Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2010) > Dosya > Devlet baba ve dağdakilerin öyküsü
Dosya
Devlet baba ve dağdakilerin öyküsü
Medaim Yanık
BU öykü devletle başlar. İnsanlar devleti tanımlama konusunda uzlaşamazlarmış. Bazıları devlet için “Başı var, sonu yok; gözleri şaşı, kulakları sağır” derken, bazıları onu kocaman dişlileri olan bir makineye benzetirlermiş. “Mekanikliğinden dolayı merhameti yoktur” diyenler de olurmuş. Bir kısmı da “Topraklarını koruyan çok başlı canavar” olduğunu söylermiş onun. Devletin “kutsal” olduğunu düşünenler de varmış; bunlar onun varlığının devamına adarlarmış kendilerini ve “Devlet anadır, en çok da babadır” derlermiş.
Devleti tanımlamada ayrılığa düşen insanlar bir noktada uzlaşırlarmış: O hem sever hem de döver. Gerçekten de devlet, kimleri sevip kimleri döveceğine zamanın şartlarına göre karar verirmiş. Devlet, o kadar bencil ve kendi varlığına düşkünmüş ki, birilerini kendine âşık edip etrafında pervane eyler, sonra da terk edermiş. O kadar alımlıymış ki, her zaman yeni âşıkları türermiş. Her zaman onun için ölmeye ve öldürmeye hazır birileri çıkarmış. Hatta bazıları onun esas sevgilisi olduğunu söyler, havalı yürürlermiş. Ama sevgili devlet bir gün onları da döver ve özür dilemezmiş.
Devlete sahip olmanın büyüsüne kapılmış kişiler, birilerini “devlet düşmanı” ilan eder, onları aşağılar, öldürür, evlerini yakarmış. Onlara göre, devlet ananın sözünden çıkan, devlet babanın tokadını yemeyi hak edermiş. Bu tokat, zaman değişince bazen kurşuna bazen cezaevine bazen de köyleri yıkıp geçen bir fırtınaya dönermiş.
İşte buradan sonra başka bir öykü başlar. Bu yeni öykünün kahramanları, devlet ananın çocuklarından saymadığı, devlet babanın tokat attığı, acı çeken, aşağılanan kişilerin çocuklarıymış. Bu çocuklar acıları biriktirmiş, öyküleri toplamış, grup öyküsü şeklinde kitaplaştırmış ve “Kitabın orta yerinden konuşacağız” iddiasıyla silahları da ellerine alıp dağlara çıkmışlar. Dağlara çıkmadan önce de başka diyarların devlet analarına âşık olmuş, başka diyarların devlet babalarına “Baba” demişler. Bizim devlet de “Bu çocuklar bizimkilerdir, gençliktir olur böyle” yerine, “Tutarsam fena halde döver, süründürürüm” demiş. Dediğini de yapmış. Artık düşmanlık doruğa çıkmış. Dağa çıkan çocuklar intikam yeminleri etmiş, silah sıkmış, baskın yapmış, öldürmüş, katletmiş, başkalarının anasını ağlatmış. Adalet için yola çıkmış, fakat kinle dolmuşlar. Kendilerini öylesine haklı hissetmişler ki, ölmeye de öldürmeye de hazır halde durmuşlar. Öldürmüşler, öldürmüşler, yine öldürmüşler. Herkes onlardan korkar hale gelmiş. Hak ararken kendileri zalim olmuşlar. Dağlarda yollarını kaybetmişler. Çünkü şiddet gözlerini kör etmiş. O kadar kurşun sıkmışlar ki kulakları da duymaz olmuş. Zihinleri bulanmış, anlayamaz olmuşlar. Devlet ana ile aralarında aşk ve nefret ilişkisi oluşmuş. Artık onlar da devletin makinesi haline dönüşmüş. Devlet ana ile beraber dişlilerini birbirine geçirmişler ve durmaksızın dönen çarkları hareket ettirmişler. Bu makine ancak insan kanından yağlanır hale gelmiş. Öyle hikayeler anlatılmış ki dinlemeye can dayanmamış. Masum cancağızlar dişlilerin arasında ezilip toprağa dökülmüşler.
Memleketin dört bir yanından toprağa dökülen cancağızlar, her tarafı kana bulamışlar. Rüzgarlar kan kokusunu her tarafa yaymış. Kan kokusu her ocağa girmiş, tüm memleketi feryâd u figan almış. Hem doğudan hem batıdan anneler “Akan kana kan isteriz” diye sokağa dökülmüşler. “İstemeyiz” diyenlerin sesi duyulmamış. Gözleri kan kırmızısı bürümüş.
Dağdakiler o kadar uzun süre kalmışlar ki dağlarda, meslekleri savaş olmuş. Bazen “barış” demişlerse de kimse inanmamış. Çünkü rüzgar seslerini değil, döktükleri kanın kokusunu getirmiş. Bazıları onların savaşmaktan başka bir şey yapamaz hale geldiğini, artık silah tutan ellerin ekmek yapamayacağını, müşteriye kebap getiremeyeceğini söylemeye başlamış. Dağdakiler “İlle de örgüt” demeye alışmış. Bazıları şu öyküyü anlatmaya başlamış: “Köylünün biri eşeğine odun yüklemiş, şehre satmak için gidiyormuş. Yolda yorgun bir şehirliye rastlamış. Adam ‘Odunların edeceği fiyatın üç katı para vereyim, odunları bırak, eşeğe ben bineyim’ demiş. Köylü önce kabul etmiş. Sonra durmuş, ‘Ya odunlarım ne olacak?’ demiş. Adam köylüyü ikna edememiş. Köylü ‘İlle de odunlarım’ deyip durmuş.”
Kan revan içinde kalan memlekette “Bu kardeş kanı dursun artık” diyenler olmuş; ama onların da başı vurulmuş. Herkes susmasa da ancak kendi aralarında konuşabilir hale gelmişler. Gel zaman git zaman konuşmalar mırıltıya dönüşmüş. Hem devlet baba hem dağdakiler bu mırıltıları duymuş. Duymuşlar duymasına ama kan gözlerini bir kere kör etmiş. “En iyi bildiğimiz iş, bu iş” demişler ve öldürmeye devam etmişler. Memleketin ileri gelenleri düşünüp taşınmışlar. Her kafadan bir ses çıkmış. Kimileri devlet babaya kimileri dağdakilere alkış tutmuş. Bazıları devlet anaya yalvarmaya gitmiş. Aramışlar taramışlar, devlet anayı da devlet babayı da bulamamışlar. Çünkü herkes “Devlet benim” demiş, bir diğerine de “O değil” diye itiraz etmiş. Sonunda uzaktan seslenmeye, bazen de mektup yazmaya yeltenmişler. “Büyüklük sende kalsın” demişler. “Gel bizi dinle, sen en güzelsin, yalnız bu memleketin değil bölgenin en güzelisin, çözersen sen çözersin” demişler. Bazıları dağdakilere gidip yalvarmış. Dağdakiler “İlle de odunum” demeyi sürdürmüş. Üstelik dağdan inmemiş, silahları bırakmamış, “Şehirde de temsilcilik açarız” demişler.
Bir gün bu memlekete at üzerinde biri gelmiş. “Devlet benim, bu işi çözmeye talibim” demiş. Başkaları “Sen devlet değilsin, çöz bakalım çözebilirsen” karşılığını vermişler. At izi it izine karışmış, düğümler üst üste atılmış. “Zor iş bu iş” demişler. “Senden önce bu işe talip olanlar, attan düştü, sen de düşersin” diyerek korkutmuşlar. Üstelik memleketin hem doğusunda hem batısında ahalinin bir kısmı da kanlı hikayelere alışmış, “Bu hikaye burada bitemez” demişler.
Bu öyküyü anlatanlar, öykü anlatmada usta olmuş olmasına ama hikaye bitmemiş. Üstelik “Öykücülük iyi bir sanat bu memlekette, bu öykünün devamını da anlatacağız, hele biraz bekleyin” demişler. Öykü dinlemeye meraklı olanlar sormuş: “Kaç yıl daha bekleyeceğiz?” “Kırk yıl” cevabını vermişler…

Paylaş Tavsiye Et