Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2009) > Toplum > Kadı-zade’nin izinde Semerkant izlenimleri
Toplum
Kadı-zade’nin izinde Semerkant izlenimleri
İhsan Fazlıoğlu
9-11 HAZİRAN tarihleri arasında, Özbekistan’ın Semerkant kentinde, UNESCO tarafından 2009 yılının “astronomi yılı” ilân edilmesi ve Uluğ Bey’in ölümünün 615. yılı münasebetiyle, Semerkant matematik-astronomi okulunu ele alan uluslararası bir toplantı düzenledi. Toplantıya katılmayı fırsat bilip, Taşkent’te bulunan Bîrûnî Şarkiyat Araştırma Enstitüsü’ndeki yazma eser kütüphanesinde çalışmak üzere 3 Haziran’da Taşkent’e ulaştım. Bu kısa sürede hem akşamları hem de hafta sonu rehberimle birlikte Taşkent’te dolaştım. Şehrin mimarî değerlendirmesini uzmanlarına bırakmak kaydıyla, en azından dolaştığım yerler itibarıyla, şehrin oldukça insanî bir havasının olduğu söylenebilir. Yolların genişliği, temizliği ve yeşil alanların çokluğunun yanısıra temiz hava, hep birlikte, şehri yaşanabilir kılıyor. Depremler şehrin tarihî dokusunu tamamen tahrip ettiği için, büyük oranda yeni mimarînin hâkim olduğu, ama kadim mimarî unsurların da yer yer kullanıldığı bir silüet ortaya çıkmış.
Taşkent, bir başkent olarak, Sovyet sonrası bağımsızlığına kavuşan Özbekistan Devleti’nin zihniyetini ve amacını cisimleştiren bir özellik taşıyor. Geç kalmış ulus-devlet modelinin tüm unsurlarının kullanıldığı bu zihniyetin, görebildiğim kadarıyla, siyasî, edebî ve ilmî olmak üzere üçayağı söz konusu. Her bir ayak, tarihî bir derinlik kazandırılarak inşa edilmeye çalışılmış ve her biri için üç tarihî kişilik simge olarak seçilmiş. Siyasî simge Emir Timur, Özbek kimliğinin tarihî arka planına ve dolayısıyla iddialarına da işaret ediyor: Çağatay ulusu ve onun bir tür devamı olan, Timurîler ile Şeybanîlerin mirası... Pek çok yerde karşılaştığım Timur dönemi tarihî haritalarının hedeflenen Özbek kimliğine tarihî derinliğin yanında emperyal bir renk vermesi, retorik düzeyde bile olsa, kanımca, kaçınılmaz.
Edebî simge ise Türkiye’de de Türk dili tarihi için dönüm noktalarından biri kabul edilen, Mir Alisher Navoiy... Taşkent’in en önemli caddesi onun adını taşıyor ve Timur gibi heykelleri var. Ali Şir Nevaî’nin Özbek tarihi için yeri ve önemini bir akademisyen şöyle dillendirdi: “Ondan önce buralarda Farsî konuşulurdu; onunla birlikte, Türkî dil (Çağatayca) başladı.” Yeri gelmişken şu konuya temas etmekte fayda var: Türkî sözcüğü, bir terim olarak, yalnızca Özbekler için değil, hemen hemen tüm Orta Asya devletleri için önemli. Örnek olarak, en azından, resmî ve entelektüel çevreler, kendilerine Türk denilmesinden hoşlanmıyorlar; “Türkî’yiz ancak Türk değiliz” diyorlar. Türk sözcüğü bir terim olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kabul ediliyor. Bir akademisyen, bu konudaki düşüncelerini daha açık kılmak için şu örneği verdi: “İngilizler, Germen kökenlidirler ama Alman değillerdir.” Başka bir akademisyen ise düşüncelerini berraklaştırmak için İngilizceden örnek getirdi: “Turkish ile Turcic, ayrı ayrı referanslara sahiptir; birincisinde Türkler ve Türkçe konuşanlar anlaşılır; ikincisi ise Türkçeyle aynı dil sözdizimine sahip bir dili konuşan öteki tüm uluslar.” Bu açıklamalar, 90’ların başında, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde konuşma yapan bir Azerî akademisyenin dediklerini anımsattı bana: “Türkiye, Türk sözcüğüne yalnız başına sahip çıktığı için, öteki Türkî devletler, kendilerine Türk demekte zorlanıyor.” Nitekim toplantıda bir bildiri sunan Azerî bir akademisyen, hem Nasireddin Tusî’yi (Merağa-Azerbaycan) hem de Uluğ Bey’i (Semerkant-Özbekistan) Türk değil, “Türkî evlâtlarımız” diye nitelendirmeyi tercih etti.
Özbekler, ilmî simge olarak ise tahmin edileceği üzere, Mirza Uluğ Bey’i seçmişler. Hem Taşkent’te hem de Semerkant’ta pek çok heykeli bulunan Uluğ Bey, yalnızca mahallî bir değer değil, Dünya (aslında Avrupa) bilimine katkıda bulunan bir ad onlar için. Ancak toplantı sırasında gözlemlediğim üzere, Uluğ Bey ve Semerkant Okulu deyince (Özbekler, Uluğ Bey Okulu demeyi daha çok tercih ediyorlar) daha çok uygulamalı astronomiyi ve Semerkant Rasathanesi’nin ürettiği Zic-i Uluğ Bey’i anlıyorlar. Bunun da nedeni açık: Geç bir tarihte de olsa Avrupa dillerine çevrilen ve kullanılan bir eser olması. Velhasıl Özbekler için de Avrupa bilimine etki etmek psikolojik bir rehabilitasyon aracı. Semerkant matematik-astronomi okulunun bir bütün olarak yapısı, örgütlenmesi ve ürettikleri konusunda bildikleri son derece basit. Kelam, dil felsefesi gibi sahaları geçiniz, okulun teorik astronomi eserleri, matematik ve geometri gibi alanlarındaki çalışmaları bile fazlaca dikkate alınmıyor. Çünkü temel ilke büyük oranda Batı’ya çevrilmiş ve etki etmiş olmak; bu durumu en iyi Okul mensubu bilim adamlarının adları konusunda görüyorsunuz: Zic’in üretilmesinde ya da yorumlanmasında katkısı olan adlar. Halbuki Cemşid Kâşî, babasına yazdığı mektuplarda, yalnızca Medrese’de görev alan yüz matematikçi-astronomdan bahseder. Bir insanın, bir kültürün kendisini başkasına etkisi oranında tanımlaması, ben-idrakini buna göre belirlemesi hepimizin ortak hastalığı... Bunun başlıca bir başka nedeni de, Özbek bilginlerin büyük oranda, İngilizce yazılan metinleri takip etmemesi, edememesi. Günlük ilişkilerde kullanılan Özbekçenin ilmî sohbetlerde yerini Rusçaya bırakması bir tesadüf değil. Öyle ki, toplantıda ileri gelen Özbek akademisyenlerin bildirilerini Rusça sunması ayrı bir değerlendirme isteyen acı bir hakikat.
Dikkat edilirse, ulus-devlet kimliğinin inşasında seçilen üç ad da Timurîler döneminin mensubu. Bilindiği üzere, Orta Asya, Timurîlerden sonra, birlikli merkezî bir devlete sahip olmadı. Bunun elbette pek çok nedeni olmalıdır. Ancak Taşkent’te doktora çalışmalarını yürüten bir Türk öğrencisinin bu konuyla ilgili tespiti ilginçti: “Kurulamadı; çünkü tarikatlar her zaman siyasî iradeden daha fazla toprağa sahiplerdi; siyasî irade de hiçbir zaman güçlü olamadığından parçaları birleştiremedi.” Acaba, Fatih Sultan Mehmed’in, Fetih’ten sonra, büyük toprak vakıflarına el koyması böyle bir öngörüden mi kaynaklanıyordu?
Semerkant, her şeyiyle muhteşem tarihî bir şehir: Camiler, medreseler, türbeler ve çok az bir bölümü yeniden üretilen Rasadhane... Timur’un cümlesi pek çok tarihî eserin yanına konulan mermerlere işlenmiş: “Gücümüzden şüphe duyan, eserlerimizin ihtişamına baksın.” Bu nedenle Timurî mimarîsinin dışa yönelik bir görkem vurgusu var: Zâhir ve ebedîlik arzusu. Turkuvaz mavisinin muhteşem kullanımı merkezî bir olgu; bu nedenle ilk dönem Anadolu Selçuklu mimarîsiyle akrabalık taşıyor. Anadolu’da Turkuvaz mavisinin yerini yavaş yavaş yeşilin almasının herhalde sanat tarihi açısından bir açıklaması vardır. Klasik Özbek müziği saray merkezli olduğundan kadın (cariye) simgesini sürdürüyor. Bizim musikîmizin farklılığı -herhalde- sarayın yanında tekkenin (Mevlevîliğin) de bulunmasından kaynaklanıyor.
Semerkant gezisinde, muhtemelen Kadı-zade’nin ders verdiği ana medresede bildiri sunma heyecanının yanısıra, üzüldüğüm en önemli şey, şimdiye değin Kadı-zade’nin diye bilinen büyük türbenin, bir hanıma, büyük bir olasılıkla, Uluğ Bey’in sütannesine ait olduğunun tespit edildiğini öğrenmekti. Yine de, büyük türbenin fotoğraflarına bakınca, Kadı-zade’nin mütebessim yüzünü görmeye devam ediyorum.

Paylaş Tavsiye Et