Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2003) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Türkiye’nin kader günü / Varvara Kolobova, Vladimir Konev, İzvestiya, 16 Kasım 2003
Çeviri: Enise Smirnova
15 Kasım Cumartesi günü saat 9.30 civarında İstanbul’daki iki sinagogun önünde meydana gelen patlamalar sonucunda en az 22 kişi öldü, 250’ye yakın kişi de yaralandı. Patlamalar sırasında Kıbrıs ziyaretinde bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’ye döndü. Aynı zamanda İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom ve MOSSAD tahkikat grubu da İstanbul’a geldi. Alınan bilgiye göre, patlamalarla ilgili üç kişi tutuklandı. Olayın “Büyük Doğu Cephesi” tarafından üstlenilmesine rağmen, patlamaların el-Kaide tarafından düzenlendiği düşünülüyor. Ölen 22 kişiden 9’u Yahudi, geriye kalanlar ise yoldan geçen Müslümanlar.
Dünya çok daha korkunç saldırılara da şahit olmuştu; fakat İstanbul’daki patlamalarla gelişen olaylar, teröristlerin en cesur beklentilerinin de üstünde olabilir. Türkiye’nin geleceği bugünlerde belirleniyor olabilir. Olayların iki şekilde gelişebileceğini tahmin edebiliriz: Birinci şık olarak, askeriye, bu fırsatı kullanarak iktidara gelir ve hem Türk halkı, hem de Ankara’dan liberal reformlar bekleyen Avrupa, Türkiye’de demokrasinin adını bile anamaz olur.
Diğer bir ihtimal ise, tam bir Apokalipsis niteliğinde: Avrupa Birliği’nin ısrarları üzerine askeriye, sürekli müdahale etmeye çalıştığı hükümeti tamamen serbest bırakır ve meydan İslamcılara kalır. Bu durumda yakın zamanda Başbakanlık koltuğuna “aydın yüzlü İslamcı” Tayyip Erdoğan’ın yerine, “bir numaralı terörist” Usame bin Ladin’i andıran biri oturabilir. İşte o zaman, ağır yaptırımlar karşısında bile İslami kıyafetlerinden vazgeçmeyen Türklere gün doğarken; kendilerini “Avrupa’nın bir parçası” sayıp Türkiye’yi laik bir devlet olarak görenleri ise zor günler bekler.
Ağustos ayında çoğunluğu İslamcılardan oluşan Türkiye Meclisi, askeriyenin hak ve yetkilerini büyük ölçüde kısıtladı. Fakat bu saldırılardan sonra askeriye, kaybedilmiş pozisyonunu yeniden kazanabilir.
Gelişen olaylar neticesinde Türkiye, yakın zamanda Avrupa Birliği’ne girme şansını kaybedeceğe benziyor. Aynı zamanda, bölgedeki en güçlü ve modern askeri donanmaya sahip olan Türkiye, İslamcıların eline geçtiği halde komşuları için eski laik Türkiye’den çok daha tehlikeli olabilir.
Ne olursa olsun, bu patlamalar, teröristlerin 11 Eylül 2001’den bu yana en başarılı operasyonu sayılabilir. ABD’nin bölgedeki en büyük destekçisi olan bir Müslüman ülkedeki sinagogları bombalayıp çoğunlukla yerli Müslümanları öldürmek, göz ardı edilemeyecek kadar mühim bir şey. Bu gidişle, Türkiye için 15 Kasım günü, Amerika’nın 11 Eylülü’ne nispetle, ülkenin geleceğini yönlendiren bir gün olabilir.

Tavsiye Et
El-Kaide Türkiye’ye savaş açtı / Vladimir Dunayev, İzvestiya, 21 Kasım 2003
Çeviri: Enise Smirnova
Teröristler Türkiye’ye savaş açtılar ve şu ana kadar bu savaşta galip geldiler. 20 Kasım Perşembe günü İstanbul bir kez daha bombalı saldırıya uğradı. Londra ziyaretinde bulunan ABD Başkanı George Bush’un İngiliz Başbakanı ile görüşmesi sırasında patlatılan bombalardan biri, İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğunu hedef alırken; ikinci bomba dünyanın en büyük bankalarından biri olan ve merkez bürosu Londra’da bulunan HSBC’nin önünde patlatıldı. Birkaçı İngiliz yaklaşık 26 kişi öldü; 450 kişiden fazlası da yaralandı. Saldırıyı üstlenen yine el-Kaide idi.
Bir haftadır İstanbul’u sarsan patlamaların bilançosunu şimdiden çıkartmak mümkün: Türkiye, hiçbir şartla Irak’a asker göndermeye yanaşmayacak. Şu anda Ankara’nın Saddam taraftarlarıyla mücadeleden daha önemli bir sorunu var: Kendi topraklarındaki teröristler.
Türk askerlerinin Irak’tan uzak durmaları, Irak’a mümkün olduğunca fazla yabancı asker çekmeye çalışan Amerika için ciddi bir problem. Çeşitli ülkelerin askeri temsilcilerinin Irak’ta bulunmaları, Amerika’nın Irak’a girmesine uluslararası bir meşruiyet kazandıracak ve daha da önemlisi Amerikan askerlerini Irak partizan saldırılarından korumuş olacaktı.
Türkiye ise bambaşka problemlerle yüz yüze gelmiş bulunuyor.
Ülkede laik düzenin yalnızca asker gücüne dayandığını söylemek biraz abartılı olsa da, laik bir anayasanın teminatının askeriye olduğu apaçık ortada. Diğer taraftan Türkiye siyasetinde İslamcılar gittikçe ağırlık kazanıyor. Geçen seneki meclis seçimlerinde iktidara gelen İslamcılar, şimdi askeriyeyi siyasetten uzaklaştırma çabası içerisindeler. Herhangi başka bir Avrupa ülkesinde (Türkiye’nin bir kısmı Avrupa’da bulunuyor) diktatorya, özellikle askeri diktatorya, olumsuz bir unsur olarak değerlendirilecekti; fakat Türkiye’nin durumu farklılık arz ediyor. “İslami demokrasi”nin ne tür bir şey olduğunu, 444 gün İran esaretinde kalan Amerikan diplomatlara ya da “Saddam’ın diktatörlüğünden kurtarılan” Iraklıların saldırılarına her gün maruz kalan Amerikan askerlerine sorabilirsiniz.

Tavsiye Et
Türkiye’deki barışın verdiği tarih dersi / Seyla Benhabib, New York Times, 18 Kasım 2003
Çeviri: Ebru Afat
Geçen yaz İstanbul’da İsrailli bir arkadaşımla birlikte Boğaz’ın kıyısında yer alan Ortaköy’deki bir sinagogu ziyaret ettik. Ortaköy, deniz ve ona nazikçe meyleden tepeler arasındaki bir camiye, bir sinagoga ve bir Rum Ortodoks Kilisesine ev sahipliği yapmaktadır. Burası, Bizans fresklerinin İslam mimarisiyle buluştuğu; Osmanlı aristokrasisinin beyaz boyalı, ahşap pencere kafesli sayfiyelerinin yeni orta sınıfın modern binalarıyla bir arada bulunduğu bir yerdir.
O yaz gecesi, Müslümanları ibadete çağıran müezzinin sesiyle soyulmuş badem satan sokak satıcılarının ve gece ilerledikçe de Ortaköy’ün sokaklarında sıralanan diskolardan birinde bulunan gençlerin sesleri birbirine karışıyordu. Sinagogun yaşlı görevlisi bize dışarıda binanın onarılmakta olduğunu; ama Musevi takvimine göre yıl başında açılacağını anlattı. Türkçe ve Eşkenazi Yahudilerinin konuştuğu Yiddish dilinin Sefarat Yahudilerindeki muadili olan Ladino diliyle konuştuk. Atalarım, 1492’den sonra İspanyol Engizisyonu’ndan kaçtıkları ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından kabul edildikleri zaman bu dili İstanbul’a getirmişler.
1950’lerdeki çocukluğum sırasında İstanbul’daki Yahudilerin sayısı yalnızca 80 bindi. Diğer şehirlerde yaşayanlarla birlikte Türk Yahudi cemaatinin sayısı 100 bini aşıyordu. İsrail devletinin kurulması ve 1970 ve 80’lerde Türkiye’de siyasi istikrarsızlığın giderek artmasıyla birlikte birçok Yahudi ülkeyi terk etmeye başladı. Türkiye’deki Yahudi nüfusunun sayısı şimdi 30 bin civarındadır. Ancak Yahudilerin Türkiye’deki varlığı sadece sayılarla ölçülemez. Onlar, sadece Orta Çağ İspanyası’nda değil, bütün bir Doğu Akdeniz’de Yahudilerle Müslümanların barış içinde bir arada yaşadıklarının kanıtıdır. Cumartesi günü İstanbul’un diğer bölgelerindeki sinagoglara saldıran İslamî terörizmin cani güçleri, tam da bunu yok etmek istemektedirler.
Türkiye’deki Yahudiler, laik Türkiye cumhuriyetinin kurucularının ileri görüşlülüğünün ve sağduyusunun da kanıtıdır. Hitler’in birlikleri Balkanlar’da ilerler ve Yunan şehirlerini Yahudi nüfusundan arındırırken Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü sınırı kapattı. Nazilerle yapılan müzakerelerde gerginlik ortaya çıktı. Türkiye Nazileri yatıştırmak için, aralarında babamın ve amcalarımın da bulunduğu Yahudi erkekleri ülke içindeki kamplara göndermiş olsa da, bunlar sadece çalışma kamplarıydı. Ve de Türk hükümetinin I. Dünya Savaşı’nda müttefiki olan Almanya’ya daha çok taviz verdiğini gösteren çok az delil vardır.
Türk Yahudilerinin tarihindeki bu dönem tek başına İslamcı teröristlerin etlerine batan bir dikendir; farklı inanç ve etnik kökenden vatandaşlarının demokratik eşitliğine saygı gösteren Müslüman bir ülkede 15’inci yüzyıldan bu yana Yahudiler ile Müslümanların barış içinde bir arada yaşamalarının altını çizmektedir. Bugünkü asıl mesele, Türkiye’nin hangi tarihi modele sarılmaya teşvik edileceğidir. Ortaköy’deki o yaz gecesi, teröristlerin yaydığı nihilist mesaja karşı mücadele eden biz Orta Doğulular için bir umut işareti olarak durmaktadır. İstanbul’un sinagogları yeniden inşa edilecektir. Bundan kimse kuşku duymamalıdır.

Tavsiye Et
Orta Doğu için savaş / Başyazı, Washington Post, 18 Kasım 2003
Çeviri: Ebru Afat
Cumartesi günü el-Kaide’den talimat aldıklarından şüphelenilen teröristlerin birbiri ardına gerçekleştirdikleri patlamalar, dikkatle planlanmasından intihar eylemcileri kullanılmasına ve yüksek ölü sayısına kadar bu örgütün meşûm işaretlerinin bir çoğunu taşıyordu. İstanbul’un merkezindeki patlamalar 25 kişinin hayatına mal olurken bundan bir hafta önce Riyad’da meydana gelen patlamalarda 18 kişi hayatını kaybetti; her iki patlamada toplam 400 kişi de yaralandı. Ancak bu Ramazan saldırıları, mevkileri ve çoğunluğu Müslüman olan kurbanları açısından da manidardır. El-Kaide İstanbul’daki sinagogları hedef almıştı; fakat İsrail’le iyi ilişkiler kuran ve özgür bir Irak’ı destekleyen, demokratik yollarla seçilmiş ılımlı Müslüman Türk hükümeti saldırının bir diğer hedefiydi.
El-Kaide, Irak’taki uluslararası hedeflerde meydana gelen son patlamaların bir kısmını da üstlenmektedir ve örgütten yapılan açıklamalar ABD, İsrail ve Batı’ya karşı küresel savaş başlatma tehdidini sürdürmektedir. Ancak hareketin, eylemlerini Riyad ve İstanbul gibi yerlerdeki Müslümanlara çevirmesi, Başkan Bush’un bu ayın başlarında seslendirdiği ‘terörizmle savaşın aynı zamanda Orta Doğu’nun siyasi geleceği üzerine bir savaş olduğu’ iddiasını da fiilen onaylamaktadır.
Korkunç bir kırıma sebep olmasına rağmen son patlamalar, Bush yönetimine bir fırsat da vermiştir. Washington, değişim gündemini sıkı bir şekilde dayatmak; demokratik hareketlerle, insan hakları gruplarıyla ve kadın örgütleriyle ittifak kurmak ve bölgedeki hükümetlerin sivil bir topluma zemin hazırlamalarında ısrar etmek suretiyle el-Kaide’nin çok korktuğu ve büyük olasılıkla da kaybedeceği siyasi çatışmayı hızlandırabilir.

Tavsiye Et
ABD’nin Rusya’daki tutuklamalar karşısındaki sessizliği / Steven R. Weisman, New York Times, 9 Kasım 2003
Çeviri: Ebru Afat
Rusya’da Mikhael Khodorkovsky’nin tutuklanması ve petrol şirketinin varlıklarına el konulmasından sonraki iki hafta içinde, Başkan Bush ve diğer üst düzey Amerikalı yetkililer kamuoyunda çok az eleştiride bulundular.
Colin Powell, Orta Amerika gezisindeyken gazetecilere uçakta, hukuk yönetiminin evrensel olduğunu zannettiğini, davanın devam ettiğini, konunun da uzmanı olmadığını söyledi. Sonra da ekledi: “Sanırım bizim için en iyisi sadece davanın devam etmesine izin vermek; Rusların kararlarını nasıl vereceklerini izleyelim.”
Amerikalı yetkililer yönetimin sessizliğinin, sahip oldukları nükleer silah programları konusunda İran ve Kuzey Kore ile karşı karşıya gelinirken ve terörizmle savaşılırken, Putin’in gösterdiği işbirliğinin ışığında haklılaştırıldığını söylüyorlar. Rusya, Irak Savaşı’na karşı çıktı; ancak Fransa ve Almanya kadar sesini yükseltmedi.

Tavsiye Et
Irak: İmardan önce istikrar / Fehmi Huveydi, Eş-Şark El-Awsat, 29 Ekim 2003
Çeviri: Hatice Boynukalın
Madrid’de imzalanan ve Irak’ın imarını konu alan toplantının sonuçlarını coşku ve ümitle karşılama konusunda aceleci davranılmamasını salık veriyorum. Zira Afganistan’ın imarı tecrübesi ve katkıda bulunanların taahhütleri halen gözümüzün önünde. Verilen hiçbir söz gerçekleşmedi. Irak’ın imarı konusunu ciddiye alıyorsak eğer, Afganistan’daki bu başarısızlığın üzerinde durmamız gerekir.
Afganistan’da imar faaliyetlerinin yavaşlamasında güvenlik ve istikrarın yokluğu temel nedendi. Yine BM’nin Kabil’deki temsilcisi yardımda bulunanların imar projelerinin yürütülmesi için sundukları meblağların %60’ını, Afgan hükümetindeki yetkililerin bu işe ehil olmadığını düşünerek yerel kuruluşlara devretti. Ancak bu kuruluşlar yardımların büyük bir kısmını, kendi bünyesinde çalışan memurların yüksek maaşlarının (aylık üç ila on bin dolar arası) ödenmesi için kullandı. Yine bu paralar, bu kuruluşların ofislerinin tesisi, döşenmesi ve de son model ciplerin alımı için kullanıldı. Tüm bunlara ilaveten, şimdilerde ABD’nin baş meselesi olan Irak sorunu, Afganistan ve imarı meselesine olan ilgiyi belli ölçüde azalttı. ABD’nin ilgisindeki bu gerileme, yardımda bulunan ülkelerin tavırlarını da etkiledi. Afganistan ve Irak’ın durumu arasında benzerlik bulunduğu kuşkusuz. Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin toplumu mahvetti. ABD işgali ise halkayı tamamlayarak devleti yıktı. Benzer durumu savaşlar ve Taliban hareketinin yönetimi ele geçirmesiyle Afganistan’da da görüyoruz. (Bu olayların toplumsal bazda yıkıcı etkilerini devletin yıkılışı izledi).
Ancak Irak’ın sahip olduğu zengin kaynaklar, bu ülkeyi Afganistan’dan ayıran ve gözden kaçmaması gereken önemli bir faktör. Bu zenginliğin, 120 milyar dolar civarında borcu bulunan Irak’ın borç ödemeleri karşısında eriyip gitmesi beni çok endişelendiriyor. Yine katkıda bulunan ülkelerin Madrid zirvesinde ödemeyi taahhüt ettiği meblağların bir borç olarak verildiğini de unutmamamız gerek! Bu borcun yükünü ise gelecekteki Iraklı nesiller taşıyacak.

Tavsiye Et
Avrupalıların İsrail hakkındaki düşünceleri / Halid El-Harub, El-Hayat, 17 Kasım 2003
Çeviri: Hatice Boynukalın
Batı’da, özellikle de Avrupa’da yaşayanlar son yıllarda burada gerek halk bazında, gerekse iletişim araçlarında ve hatta siyasi alanda Filistinlilere karşı olumlu duygular besleme eğiliminin arttığını -her ne kadar resmi söylemlerde bu olumlu eğilimleri ifadelendirme henüz mütereddit ve çekingen olsa da- rahatlıkla fark edebilir.
Ancak hiç kimse yine Avrupa’da İsrail’e yönelik bakışın bu derece değişeceğini tahmin edemezdi. Belli bir bakış açısının oluşturulması için her ne kadar yıllardır çaba harcansa da, görünen o ki Avrupalı genç nesil, kitle iletişim araçlarında yer alan ve İsrail’in masumiyeti üzerine yazılıp çizilenlere pek de kulak asmıyor! Bunun yanında Filistin direnişi ve İntifada da bir çok uyuyan vicdanı sarsmaya yetiyor. İsrail artık sağda ve solda çeşitli suçlamalara maruz kalıyor.
İsrail, Avrupa’da yapılan kamuoyu araştırmalarını anti-semitizmin hortlaması olarak değerlendirdi. İsrail’e göre anti-semitizm Avrupa’da kol geziyordu. Bu yolla, izlediği saldırgan politikanın ve yürüttüğü haksız işgalin, yeryüzünün her köşesinde artan bu düşmanlığın sebebi olduğu gerçeğini örtbas etmeye çalışıyor.
Aslında Avrupalı yeni nesil ne Yahudiliğe, ne de İslamofobinin orada burada yayılmasına rağmen İslam’a ve başka bir dine karşı düşmanca bir duygu besliyor. Zira bu nesillerin dindar olmadığı ortada. Asıl olarak yaşanan her olayda ve her münasebette anti-semitizm masalının tekrar tekrar gündeme getirilmesi dünyanın tepkisini çekerek gerçekten bir anti-semitizm dalgasının şiddetlenmesine sebebiyet verecek. Bu şartlarda Araplara ve Filistinlilere düşen, bu ortamı olumlu bir şekilde değerlendirmek ve Avrupa-ABD kamuoyunda çok daha geniş bir kesime ulaşmak için daha fazla gayret sarf etmektir.

Tavsiye Et
Brüksel’in kararı: Türkiye üyelik koşullarını sağlamada sona çok yaklaştı / Joachim Fritz Vannahme, Franffurter Allgemeine, 6 Kasım 2003
Çeviri: Haşim Koç
Yeni açılan okulda, Türkiye’nin ortasında ilk kez Kürtçe ders verilmesi için herşey hazırdı. Ama sonuçta okulun kapıları dar geldi ve bu küçük devrim yerine getirilmeden rafa kaldırılmış oldu. Genişlemeden sorumlu Günter Verheugen, bu bağlamda ZEIT’a verdiği demeçte, Türkiye’de reformlara duyulan arzuyla gündelik hayatın birbirinden ne kadar ayrı olduğunu ifade etmekteydi. Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki İslamcı hükümetin iktidara gelmesinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen karşımızdaki resim karmakarışık. Bir yandan “reformlar üzerine sarf edilen aşırı siyasi çaba” Verheugen’i mutlu ederken, diğer yandan “devlet aygıtındaki bu reformları frenleyen engeller” Verheugen’in şikayetine sebep oluyor.
Türk hükümetinde ilerleme raporu çok farklı yorumlara yol açtı. Başbakan komisyonun eleştirilerinin yalnızca “bahane” olduğunu söylerken, Dışişleri Bakanı Gül, raporu “objektif” olarak değerlendirdi. Gül birçok reformun yalnızca kağıt üstünde kaldığını itiraf etti.
Başka bir gürültü de Aralık’ın ortasında Türkiye’den başka hiçbir ülkenin tanımadığı Kuzey Kıbrıs’taki seçimlerden sonra kopabilir. Rauf Denktaş’ın seçilmemesi, üzerlerindeki baskıyı kaldırmak isteyen Ankara’nın işine gelebilir. Verheugen, bu konuda müzakere olmayacağını ve bunu da “Erdoğan’a çok net biçimde ilettiğini” ifade etti.
AB dönem başkanı, dört yıl önce Helsinki’de Türkiye’yi geç üyelik için önerdiğinde herkesin dilinde iki argüman dolanıyordu: Bir taraftan Avrupa, Türklerin demokrasisini İslam alemi için bir ada ve aynı zamanda bu aleme uzanmada köprü haline getirmeyi amaçlıyordu. Diğer taraftan Amerikalılar, o zamanlar Avrupa’yı, Türkiye’yi stratejik önemi haiz bir ortak olarak kabul etmekle tehdit ediyordu. Ama Irak Savaşı’yla Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkiler dondu ve bu stratejik ortak argümanı da rafa kalkmış oldu. Türkiye’de yöneticiler en zor işin daha başlamadığının farkındalar: Çok zor olan iş; Anadolu’nun her köşesine AB standartlarını götürmek.
Türkler ile Brüksel’dekiler arasındaki müzakereler umut verici bir atmosferde başlayacak. Şu anki haliyle, önümüzdeki yıl Türkiye’ye tam üyelik görüşmeleri için tarih sunulacak. Bu süreç, birliğin tarihinde, İspanya’dan bile uzun olan, en uzun süreç. Bir gün Türkler bu uzayıp giden üyelik macerasının kendilerinden çok fazla değişiklik beklediğinin farkına varacaklar.

Tavsiye Et
İstanbul’daki saldırıların ardından Türkiye ve Fransa’da Yahudi düşmanlığı / Delil Ebubekir ve Bernard Kanovitch*, Le Figaro, 18 Kasım 2003
Çeviri: Osman Doğramacı
Ramazan ayı bu tür saldırıların affedilmeyeceği bir aydır. Bununla birlikte, Yom Kipur ayini de bütün inananları tövbeye çağıran bir ayindir. Bu şiddetin ardından, Yahudi ve İslam tarihinde bizi bir araya getiren ve ayıran çok önemli olayları düşünüyoruz. Yahudiler, İslam topraklarında yüz yıllarca barış ve mutluluk içerisinde Müslümanlarla birlikte yaşadılar. İstanbul’daki son saldırılar karşısında şaşkınlık içerisinde olan Türk-Yahudi birlikteliği, 15’inci yüzyılda İspanya Kraliçesi Katolik İsabella tarafından uygulanan soykırımdan Müslümanlar sayesinde kurtulan Yahudilerin nesilleri olarak bu ortak tarihin güzel bir örneğidir. Bugün aşırılık yanlıları, İsrailliler ile Araplar arasındaki barış çabalarını veya Fransa’daki Müslümanları etkileyen ekonomik ve sosyal problemlerin çözümü için yapılan araştırmaları gözden uzak tutarak; Filistin-İsrail çatışmasını, Fransa’daki Müslümanların beklentilerini ve entegrasyon zorluklarını öne çıkarıyorlar. Böylece, kendi toplum modellerini yerleştirmeyi amaçlıyorlar. Açıkça belirtmek gerekir ki; ılımlı Müslümanların ve Yahudilerin içerisindeki kurbanlar Orta Doğu’da sadece barış istemiyorlar; aynı zamanda Fransa toplumu içerisinde iki topluluk arasında oluşacak bir ahengi de arzuluyorlar.
*Delil Ebubekir (Paris Camii İmamı ve Fransa İslam Konseyi Başkanı) ve Bernard Kanovitch (Fransız Yahudilerini Temsil Konseyi Üyesi ve Müslümanlarla İlişkilerden Sorumlu Komisyon Başkanı)

Tavsiye Et
Ankara terörizme karşı / Semih Vaner, Le Figaro, 18 Kasım 2003
Çeviri: Osman Doğramacı
Arkasında hiçbir kanıt ve şüphe bırakmayan bu dramatik olay Türkiye’nin mevcut hükümeti için de bir sınav niteliğinde. Hükümetin tepkisi hızlı ve adres göstermeyen bir kınama oldu. Ama, kınanması gereken cinayetlerin merkezindeki şahısların açıkça ortaya konması için hükümet daha fazlasını yapmalıydı. Üç beş kişilik marjinal ve fanatik gizli bir gruba ait bir eylemden söz etmemiz mümkün mü? Bu pek akla yatkın bir hipotez gibi görünmüyor. Acaba, demokratik yollarla seçilmiş hükümete yönelik ve doğrudan istikrarı bozmayı amaçlayan bir çeşit komplo mu izliyoruz? Bu ihtimal, bulunduğu bölgede, aynı dini duyarlılığa sahip; ama radikal Müslüman kesimlerle açıkça birlikte hareket etmeyen muhafazakar liberal bir partiyi yok etmemeli. Son hipotez daha gerçekçi. Türkiye’yi git gide içine almaya çalışan dış kaynaklı çatışmalar bölgeyi parçalar. Filistin-İsrail çatışmasında ve Irak krizinde ılımlı hareketlerde bulunan Ankara’nın başarılı hükümetleri kesinlikle istikrarsızlığı, iktidarsızlığı ve yorucu bir döngüyü hak etmiyor. Gündemdeki, Türkiye’nin Irak topraklarına asker gönderme planı Bağdat’ı ayağa kaldırdı. Türkiye karşıtları ve Iraklı Kürtlerin liderleri, “Türkiye’yi Irak’a davet etmek, sürünün içine kurt sokmaktır” diye haykırıyor. Türkiye Güneydoğu sınırının öbür tarafında sürüp giden istikrarsızlığa kayıtsız kalamaz. Kürt aşiretleri 1991’deki Körfez Savaşı’nın yapısal düzensizliklerinden yararlanarak Irak dağlarına sığınmış ve o bölgeyi başlıca hareket alanı olarak kullanmışlardı. Ankara’ya zararlı olacak biçimde, 4-5 bin militan da o sırada bölgeye yerleşti. Türkiye, olayın özerklikten bağımsızlığa dönüşmesinden kaygılandığı için Irak Kürdistanı’ndaki petrolü korumayı da hedefliyor. Amerika ise, Türklerin Kürtlerden uzak tutulması gerektiğini kesin olarak biliyor. Eldeki veriler, muhtemel bir asker sevkiyatıyla, bağımsız Kürdistan’ın daha uzak bir ihtimal haline geleceğini gösteriyor. Iraklı Araplar, Sünniler ve Şiilere gelince, onlar bu konuyu sadece petrol olarak değil; daha çok Osmanlı adındaki o eski gücün askeriyle, mühimmatıyla geri dönmesi olarak görüyorlar.

Tavsiye Et
Washington, Tahran’a kesinlikle güvenmiyor / Franffurter Allgemeine, 14 Kasım 2003
Çeviri: Haşim Koç
ABD’nin uluslararası güvenlik ve silahlanmadan sorumlu devlet sekreteri John Bolton, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) en son açıklamasında, İran’da yasak Nükleer Silah Programı kapsamına girecek hiçbir kanıt olmadığını bildirmesini “inanılması imkansız” olarak yorumladı. IAEA ise Perşembe günü Viyana’dan verdiği cevapta, Washington’un haberin güvenilirliğine dair şüphelerini reddetti ve raporlarının kesinlikle arkasında durduklarını belirtti. Diplomatların açıklamalarına göre rapor, “Şu ana kadarki incelemelerde, İran’ın nükleer silahlanmayla bağlantılı olarak, nükleer maddeye sahip olduğuna dair hiçbir kanıtın olmadığını” içeriyor. İncelemelerde, silahlanmada kullanılabilecek nitelikte Uranyum ve Plutonyum bulunduğu ve bunun da İran’ın iddia ettiği gibi barışçıl amaçlarla kullanılacağına dair şüphelerin oluştuğu bildirilerek, İran’ın bunu BM temsilcilerine kanıtlaması gerektiği ifade ediliyor.
John Bolton ise “İran’ın bu gizli çabalarının silahlanma çalışmaları olarak anlaşılması gerektiğini” ifade ediyor. IAEA’nın 18 yıldan beri ulaştığı bulguların bazen hayal kırıklığına yol açan başarısızlıkla sonuçlandığını belirtirken, BM temsilcilerinin kafalarda soru işareti bırakan raporunda, İran’da nükleer silahların geliştirildiğine dair kanıt bulunmadığını ifade etmesinin “raporun ibarelerine inanmayı imkansız kıldığını” dillendiriyor. Aslında bu rapor aynı zamanda Amerikan politikasının çelişkilerini de yansıtıyor. Bolton Washington’daki bir konuşmasında, Washington’un BM Güvenlik Konseyi’ni İran’ın nükleer programıyla ilgilenmeye zorlayacağını ve bunun Tahran IAEA’nın koşullarına tam olarak uyana kadar sürmesi gerektiğini söylemişti.

Tavsiye Et