları daha rahat yapmayı arzuluyordu. Türkiye’de ise milletvekili seçimlerine girmesine engel olunan iktidar partisinin başkanı Tayyip Erdoğan’ın, ülkenin başbakanı olma yolundaki çabası hafızalarda hâlâ tazeliğini koruyor.
Son aylarda Alman basınının gündeminden düşmeyen konu, Başbakan Schröder’in uygulamaya koymak istediği reformlar ve bu reformların Alman toplumundaki yansımalarıydı. SPD başkanlığındaki koalisyon hükümeti, sosyal devlet anlayışının düştüğü sıkıntıları ve açmazı bir nebze hafifletebilmek için çeşitli alanlarda reform hazırlıkları yapıyordu. Vergiden tutun da, eğitimin belirli derecede paralı olmasına kadar çeşitli alanlarda yapılması öngörülen reformların ilk aşamalarıysa, Almanya’da çok güçlü olan sosyal güvenlik sektöründe gerçekleşti. Almanya kısa bir süre önce vatandaşlarına, sosyal güvenlik kapsamında kullandıkları ilaçlar için katkı payı ödeme zorunluluğu getirdi. Bu durum 2002 yılında bütün AB ülkelerinde euronun tek ve ortak para birimi kabul edilmesiyle iyice açığa çıkan ekonomik krizin doğrudan etkilerinden bir tanesi. Bu krizle beraber, Schröder ve hükümeti artık sosyal devlet anlayışını eskiden olduğu haliyle uygulamanın mümkün olmadığının farkına varmış ve bu nedenle de ülkede kimi yenilikler yapmanın Almanya’nın geleceği açısından kaçınılmaz olduğunu fark etmişti. Bu bağlamda, yapılmak istenen reformlar birçok Almanın tepkisini çekmiş ve bu tepkiler medyada yoğun ve hararetli biçimde tartışılmıştı. Bu tartışmalar devam ederken kimsenin ummadığı bir gelişme meydana geldi ve Schröder parti başkanlığından istifa ettiğini açıkladı. Başbakanlığa devam ederken parti başkanlığını bırakacak ve reformları bu şekilde daha rahat yapabilecekti.
Bu karar bir sürü tartışmayı da beraberinde getirdi. Partisini yönetmek noktasında sıkıntılar çeken bir adam, nasıl olur da başbakanlık koltuğunda kalır ve koskoca ülkeyi yönetmeye devam edebilirdi? Muhalefete göre bu istifa, Schröder’in başbakanlığında sonun başlangıcıydı. İkinci tartışma noktası ise SPD’nin yeni başkanının kim olacağıydı. Bu, parti içindeki bir mesele gibi görünse de istifanın ardında yatan en önemli nedenin Başbakanın parti içinde yaşadığı güç kaybı olması, ileride hükümetle parlamento çoğunluğu arasında gerilimlerin yaşanması ihtimalini doğuruyordu. İktidar partisinden yeterli desteği alamayan bir başbakan, zorlu reform sürecinde Almanya’nın en son isteyeceği şeydi.
Türkiye’nin son seçimlerden sonra yaşadığı durum ise farklı. Adalet ve Kalkınma Partisi son seçimlerden galip ayrıldığında partinin genel başkanı olan şimdiki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, siyasi yasaklarından ötürü milletvekili bile seçilememişti ve bugün Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, başbakanlık görevini üstlenerek Erdoğan’ın Meclis’e girmesine kadar devam eden süreçte bu göreve devam etmişti.
Geçen yıl 9 Mart’ta Siirt’te yapılan seçimle Erdoğan milletvekili oldu ve 15 Mart’ta da başbakanlık koltuğunu devraldı; ama Türkiye’deki sorunlar görev devir-teslimiyle çözülemedi. Ülkede ciddi yenilikleri vaat ederek göreve gelen, bu vaadi yerine getirecek dinamizmi de hem seçim öncesinde, hem de seçimden sonraki yoğun AB maratonunda gösteren AK Parti hükümeti, “halkın gönlündeki başbakana” da kavuşunca, vaatlerinin arkasında olduğunu gösterme yolunda adımlar atmaya başladı. Ama Türkiye’de irade ve inisiyatif kullanma girişimleri her seferinde, “Türkiye’de değişim olacaksa bunu da biz yaparız” zihniyetindeki çevrelerin yoğun ve etkili direnciyle karşılaştı. Çoğunlukla siyaset dışı zeminlerde yükselen bu muhalefet duvarı, bütün vaatlerine ve başlangıçtaki kararlı görüntülerine rağmen AK Parti’yi ısrarlarından vazgeçirdi ve reformların ancak zamanla gerçekleşebileceğine ikna etti. İlk üç aylık dönemde, hem AB görüşmeleri, hem de Irak Savaşı’nın yoğun gündeminden ötürü, iç politika meseleleriyle daha az ilgilenebilen iktidar, Meclis’te ezici bir çoğunluğa sahip olmasına karşın, tartışmaya açtığı konularda geri adım atıp, başladığı yere geri döndü.
Almanya’daki mesele ise ülkemizden biraz daha farklı bir mecrada cereyan ediyor. Burada Gül-Erdoğan ikilisinin uyguladığı formül siyasal engellerden kaynaklanan bir zorunluluktu. Schröder’in istifasının ardında parti içi dengeler, SPD’nin Almanya’daki konumu ve kendini yeniden konumlandırmak istemesi gibi taktik tercihler yatıyor. Schröder’in dört yıl süren SPD başkanlığının ardından istifası, SPD’nin kendi kimliğini ve geleceğini de tartışmaya açtı. Bu istifanın ardından, SPD’ye oy verenler onun artık uzun zaman iktidara gelemeyeceğini biliyorlar. Zaten 16 yıllık Hıristiyan Demokrat iktidarından sonra seçimleri kazanıp iktidarı alan SPD’nin en büyük hatası dersine iyi çalışmaksızın, hazırlıksız biçimde iktidara gelmiş olmasıydı. Doğu Almanya ile birleşmenin neden olduğu ekonomik ve sosyal sorunlara yönelik ciddi projeleri olmaksızın iktidara gelen SPD, şimdilik bir refah devleti olan Almanya’nın bu gidişle bir süre sonra bu konumunu kaybedeceğini gördü. “Ajanda 2010” planı adıyla kamuoyuna sunulan, reformdan ziyade restorasyon denecek paket bu tespitten kaynaklanıyor. Schröder’in önünde sağlık ve vergi reformları, eyalet seçimleri gibi zor konular var; ancak seçmenler reform paketine onay vermiyor. Halkın güvenini kazanma noktasında yetersiz kalan Schröder, Alman kamuoyunun ne kadar “muhafazakâr” olduğunun da farkına vardı ve bütün bunlar kendisini SPD başkanlığından istifaya ve yerini Franz Müntefering’e bırakmaya kadar zorladı.
Türkiye’de ise mevcut hükümet, kamuoyunun uzun zamandır değişim beklentisinde olması dolayısıyla daha şanslı. Yani ortam hazır; geriye, değişimi istemeyen güç odaklarının muhalefetinin aşılması ve etkili bir siyasetle onların da ikna edilmesi kalıyor. Bunun için gereken Meclis çoğunluğunu seçmen AK Parti iktidarına verdi. Bu aynı zamanda değişime olan özlemin sağladığı bir kredi olarak da görülebilir ve zamanında değerlendirilemezse, her kredi gibi sorunlara yol açabilir. Ancak Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinden önce, genel başkan-başbakan ikilemesinin hükümeti idare ederken bütün provokasyonları boşa çıkarması, uyumu koruyarak istikrarı sağlaması ve AK Parti yönetimindeki bir buçuk yıllık süre içinde bütün göstergelerin iyiye gitmesi, yine de Erdoğan’ın Schröder’e nazaran işinin daha kolay olacağı izlenimini veriyor. Kim bilir, belki Schröder’in ziyaretinin gizli gündem kısmında bunlar da konuşulacak ve Alman Başbakanı, Türk meslektaşından başbakan-genel başkan ikilemesi içerisinde siyaset üretme tecrübelerini anlatmasını isteyecektir.

Paylaş Tavsiye Et