Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2007) > Gündem > Irak Çalışma Grubu: İşgali pazarlama stratejisi
Gündem
Irak Çalışma Grubu: İşgali pazarlama stratejisi
Nuh Yılmaz

IRAK’IN işgali ABD, Türkiye ve Irak’ın kaderlerini ayrılmaz bir şekilde birbirine bağladı. Asimetrik olan bu ilişkiler ağında, her ne kadar en belirleyici aktör ABD olsa da, onun kaderi de diğer ülkelerin elinde. O yüzden ABD planları hep karşısındaki direniş hattıyla birlikte düşünülmeli.
ABD dış siyasetine dair yorumlarda göz ardı edilen bir diğer nokta ise iç siyasetin önemi. Gerek halk gerekse yönetici elitler düzeyinde dış siyaset çoğu zaman iç siyasete etki ettiği ölçüde önemsenir. Bu sebeple Irak sorununu anlamak için ABD iç siyasetine bakmak gerekir.
Son iki aydır tekrarlanagelen klişe şuydu: Kasım 2006 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin kaybetmesi ABD’nin Irak’ı işgaliyle bağlantılı. Elbette yenilgi Irak’la bağlantılı; ama bu, işgalin meşruiyetinin sorgulanması yönünde değil, tam tersine işgalin ABD halkına getirdiği can kaybı ve ekonomik yük üzerinden tartışıldı. Yani Amerikan halkı için mesele Irak’ın işgali değil, işgalin başarısızlığıdır; ahlaki ya da siyasi olmaktan öte teknik bir sorundur. Savaşın yönetimindeki aksaklıklardan dolayı, teknik sorunların kârlılık marjlarını zorlaması yüzünden devletin iflas eden bir şirket görünümüne ulaşması nedeniyle savunulamazdır işgal.
Seçimden sonra ABD’de Irak’ın işgaliyle ilgili olarak gözler Irak Çalışma Grubu (IÇG)’na çevrildi. IÇG ile ABD’nin son zamanlarda gerçekleştirdiği en önemli medya pazarlama stratejilerinden birine şahit olundu. IÇG’nin hazırladığı Irak  Raporu ile ABD’nin yerleşik sanayi sermayesi ve geleneksel beyaz elitleri, kısa vadede kâra devşirilemeyen işgalin, sürdürülebilir bir siyasetle kâr üretmesini projelendirip, bunu Bush’a dayattı. Bu süreçte Reagan dönemi bürokratlarının Oğul Bush’un kadrosunda, Reagan sonrası tadilata giden Baba Bush yönetiminin aktörlerinin IÇG’nin arkasında olması rastlantı değildi.
Bush yönetimi ise oyalama taktiği ile işe başladı, ardından neo-conlar ve şahin Cumhuriyetçilerin de katkısıyla kendi planını hazırladı. Aslında kopan kavga Bush’un raporunun içeriği konusunda değildi. Zira bu son planın ayrıntıları zaten aylardır tartışılıyordu. Üstelik Bush’un planı kendi çapında işsizlikten belediye hizmetlerine kadar Irak’ta basit bir işgalci olarak değil, sömürgeci olarak kalacağının da işaretlerini vermiş ve sadece askerî değil ekonomik ve sosyal politikaları da gündemine almışken neye karşı çıkılabilirdi?
Aslında meselenin nirengi noktası Bush’un dayandığı siyasi geleneğin piyasayı değil siyaseti öncelemesi. Bu siyasi taraf olma meselesi Amerika’nın geleneksel muhafazakârlarını ve liberallerini çıldırtıyor. Kapitalizmin temel mantığı olan kârı öne çıkaran, dünyanın bir ucunda güvenli sınırlara sahip bir ülkede, izolasyonist bir liberalizmle iç içe geçmiş bir plütokrasinin kendisini inandırdığı demokrasi kültü, Bush’un piyasanın sadece “görünmez elle” değil bazen de demir yumrukla yönetildiğini hatırlatması karşısında kirleniyor. Zira ikinci kuşak mafya babaları gibi edindikleri serveti temizlemeye çalışan ve servetlerinin barışçıl bir liberalizmin eseri olduğuna kendilerini ancak inandıran bu kesimler, Bush’un savaşlarıyla kendi servetlerini garantiye almasını hazmedemiyorlar. Bu noktada geleneksel elitler ile Bush yönetimi arasında politik değil kozmetik bir fark olduğu gerçeği görülür hale geliyor. Elbette bir diğer önemli fark da, Bush’un siyasi gündeminde, geleneksel elitlerin hilafına Ortadoğu’ya demokrasi götürmek gibi çağımızın bir “ilahi çağrısı”nın da payı olması. Zira IÇG’nin arkasındaki Baba Bushçu kadronun ilk Körfez Savaşı’nda Saddam diktatörlüğünü devirmeyi reddeden kadro olması rastlantı değil.
Geleneksel elitler için ‘ev’ ile sömürge arasında siyasetin ontolojisine dair bir fikir ayrılığı var. Evde demokrasi kaçınılmaz. Özgürlükler kısıtlanmamalı. Oysa dışarıda önemli olan işlerin yürümesi, para akışının sağlanması. O yüzden Irak’ta da, genel olarak Genişletilmiş Ortadoğu’da da diktatörlüğe razı bu geleneksel elitler. IÇG aslında tam da bunu öneriyordu: Bırakın ne halleri varsa görsünler, aslolan istikrardır. Oysa Bush yönetimi ilahi bir misyonla bölgeye demokrasi götürmeye çalışıyor.
Hep iddia edildiği gibi dünya enerji piyasalarının sadece parayla dönmediği aşikar. Dünyadaki en pahalı ürün hâlâ askerî güç. Bush da siyasi ve ekonomik rakiplerine karşı enerji piyasalarının kontrolünü gayet rasyonel bir hesapla Irak üzerinde sağlamaya çalışıyor. Ancak hem petrol fiyatlarını kontrol etmenin hem de enerjiyi silah olarak kullanmanın daha yumuşak ve nazik bir yolu olmadığının da bilincinde Bush yönetimi.
Bütün bunlara karşı siyasetin de kendi oyunu var. Hesaplara uymayan bir şekilde işgalden İran’ın süper güç olarak çıkması ve Türkiye’nin ABD’ye önceki 20 yıla nazaran mesafesinin artması başka planları da gündeme getiriyor.
İran ve Suriye’nin yolu biraz belli aslında. Her iki ülke de farklı özneler üzerinde etkin olmaya, ABD’ye işgali pahalıya getirmeye, kârlılığı yok etmeye ve kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar.
Türkiye ise Irak’ta ne yapacağını şaşırmış durumda. Başka bir ulus-devletin işine karışma meşruiyeti sağlayan ‘soydaş’ dilinin üretmeye çalıştığı etnik siyaset geri tepti. Hem ‘Türkmenler’ adlı etkin bir siyasi öznenin olmaması, yani mezhebî bağlılığın etnik bağlılığa galebe çalması, hem de Talabani-Barzani ikilisinin Türkiye içini kastederek ‘soydaşlık’ dilini rahatlıkla kullanması bu siyaseti iflas ettirdi. Türkiye şimdi Irak’ta kendi yolunu arıyor.
Bir de ‘Sünni’ Arap ülkeleri var. Mezhebî kimliklerini, Irak’ta ABD karşıtı-İran yanlısı Şiilerin güç kazanmasıyla hatırlayan bu ülkeler de, Irak’ta ABD’nin itelemesiyle etkin olmaya çalışıyor. Şii hattına karşı “Sünni hilali” projesi, ABD-İsrail ekseni tarafından, zorba ve işbirlikçi Arap diktatörlüklerini kendi halkları gözünde meşrulaştırmak amacıyla öne çıkarılıyor. İran’a karşı siyasi düşmanlık teolojik bir dille kurularak tüm bölgeyi içine alacak bir çatışmanın tohumları atılmaya çalışılıyor. Bu yüzden zikredilen yönetimler mezhebî çatışma dili üzerinden İran’a karşı İsrail’le nükleer anlaşma yapmaktan çekinmiyor.
Tam da bu sorunlardan dolayı Türkiye’ye düşen, İran’la ortaya çıkması muhtemel nüfuz mücadelesini mezhebî, etnik ve teolojik bir söylem üzerinden değil de, somut siyasi ve ekonomik tahliller üzerinden yürütmek. Aksi halde Türkiye de bölgeyi yüzyıllarca uğraştırabilecek çatışmaların vebaline ortak olur. Bu noktada Türkiye’nin hâlâ ‘Sünni’ trenine binmemesi umut verici bir gelişme. Elbette bu kazaî değil de bilinçli bir tavır ise.
Sonuç olarak Irak meselesi ABD’de ekonomiye ve iç siyasete etki ettiği sürece bir eleştiri konusudur. Geleneksel elitler işgalin bitip, istikrarın gelmesiyle kâr peşindeyken, Bush yönetimi askerî başarıyı ve demokrasi havariliğini, yani siyaseti önemsiyor. Bush yönetimi askerî zaferi önceledikçe, bölgede ABD karşıtı rejimleri dengelemek için “Sünni hilali” oluşuyor. Türkiye’ye düşense Irak’taki sorunu etnik ya da mezhebî dille tanımlamamak ve buradaki öncelikli sorunun işgal olduğunu unutturmamak.


Paylaş Tavsiye Et