Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Ankara Havası
Ankara Havası
Pandora’nın kutusu, seçmenin sandığı
Bu ülkede bir gün bütün fertler, vatandaş tanımının dışında kalmadan kendilerini ifade edebilecek ve yadırganmayacaksa eğer, o günlere erişmede cesur savcıların büyük emeği hatırlanacaktır. Doğan Öz’den başlayıp Sacit Kayasu, Ferhat Sarıkaya, Zekeriya Öz ve son olarak HSYK tarafından görevden alınan özel yetkili Erzurum savcıları ile sürüp giden bir hukuk devleti mücadelesi var.
Hukukun içinden kişilerin hukuka sahip çıkması, bu ülkenin yüreği yanık insanlarının yüreğini serinletiyor. Sivil ve demokratik bir Türkiye için mücadele edenlere de cesaret veriyor. Şu kavgaya bakar mısınız? Kerli ferli adamlar, yüksek yüksek kurullara kurulmuşlar, şimdiye kadar yapmadıkları işler yapıyor; milyonların gözünün içine baka baka dalga geçiyorlar sanki.
1930’ların dünyasından devşirilmiş sloganları, en sıkı argüman bellemişler, tekrarlayıp duruyorlar. O kadar anakronik ve acınası hale gelmişler ki, tekrarladıkça sözlerinin daha inandırıcı olduğunu sanıyor; aslında kendilerini ikna etme çabası veriyorlar.
Vatandaşa gelince; ümmi olanında bile arifane bir damar bulunan halk, yılların tecrübesiyle, asıl düşman algısının kendisi için oluşturulduğunu anlıyor. Zira “iç tehdit” deyince, birilerinin aklına yıllarca doğrudan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları geldi. Şimdi o vatandaş, vatanı birlikte sahiplendiği bazı kişilerin efendi gibi davrandığını; kendisinden ise “efendi efendi” itaat etmesinin beklendiğini görüyor.
Sivil vesayet tartışmalarından sonra, “yasamanın yürütmeye” ya da “yasamanın yargıya müdahalesi” geyiğinden çıkarılacak ders şudur:
“Halkı cepheden gören, ama ona açıkça cepheden saldıramayan bir zümre, halkın meclisine, siyasetine, temsilcisine sözcüklerle saldırıyor.”
Hâlâ lafla peynir gemisi yürüyecekse eğer, bu saldırı tutar. Yoksa bu işin sonu sandığa gider. Allah’tan ki, Pandora’nın kutusundan büyük, seçmenin sandığı var! 

Tavsiye Et
“Mücadele kabiliyetini haiz” meslek liseliler!
YÖK ile Danıştay arasındaki sinir harbi sürüyor. Bu arada Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, bir süreden beri ülkedeki meslekî ve teknik eğitimin yok olmaya yüz tuttuğunu, bu tür eğitim veren okulların aileler ve öğrenciler açısından cazibesi kalmadığını söyleyip duruyor, ama dinleyen kim? Cumhuriyet’i savunma misyonunu bir savaş ortamındaymışçasına şiddetle yerine getirenlerin “kulak kesildikleri dünya”, Ergün’e sağır olmalarını gerektiriyor.
Oysa Cumhuriyet kurulduğundan beri, meslekî ve teknik eğitim üzerinde hassasiyetle duruldu ve Türkiye’nin kalkınma serüveninde meslek liselerine büyük bir rol biçildi. Görüş farkı olmaksızın bütün partiler ve hükümetler, programlarında meslekî ve teknik eğitime ilişkin hedefler koydular. SETA’dan Bekir Gür’ün tespitiyle, 1937 yılında Celal Bayar hükümetinin programına göre, ilkokulu bitirenlerin çoğunluğu meslek okullarına gitmelidir. Programda meslekî eğitimin amacı şöyle belirlenmiş: “İşini bilir, yaşama hevesi kırılmamış, en yüksek teşebbüs ve hayatla mücadele kabiliyetini haiz, başarıcı, dayanıklı, müsbet, sanatkâr ve ihtisas sahibi elemanlar yetiştirmek.”
Demek ki, Cumhuriyet’in ilk kurucuları ve planlı kalkınmanın mimarları, meslekî ve teknik eğitimin sosyo-ekonomik kalkınmadaki yerini çok iyi bilen kişilerdi. Bugün ise kamuoyunda, Türk sanayisinin ve üretim sektörünün gelişmesi için can damarı niteliğinde olan meslek liselerinin öneminin yeterince anlaşılmadığı görülüyor.
Oysa meslek liselerine düşük katsayı uygulayarak bu kurumları eğitimin genel ideolojik amaçları için feda etmek yerine, düz liseleri daha kaliteli hale getirecek adımlar atmak gerekmez mi?
Konfüçyüs’ün deyimiyle, “Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.” Hadi bir de bizden bir atasözüne telmihte bulunalım; yorgan kısaysa, çare, ayağı kesmek değil, yorganı uzatmaktır.
Bayar programına dönecek olursak; “işini bilir, yaşama hevesi kırılmamış…” diye devam eden ideal söylem, bugün pek trajik bir şekilde tam tersiyle icra-i faaliyette. Meslek liselerindeki gençliğin ne işini bildiği var (çünkü işi yok) ne de yaşama hevesi kaldı. Sadece “hayatla mücadele kabiliyetini haiz” kısmı biraz anlamlı duruyor.
Eh, bu gençlerle bu kadar kurum bunca mücadele ettikten sonra, biraz “mücadele kabiliyeti” kesbetmiş olsunlar, değil mi?

Tavsiye Et
Yıpratıcı sızmalar hakkında sızlanmalar
Hem kişisel hafızamda hem de siyasal geçmişimizde Şubat ayı pek parlak bir ay değil. Bu millet “göğsünde hazin ayak izleri eski şubatların” olduğu halde yaşıyor nice zamandır. Eski şubatların izleri gibi, postalın tozlarını da üzerinden silkelemesi epey süreceğe benziyor.
19 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu toplanmaya hazırlanırken geçmişin konuyla ilgili anıları da üşüşmüştü zihnime. Derken bir ses ile irkildim; daha doğrusu bir ses kaydı ile… MGK’ya girmeye hazırlanan Genelkurmay Başkanı’nın çokça zikrettiği “asimetrik psikolojik harekât” yakınmasını haklı kılacak bir girişimdi doğrusu. Tam da dosyalarla sivil siyasetçi ve bürokratların karşısına çıkıp, iç ve dış tehditlerin ulaştığı tehlikeli boyutla ilgili ikna edici deliller sunmaya hazırlanırken, ne keyif kaldı ne moral.
O nedenle olsa gerek, bu kez açıklama gecikmedi; ama gerçeğin cüssesi yanında pek bir cılız kaldı sesi. Mesela Seferberlik Tetkik Kurulu’ndakilere “O emri ben verdim” derken, neyin emri oluyor bu? Hadi meşhur “devlet sırrı” izahından ikna olup sormadık diyelim; bu emri, bu devlet sırrını devletin başkanı ve başbakanı biliyor mu acaba?
Paşa babamız, yurt dışında görevli askerlere konuşurken, kozmik odadaki görevlilerin beceriksizliklerine kızıyor, takip edildiklerini fark etmemeleri karşısında küplere biniyor. Bindiği küp zeytinyağı küpü müdür ki, “Sızma var” diyor. Ne hikmetse, “Sızma var!” diye sızlandığı konuşma da sızıyor. Demek ki maden var; eline tası, çanağı, kayıt cihazını alan küpe koşuyor. O ise hâlâ küpe binmeye devam ediyor.
“İyi ki, bu orduyla savaşa girmemişiz” diyen Bülent Arınç’a hak vermemek mümkün mü?
“Sızma var”, “TSK yıpratılıyor”, “Asimetrik psikolojik harp” filan diye bağırıp çağırmak yerine, şöylesi daha şık olmaz mı?
Bir; sızdırılacak veya suçüstü yakalanılacak işlere tövbe edip, daha hukuki delikanlıca işler yapmak…
İki; “TSK yıpratılıyor” diye bağıran malum koroya assolistlik yapmaktansa, TSK’yı yıpratan emekli-muvazzaf mensuplarla araya mesafe, hatta posta koymak…
Üç; asimetrik psikolojik harp söylentisine gelince… Asimetrinin çözümü simetriyi kurmak; psikoloji için kliniğe gidilebilir; harp varsa, içeride milletle işiniz ne?
Ne diyor hızlı ama hafif sıklet açıklama: “Ses kaydının Genelkurmay Başkanı’nın yurt dışındaki askerî personele yaptığı bir konuşmadan yararlanılarak düzenlendiği anlaşılmıştır.”
Kısaca “Montaj bunlar!” demeye getiriyor. Oysa ilgili teknolojinin henüz yaygınlaşmaya başladığı 1990’lı yıllardan alışığız bu savunmaya. Eski şubatları düşünüp hâlâ yutkunuyoruz, ama yutmuyoruz.

Tavsiye Et
HAKİKİ SIZMA
Sızma var sızma diye sızlanırken
Küplere binmiş de kızıp kalmışım.
Asimetri, psikoloji derken,
Bilmediğim sözler yazıp kalmışım.
 
Otuzlarda olsak işimiz işti
Tankın, postalın sesi gözden düştü
Hak, hukuk, demokrasi pek gelişti
Yerinde say derken zıp zıp kalmışım
 
Mayıs, mart, eylül ve tatsız şubatlar
Bu ses benim değil montaj bu bantlar
Teknik geldi, mertlik gitti a dostlar
Konuştukça faka basıp kalmışım.
 
Kıt’a dur diyorum şiir durmuyor
Yıpranıp kıpranıyorum olmuyor
Sivil şişedeki gibi durmuyor
Birazcık bulaştım sızıp kalmışım.
 
Ordulu Âşık Askerî

Tavsiye Et