Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2003) > Dosya > Çatışmadan beslenen birlik: Avrupa’nın kanlı uzun geçmişi
Dosya
Çatışmadan beslenen birlik: Avrupa’nın kanlı uzun geçmişi
Fatma Sel Turhan
BATI’NIN bugünkü manada temellerinin atıldığı tarih 10’uncu yüzyıldı. Feodalizmin hakim olduğu bu dönemde yaşanan gelişmenin en temel sebebi bugün bize basit icatlar gibi görünen ‘ağır saban’ ve ‘üzengi’nin bulunmasıydı. Çünkü artık ağır saban kullanımıyla artan tarım ürünleri göreli olarak zenginleşen köylü sınıfını daha fazla vergi verir hale getirmişti. İşte feodalizm de bu şartlar altında hakimiyeti ele geçirdi. Feodalizmin özü, devletin kurumlarıyla birlikte varolmadığı bir toplumda, zırhlı süvari olan şövalyelerin bölgelerinde bir çeşit hükümet görevi yürütmesiydi. Şövalyeliğin ortaya çıkışı ise en çok üzenginin bulunmuş olmasına bağlıydı. Feodaliteyi şekillendiren üç ayak; büyük toprak sahibi olan senyör, askeri sınıf oluşturan vassal ve toprağa bağlı köylü olan serfler arasındaki ilişki feodalizmin anahatlarını oluşturarak hızla tüm Avrupa’ya yayıldı.
9’uncu yüzyılda başlayan doğu-batı yönlü göçler sebebiyle dağılma sürecine giren Avrupa’nın toparlanması yine temelde feodalizmin etkisiyleydi. Avrupa’yı büyük karışıklıklara sürükleyen step istilaları sırtını feodalizme dayayan şövalyelik sistemiyle son buldu. Feodalizmin zamanla büyük krallıklar haline dönüşmesinin ilk adımı Alman vassalların 911 yılında toplanarak Macar akınlarını püskürten I. Heinrich’i kral seçmesiyle başladı. I.Heinrich 962’de papanın elinden imparatorluk tacını giydiğinde Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun temelleri de atılmış oldu. Aristokratik bölünmeden mutlak merkeziyete doğru evrilen bu geçiş Avrupa’nın diğer bölgelerinde de üç aşağı beş yukarı benzer süreci takip etti.
Şövalyeliğin bir diğer etkisi de step istilaları sebebiyle artık tamamen güvensiz bölge haline gelen Avrupa’yı görece de olsa yeniden güvene kavuşturmaktı. Dönemin ticaretini ele geçirmiş olan haydut ve korsanların sonunu getiren, şövalyelerin eliyle geliştirilen yerel savunma sistemi oldu. Bu korsan ve haydutların yerini zamanla kendi savunma sistemlerini kuran tüccar sınıfı aldı. Yeni oluşan bu tüccarlar topluluğu ticarete uygun yerlerde konuşlanmaya ve sürekli yerleşmeye başladı. İşte Avrupa’da şehir kavramı da bu şartlar altında doğdu. Paris ilk defa 12’nci yüzyılda bir başkent görünümüne kavuştu. Ancak her şeye rağmen Batı bu dönemde başıbozuk bir düzenden kendini kurtaramamıştı. Kent hayatı yerleşmişti ama hırsız ve dilencileriyle birlikte. Etkili güvenlik kontrolünün yokluğu nedeniyle oluşan çeteler, onları yok etmek için tutulan şövalyelerle birlikte çoğu kez halkın başına bela olurdu. Üstelik tüccar sayısının artmasıyla birlikte ticaret hayatında kendilerine yer bulamayan haydut ve korsanlar da zamanla meslek değiştirip tüccar olmuşlardı. Batı’nın modern hayat temelini atan işte bu saldırgan ve kuralsız genişlemeci tavrı kendilerine düstur edinen yığınlar oldu.
Bu şartlar altında sağlanan yerel güvenliğin Batı’ya huzuru getirmeyeceği açıktı. Nitekim 11’inci yüzyılı izleyen dönemde Avrupa, tarihe Yüzyıl Savaşları olarak geçecek, ama aslında isminden de daha uzun bir şekilde tam 116 yıl süren ve 1337 ila 1453 yılları arasını kapsayan büyük bir karışıklık ve sürekli savaş dönemine girdi. Savaşın temel nedeni İngiltere’nin Fransız topraklarına göz dikmesiydi, ama bu aslında büyük çıkar çatışmasına ve yetki mücadelesine girişen Avrupa’dan her kesimin birbiriyle savaşıydı. Avrupa hayatına bu dönemde yön veren dört siyasi kurum ya da erk vardı; Hıristiyanlık ve onu temsil eden İmparatorluk veya Papa, ulusal monarşiler, feodal prenslikler ve kent devletleri. Bu gruplar arasındaki mücadele dönemin Avrupa’sının rotasını çizdi.
 
Rönesans ve Reformun Şekillendirdiği Avrupa
İtalya’da 1350’lerden itibaren, Venedik ve Ceneviz başta olmak üzere İtalyan kent devletlerinin Akdeniz ticaretinden elde ettikleri refah zamanla onları Roma’nın kutsallığının kabulüne dayanan bir eskiçağa dönüş hareketine yöneltti. ‘Rönesans’, Hıristiyan hayat anlayışının giderek daha geçersiz hale geldiği ve bir nevi laik yaşam anlayışının benimsendiği bu şehir devletlerde kent-devlet kültürünün çiçek açması olarak nitelendi. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans sözcüğü Roma ve Grek başarılarının yeniden canlandırılması anlamını taşıyordu. Rönesans’la Avrupa’ya yayılan ve her şeyin temeline insanı yerleştiren hümanist akım, zenginliğin tapınılası hale geldiği ve burjuvazinin taçlandırıldığı bu dönemde, Avrupa’da dünyevîleşmenin üst noktaya çıkışını yansıtıyordu.
Avrupa insanının din ve dünyaya dair düşüncelerinde ortaya çıkan bu değişiklik onları dini inançlarını ve kiliselerini sorgulamaya yöneltti. Gücü elinde bulunduran kesim hümanizmin etkisiyle dini hayatlarından çıkarmaya başlarken, fakir halkın asıl derdi Katolik Kilisesi’nin dini temsil eden bir kurum olmaktan çıkıp, güçlülerin elinde oyuncak oluşuydu. Avrupa’da birçok grubun Kiliseye duyduğu rahatsızlık zamanla büyük bir başkaldırıya dönüştü. Başkaldırıyı yönlendiren, Kilisenin kişilere günahlarını bağışladığını belirtmek için verdiği ‘endüljans’ belgelerine karşı çıkmakla işe başlayan Martin Luther’di. Luther 1517’de 95 maddelik tezini Wittenberg’deki kilise kapısına astığında görüşleri azgın bir alev misali Almanya’yı baştanbaşa tutuşturdu. Luther’in İmparator Şarlken’i karşısına alarak giriştiği bu mücadeleye tüm Almanya ve Batı Avrupa’dan büyük destek geldi. Hatta Fransa Kralı I. François iyi bir Katolik olmasına rağmen, Habsburgların ‘evrensel monarşisi’ne ve Şarlken’in yayılmacığına karşı yeni doğan mezhep Protestanlığı destekledi. Nitekim bundan sonra en azından II. Dünya Savaşı’na kadar Fransa’nın dış politikası ister dinsel olsun, ister siyasal, Almanya’nın bölünmüşlüğünün sürdürülmesi üzerine kurulacaktı. Protestanlığın çıkışından sonra Kilise her ne kadar Karşı-Reformla Katolikliği yeniden eski gücüne getirmeye çalıştıysa da Protestanlık meydan okumasını tüm Avrupa’da sürdürdü.
 
Dünyayı Talanla Avrupa’ya Akan Zenginlik
15’inci ve 16’ncı yüzyılda bu mücadelelerle çalkalanan Avrupa’ya taze kan, coğrafi keşiflerle ulaşılan Yenidünya’dan geldi. Aslında Avrupa dış dünyaya gözlerini 12’nci yüzyılın sonunda başlayan Haçlı Seferleri’yle dikmişti ve görünüşte amaç Hıristiyanlık dinini dünyaya yaymaktan ibaretti; ama asıl hedefin Doğu’nun zenginliğinin talanından başka bir şey olmadığı çok kısa zamanda anlaşıldı. Batı’nın Doğu’yla bu ilk teması Avrupalıların medeniyet ve zenginlikle tanışmasına ve iştahlarının kabarmasına sebep oldu. Bu dönemde Osmanlı ile ittifak ederek deniz ticaretini elinde tutan Venedik ve Ceneviz tüccarlarının Akdeniz’deki hakimiyeti daha büyük zenginlik peşinde koşan Avrupa’yı yeni keşiflere yöneltti. İşte Portekiz açıldığı Yenidünya serüveniyle, bayrağı bu şartlar altında Venedik ve Cenevizlilerden aldı. 1488’de Ümit Burnu’nu keşfeden Bartholomew Diaz, 1492’de Güney Amerika’ya ulaşan Christopher Columbus ve 1499’da Hindistan’a ulaşan Vasco da Gama Avrupa’nın bu yeni serüveninde bayrak isimler oldular. Portekiz yeni keşfedilen yerleri talan mücadelesini İspanya’yla paylaştı ve ikisi 1494’te aralarında yaptıkları bir anlaşmayla yeryüzünü bölüştüler: Magellan’ın ‘keşfettiği’ Filipinler İspanya’ya, Portekiz tarafından bulunan Brezilya ise Portekiz’e verildi. Bu ikisi dışında Portekiz yönünü Uzak Doğu’ya çevirirken, İspanya’nın ilgisi batıdaki Yenidünya oldu. Özellikle İspanya’nın bölgede yapıp ettikleri insanın uygulayabileceği vahşetin boyutlarını gözler önüne seriyordu: Kendilerini çiçeklerle karşılayan ve misafir olarak ağırlayan yerli halk neredeyse hiç kalmamacasına yok edildi, içlerinden seçilenlerden çoğu çıktıkları kölelik yolculuğunu tamamlayamadan hayatlarını kaybettiler ve tarih geri kalanların sonraki serüvenlerine bakarak onları şanslı ilan etti. İspanyol gezginlerden Cortez Meksika’daki Aztek, Pizarro ise Peru’daki İnka uygarlıklarını tümüyle yok etti. Bu uygarlıkların insanları köleleştirilir ve malları yağmalanırken altın ve gümüşü de Avrupa’ya akıtıldı.
Sömürüyle gelişen ticaret, 16’ncı yüzyıla gelindiğinde devletlerin varlık mücadelesi haline dönüşüp bugüne de yön veren niteliğini kazanmaya başladı: Kapitalist ekonominin ortaya çıkışı ve kent merkezli ekonomik sistemden ulus-merkezli sisteme geçiş. Bu dönüşümün temel özelliği 12’nci yüzyıldan başlayan, ama 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında hızlanan fiyat artışıydı. 16’ncı yüzyıl enflasyonunun en önemli nedeni Yenidünya’dan Avrupa’ya akan değerli madenlerdi. Maden miktarı üretilen mal veya hizmetlerin hacminden daha hızlı artmıştı ve bu da fiyatların yükselmesi demekti. Fiyat artışının bir başka sonucu ‘merkantilizm’in ortaya çıkışıydı. Merkantilizmin temel hedefi şuydu: Mamül maddelerin ihracatını artırıp, hammaddenin ihracatını azaltmak, yaşamsal olan hammaddeler dışında ithalatı yasaklamak ve böylece ticarette baskın güç olmak. Tüm bu tedbirlerle Avrupa’ya akan zenginlik gelecek yüzyılların en önemli siyasi birimi haline gelecek olan ‘ulus devlet’i doğuracaktı.
15 ve 16’ncı yüzyıllar önce Portekiz ve ardından İspanya’nın ‘başat güç’ oldukları yüzyıllardı. Denizlere egemenlikle şekillenen başat güçlük 17’nci yüzyılda Hollanda’ya 18’inci yüzyılda ise Fransa’ya geçti. 19’uncu yüzyılda İngiltere denizlere egemen hale gelecek ve bu egemenliğe karşı Almanya’nın meydan okuması 20’nci yüzyılda iki dünya savaşına neden olacaktı.
 
Ulus Devlete Geçiş
1500-1648 arasındaki dönemde Avrupa toprakları monarşik hükümetler tarafından yönetilen birçok devlet tarafından bölüşüldü. Fransa 1562-1598 yılları arasında yaşanan dini nitelikteki iç savaşlardan bütünlüğünü sağlamış olarak çıkarken Almanya, 1618-1648 yıllarında yaşanan aynı nitelikteki Otuz Yıl Savaşları’ndan parçalanmış olarak çıktı. Otuz Yıl Savaşları Fransız Devrim Savaşları öncesinin en büyük Avrupa savaşıydı ve Protestanların zaferiyle 1648 Vestfalya barışı ile bitti. Vestfalya, bugün anladığımız anlamda uluslararası sistemin bir parçası olarak kabul edilen ulus-devletin doğuşuna zemin hazırladı. Özellikle 14. Louis döneminde (1643-1715) Fransa modern devletin vazgeçilmez iki unsuru olan güçlü bir devlet ve disiplinli bir ordu anlayışını tamamen yerleştirdi. 14. Louis’nin dışarıda izlediği genişlemeci politikasına Avrupa’nın diğer ülkelerinin cevabı ‘güç dengesi’ politikası oldu. Güç dengesi politikası, ülkeleri büyük güce karşı birbirleriyle koalisyonlar yaptırmaya ve bu şekilde hareket serbestliklerini en üst düzeyde tutmaya yöneltti. Avrupa’da ‘eski rejim’ (ancient regime) olarak adlandırılan bu dönem Büyük Fransız Devrimi’ne kadar devam edecekti.
Bu dönemde de Avrupa birbiriyle savaşmaktan geri durmadı. 1686’da 14. Louis’nin Katolik ve Protestan düşmanlarının biraraya gelerek oluşturdukları Augsburg Birliği’nin meyvesi 1688’den 1697’ye kadar süren ve belirsiz bir şekilde başlayıp, yine aynı belirsizlikle son bulan savaş oldu. İspanya’da ise Kral II. Charles’ın 1700 yılında ölmesi ve ardından girilen veraset mücadelesi Avrupa’yı yine bir dizi savaşa sürükledi.
 
Globalleşmeye Açılan Kapı: Devrimler
18’nci yüzyılın sonlarından başlayarak Avrupa’yı şekillendiren, iki yönde biçim değiştirmesi oldu: Fransa’da odaklaşan siyasal devrim ve Büyük Britanya’da kök salan Sanayi Devrimi. Fransız Devrimi’nin kökeni monarşinin aşırılıklarına karşı doğan tepkiye dayanıyordu. 14. Louis’nin ve onu izleyen monarkların dizginleyemedikleri genişleme arzularının yol açtığı savaşlar Avrupa halkını canından bezdirmişti. Fransa toplayabileceği vergi kapasitesinin çok üzerinde bir askeri harcamaya girmişti ve soylusuyla, din adamıyla, halkıyla herkes durumdan şikayetçiydi. Öyle ki problemler bu grupları 1614 yılından beri toplanmayan “parlamento”yu toplamaya kadar götürdü. Dolayısıyla şaşırtıcı bir biçimde Fransız Devrimi’ne ilk hareketi soylular verdi ve 1789’da parlamento toplandı. Fransa’yı yeniden savaşa ve terör yönetimine sürükleyen bu hareketin uzun vadedeki sonuçları büyük oldu: Liberalizm ve milliyetçiliğin patlayıcı güçler olarak tüm Avrupa’ya yayılması, ulus-devlet anlayışının tam olarak yerleşmesi ve kitle savaşı kavramının doğuşu Fransız Devrimi’nin doğrudan sonuçlarıydı. İşte yeni bir Sezar olarak nitelenen Napoleon bu şartlar ortasında gücü ele geçirdi. Tüm Avrupa kıtasını siyasal bir birlik etrafında toplamaya en çok yaklaşan Napoleon, bu konuda Hitler’den de daha başarılı oldu. Fransız Devrimi’nin saldırgan ve şımarık çocuğu tüm Avrupa’da bir fırtına gibi esti ve diğer devletlerin karabasanı oldu. Napoleon’un 1815’te Waterloo’da İngiltere’ye yenilmesi onun sonunu hazırladı. Napoleon efsanesinin özü, onun her zaman olanaksızı istemesi, çoğu kez elde etmesi ve edemediği zaman da yıkılmasında yatıyordu.
Avrupa’nın yeniden kurulması, Napoleon tehdidine karşı birleşerek mücadele etmek gerektiğine inanan İngiliz Dışişleri Bakanı Castlereagh ile Avusturya Başkanı Metternich’in girişimleriyle oldu. Onların girişimiyle biraraya gelen birçok Avrupa ülkesi 1814’teki Viyana Kongresi’yle barış ve düzenin kurulması için yeniden birleştiler. Ancak bu birleşme de uzun süreli değildi. 1848 Sanayi Devrimi’nden sonra oluşan ve İtalya’da, Almanya’da, Avusturya ve Macaristan’da, Fransa’da, İngiltere’de, kısacası Avrupa’nın hemen tüm bölgelerinde görülen ayaklanmalar Avrupa’nın kaostan beslenen çatışmalara dayalı hayatını gözler önüne seriyordu. 20’nci yüzyıl Avrupa’sı ise bütün dünyayı altüst eden iki büyük dünya savaşıyla kıta içi çatışmalarından ve diğer ülkeleri tehditten vazgeçmeyeceğini gösterdi.

Paylaş Tavsiye Et