Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2004) > Dosya > Avrupa Birliği yolunda Kıbrıs üzerinden kapışma
Dosya
Avrupa Birliği yolunda Kıbrıs üzerinden kapışma
Can Dicle
1990’LI YILLARIN sonuna kadar Kıbrıs, “tüm yurt ve dış temsilciliklerle” beraber milli bayramların kutlandığı bir yerdi. Toplumumuzun tüm kesimleri Rauf Denktaş’ı çok sever; onun “kahraman” ile “tonton” lider imajını şahsında bütünleştirmesine hayranlık duyardı. Onun dışında bazen bir meclis başkanı, bir de başbakan adı duyardık ama bu isimler çok da önemli değildi. Kıbrıs’ta bir sorun olduğunun bile farkında değildik. Biz oraları almıştık; Türkleri kurtarmıştık ve Kıbrıs bizim olmuştu. Üniversitede uluslararası ilişkiler okuyanlarımız ve yurtdışı ile ilişkileri yoğun olanlarımız için ise durum biraz daha farklıydı. Kıbrıs’ta kurdurduğumuz devleti bizden başka kimsenin tanımadığını, uluslararası hukuk ve BM kararları ile ciddi sorunlarımız olduğunu sivil toplumda ilk onlar öğrendi. 1990’ların sonundan itibaren ise mızrak çuvala sığmamaya başladı. Kıbrıs’a gidip yerinde gözlem yapabilenler (ki hem vakıf üniversiteleri, hem de artan turizm, Türkiye ile Kıbrıs arasında insan trafiğini bir hayli yoğunlaştırmıştı) daha farklı gerçekliklerle karşılaştılar. En başta farklı bir sistem ve kültür vardı. Trafikteki gidiş yönü de dahil toplumsal yaşam ve alışkanlıklar bizimkinden farklıydı. “Türkler” vardı, “Kıbrıslılar” vardı. Burada hiç bilmediğimiz ve bayağı sert muhalefet yapan partiler, bizim kahraman tontonu hiç sevmiyor ve Kıbrıs sorununun çözülmesini, ‘Ayşe’nin artık tatilini bitirmesi gerektiğini’ söylüyorlardı. Türkiye’yi ‘işgalci’ olarak nitelendiren ifadelerin yer aldığı gazetelerle karşılaşmak bizi şaşırtıyor ve kızdırıyordu.
Türkiye kamuoyunda Kıbrıs’ın yoğun olarak tartışılması, paralarını bankalarda kaybedenlerin Meclisi basmasıyla başladı. Adadaki kumarhaneler ve üniversiteler tartışılıyordu; ama siyasi yaşamla ilgili gündemin Türkiye’ye taşınması bankacılık krizi sonrasında oldu. Annan Planı temelindeki tartışmalar da yoğun bir şekilde izlenmeye ve Türk basınında Denktaş açık bir şekilde bazı köşe yazarları tarafından eleştirilmeye başlandı. 60 bin kişinin katıldığı mitingler Kıbrıs sorununun hiç olmadığı kadar tartışılmasını sağladı. Sadece haber kanalları değil, popüler kanallarda açık oturumlar düzenleyip konuyu tartıştılar. Televizyon görüntülerinde, Kıbrıslı gençlerin kahraman liderimizi kıyasıya eleştirdiği açık seçik ortaya çıktı. İstanbul’daki bir canlı yayın için Denktaş’ı savunacak tek bir genç Kıbrıslı bile bulunamaması bu durumu teyit ediyordu. Hoş aksanları ile konuşan gençler; gelecek, çözüm, AB demekteydiler. Anavatan Türkiye, bir anda kendisini, “Ne oluyor, niye bunlar böyle söylüyor? Kitap paralarına kadar her şeyi verdiğimiz bu insanlar bu kadar nankör mü?” tartışmaları içinde buldu. Kıbrıs meclis seçimleri böyle bir ortamda gündemimize geldi. Kıbrıslı iktidar ve muhalefet parti liderleri her kanal için ayrı birer canlı oturum gerçekleştirip birbirlerine yüklenmeye devam ettiler. Tartışmalarda birbirlerine karşı çok serttiler; ama reklam aralarında birbirleriyle şakalaşabiliyor ve sigara isteyecek kadar samimi davranabiliyorlardı. Bu davranışları bile bizim ‘töre’ sahnelerine alışık siyasal kültürümüze yabancıydı. Seçim propagandası döneminde pek çok can sıkıcı konuyu da öğrendik. Kıbrıs yolsuzluk konusunda Ana vatana fark atmış durumdaydı. Birçok Kıbrıslı Türk iş bulamadığı için Rumların yanında çalışıyordu. Önemli sayıda genç başka ülkelere gitmişti. Kıbrıslılar AB’yi Türkiye’ye önceliyordu. Türk yönetimi ile yerli halk arasındaki ilişkilerde güvensizlik sorunu yaşanıyor ve hatta Kıbrıslılar polis bile yapılmıyordu…
Kıbrıs’ın bir sorun olarak Türkiye’nin gündemine yerleşmesiyle birlikte soruna ve çözümüne ilişkin toplumsal bir kutuplaşma yaşadık. Bir kısım insanımıza göre bu olumsuz durum yanlış politikaların sonucuydu. Türkiye uluslararası gelişmeleri iyi hesaplayamamış, çözümsüzlüğü bir politika olarak görmüş, AB’nin genişlemesine geç uyanmıştı. Kıbrıs’ta %18 nüfus ile toprağın %37’sini kontrol edebileceğimizi düşünmemiz hataydı; dolayısıyla da yapılması gereken uluslararası toplumla beraber, BM Genel Sekreterinin hazırladığı taslak planın bir an önce görüşmek ve kabul etmekti. Liberal kanat gazeteciler, işadamları, hükümet ve dışişleri bürokratları bu kesimde yer alıyordu.
Diğer tarafta ise Kıbrıs’ta uygulanan politikaların doğru olduğunu, adanın Doğu Akdeniz’in ve Türkiye’nin güney sınırlarının güvenliği için hayatî önem taşıdığını savunanlar vardı. Bu insanlar Annan Planı’nda bu tür kaygıları gidermeye yönelik düzenlemeler olduğunun farkında; ama sorunu iç kamuoyuna, hukukî boyutu yerine stratejik boyutuyla sunmanın gayreti içindeler. Herkesi rahatsız eden ve Kıbrıslıları Türkiye’ye muhalif duruma getiren gelişmelerde ise dış güçlerin parmağını arıyorlar. Onlara göre Annan Planı bir komplo. Aslında adada her şey yolunda, ama AB’den para alan muhalefet bozgunculuk yapıyor. KKTC hükümetinin bütçenin yarısından fazlasını Türkiye’den alması sorun değil, biraz daha para olsa memleket kalkınacak ve Rumlarla birlikte yaşamak isteyenler de bu hülyadan vazgeçecek. Kıbrıs’ın bir kara para ve off-shore cenneti haline getirildiği, kumarhane ve üniversite sektörleri dışında ekonominin durma noktasına geldiği, yolsuzluk iddiaları, adanın tarımının ve tarıma dayalı sanayinin bozuk sistem yüzünden çürütüldüğü de hayal ürünü. Oysa Kıbrıs’ta böyle düşünmeyenler de var. Onlar, Lefkoşa–Girne yolunu örnek veriyor. “Duble yol” olarak projelendirildiği halde ayrımsız olarak yapılan bu yolun açılışı sırasında, sadece tören alanının olduğu yerdeki kısım genişletilip ikiye ayrılmak suretiyle görüntü kurtarılmaya çalışılmış. Bu iddiaların ne derece doğru olduğu tartışılabilir ama, yolun geri kalan kısmının Türkiye’nin parasıyla yapıldığı tartışmasız bir gerçek.
Korkuları ön plana çıkaranlar önemli gerçekleri, tehditlere vurgu yapanlar fırsatları algılayamıyor. Söz gelişi, Kıbrıs’ın AB üyeliği ile beraber adadaki Türklerin ekonomik olarak silineceği ile ilgili korkular üretilmeye çalışılıyor. Bu sebeple Türkiye’nin burnunun dibinde ve Mersin–Adana–Gaziantep üretim merkezlerine bu kadar yakın bir yerin tüm pazara hakim olma fırsatının doğacağı ihmal ediliyor. Türkiye’nin AB’ye girmemesi, bunun yerine İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi gerektiğini savunanlarla, Türkiye’nin öncelikle Orta Doğu ve Orta Asya ile ilişkilerini geliştirmesini isteyenlerin kaçırdığı nokta, AB üyeliğinin bu ilişkileri engelleyici bir tarafının olmamasıdır. Tam tersine AB üyesi ve AB standartlarında üretim yapan bir ülkenin bu bölgelerde çok daha etkin olacağının unutulmaması gerekiyor. Türkiye dış ticaretinin %55 kadarını mevcut AB ülkeleri ile yapıyor. Diğer aday ülkeler de hesaba katıldığında tüm dış ticaretin üçte ikisinin Avrupa ile yapıldığı görülür. İlişkilerin bu kadar iç içe geliştiği bir ortamda AB’ye sırt çevirmek gerçekçi değildir. AB Türkiye’deki ekonomik ve siyasal sistemin istikrarını koruyucu, kalkınma ve refah düzeyini artırıcı bir araç olacağı için önemlidir.
Kıbrıs’ta yeni bir hükümetin Mayıs 2004’ten önce çözüm hedefiyle kurulmasıyla beraber Türkiye içinde soruna yaklaşım bir iktidar mücadelesine dönüştü. AKP karşıtı geniş bir cephe Kıbrıs üzerinden hükümete yükleniyor. Mevcut durumdan memnun olan, Kıbrıs’ta kendilerine tahsis edilen evlerde tatillerini yapan, hükümetten hazzetmeyen çevreler Kıbrıs’ı da kullanarak AB yolunu kapatıp 3 Kasım’ın rövanşını almayı planlıyor. Bu kampanya bir anlamda da, iktidarın gerçek sahibini göstererek hükümeti hizaya sokacak bir bilek güreşine dönüştürülmek isteniyor. “AB için Kıbrıs feda ediliyor” feryatları da; AB sürecinin, dondurulmaya çalışılan fakat kendi dinamiğinde güncelliğini koruyan uluslararası bir sorunumuzun çözümü için katalizör olacağı gerçeğini gizlemeye matuf çabalar. Türkiye gerçekçi bir çözüm üretmezse tüm kazanımların boşa gideceğini ve tekrar başa dönüleceğini daha fazla görmezden gelmek mümkün değil.

Paylaş Tavsiye Et