Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2007) > Dosya > 12 Mart’ı anlamak
Dosya
12 Mart’ı anlamak
Mahir Kaynak

TÜRKİYE, 1960’ta başlayan darbeler serisinde tedavinin hastalıktan daha fazla acı verdiği, daha çok konuşulduğu bir süreci yaşadı. Bugün bu darbelerin niçin yapıldığını, hangi büyük sorunun doğal bir sonucu olduğunu söyleyemiyoruz; ama etkilerini yaşamaya devam ediyoruz. 1960 darbesi TBMM’nin Anayasa’yı ihlal ettiği gerekçesine dayandırıldı. Daha sonra Meclis’in yetkisini sınırlayan, kurumların yetkisinin ve gücünün artırıldığı bir anayasa yapıldı. “Gereğinden fazla yetkisi olan Meclis” bununla bile yetinmemiş, sınırları zorlamıştı.
12 Mart Muhtırası’nın muhatabı hükümet olmasına rağmen hasmı farklıydı ve sol bir darbenin engellenmesine yönelik bir hareket olduğu söyleniyordu. Öyleyse ilk olarak darbenin gerekçesi olan sol cunta analiz edilmeli.
Genel kabul gören ve tüm analizlerin dayandığı model, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan kampların, yani Doğu ve Batı bloklarının rekabetten öte husumet içinde bulundukları ve birbiri aleyhine genişlemek ve karşıtını tasfiye etmek amacıyla hareket ettikleri biçimindeydi. Benim modelim ise bundan tamamen farklıydı; bunun bir husumet modeli değil, tarafların her birinin diğerinin varlık nedeni olduğu bir denge modeli olduğunu ve böylece tarafların kendi paylarına düşen bölgeleri kontrol edebildiklerini düşünüyordum. ABD ve SSCB bir tahterevallinin iki ucundaydı ve oyunu ancak birlikte oynayabilirlerdi.
Ancak kurulan denge modelinin karşıtları yavaşça uç vermeye başlıyordu. İngiltere savaşın galipleri arasında olmasına rağmen üzerinde güneş batmayan imparatorluk bir adaya sıkışmış, Fransa ABD hegemonyasına razı olmayacağını ifade etmeye başlamış, arkalarına gelişen ve ekonomik bir güç olmaya başlayan Almanya’yı takarak bu hegemonyadan kurtulmanın yollarını aramaya başlamışlardı.
Bu hegemonyanın en güçlü dayanağı enerji kaynaklarının kontrolüydü. Avrupa, Ortadoğu’da ABD aleyhtarı hareketleri desteklemeye başladı ve solu bu amaçla kullandı. Bölgede gelişen sol hareketlerde ABD aleyhtarlığı apaçık olmasına rağmen SSCB yandaşlığı ancak yakıştırmadan ibaretti. Zira SSCB böyle bir tavrın ABD’nin de SSCB içinde karşı saldırıya geçmesine neden olacağını biliyordu.
Kurulan dengenin ABD içinde de karşıtları oluşmaya ve Demokrat Parti Avrupa’yı ortak, SSCB’yi hasım olarak alan bir politika izlemeye başlamıştı. Ancak nükleer denge SSCB’nin kolayca devre dışına çıkarılamayacağını gösteriyordu. 1960’ların ortasında bu politikanın öncülerinden biri olan Kennedy’nin ABD tarafından tasfiyesiyle nükleer bir savaş önlenebilmiş ve denge restore edilmişti.
Başından beri hem bölgemizdeki hem de ülkemizdeki siyasal gelişmeleri bu model içinde analiz ettim ve değerlendirdim. Buna göre ne ABD ne de SSCB karşı tarafın nüfuz alanlarına müdahale ediyordu. Mücadele yeni bir aktörün yani Avrupa’nın kendine bir yer açma çabasıydı. Ancak bu yeni modeli destekleyen bir kanadın ABD içinde de bulunması, gelişmelere ABD-SSCB çatışması niteliği veriyordu.
Türkiye’de 1960 darbesinden sonra yeni Anayasa’nın solun önünü açması ve bunun tabanın değil yönetici zümrenin talebini yansıtması geleceğe yönelik gelişmelerin yollarını döşüyordu. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ülke içinde güçlü bir örgütlenmesi ve etki alanı olmamasına rağmen Türkiye’nin tüm kontrolünü ele geçirmişti. Türkiye, ordusundan ekonomisine, kültürel hayatından zevklerine kadar ABD etkisine girmeye başlamıştı. Türkiye’de var olmaya alışmış olan İngiltere, Almanya ve Fransa giderek tüm etkinliğini kaybediyordu ve yeni bir aktör olan ABD bu önemli ülkede en etkili güç konumuna geliyordu.
Ülkemizdeki sol harekette de bir çarpıklık vardı. 1960’tan sonra, nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan köylünün hayat şartlarında ve gelirlerinde önemli bir düzelme olmuştu ve bu kesim hayatından memnundu. 1970’ler ise işçilerin en yüksek hayat standartlarına tanıklık ediyordu. Bu politikaların doğruluğu tartışılabilir; ama SSCB’den sonra en devletçi ülke ilan edilen ve hızlı gelişmenin tüm nimetlerinin, bürokrasiye ya da burjuvaziye değil, işçi ve köylüye aktarıldığı bir dönemde solun gelişmesini beklemek doğru olmazdı. Aslında Türkiye’deki sol, klasik anlamda, işçi ve köylülerin burjuvazi ve bürokrasiye karşı oluşundan değil, tam tersi bir mecradan akıyordu. Tüm sol hareketler bürokrasi kökenli ve burjuvazi destekli idiler. Buna rağmen solun bir sınıf hareketi olduğu söylenemezdi; ancak uluslararası bir mücadelenin ülkemizdeki yansımasından söz edilebilirdi.
Demokrat Parti Türkiye’deki ABD yandaşı politikanın temsilcisi sayılmış ve 1960’ta bertaraf edilmişti. Ancak yerine aynı çizgiyi sürdüren Adalet Partisi’nin gelişi, Avrupa ile birlikte yeni bir dünya kurmak ve burada yerini almak isteyenleri hayal kırıklığına uğratmış ve yeni arayışlara itmişti.
Yapılması gereken sağ-sol gibi kavramlar üzerinden bir kavgaya girişmek değil, bu politikaları tartışmak ve ülkeye bir yön çizmek olmalıyken; biz ideolojiyi ön plana çıkardık ve buna biraz da Atatürkçülük katarak ne olduğunu anlamadığımız yerlere geldik. Darbeciler her zaman iyi niyetliydiler ama tartışmaların yüzeyselliğinden kendilerini kurtaramadılar ve hiçbir zaman siyasi bir model kurmadılar. ABD ile ittifaktan şikayet etmeleri doğaldı ama yerine hangi modeli koyacakları belli olmadı. Ülkemizin ittifaklar dışı bir konumda olması ne kendi gücü ne de dünya şartları açısından mümkündü ve aslında Avrupa gücüyle ittifak yapacağımız belliydi ama bunu ne düşündüler ne de ifade ettiler.
12 Mart öncesi hazırlanan darbe senaryosu, görünüşte sol olmasına rağmen, işçinin sadece en müreffeh kesimi ile bürokrasinin ve burjuvazinin bir kesiminin desteğini almıştı. Geçmişte sol darbeyi destekleyen ve militan düzeyinde olanların bugün burjuvazi ve medyanın ön saflarında yer alması bir değişimin değil, eski bir yol arkadaşlığının sonucudur.
Bu darbe ülkemizde rejime yönelik en önemli hazırlığı temsil ediyordu ve sol görünümlü, ABD karşıtı ama Avrupa ile yakın ilişki içinde olunacak bir gelecek tasavvuruna dayanıyordu. Bu gibi dönüm noktalarının halk ve aydınlar tarafından tartışılmaması ve birtakım ideoloji ve sloganlar tarafından yönlendirilmesi ülkemizin en önemli eksikliğidir. Benzer durumlarla sürekli karşılaşıyoruz ama bu yoldan da asla vazgeçmiyoruz. Mesela günümüzde iktidar küresel ekonominin bir parçası olacağını ilan ediyor ve bunu savunuyor; ama ne halk hatta ne de kendileri böyle bir yol izleyeceğini biliyordu.
12 Mart’ta görünüşte sol bir darbe önleniyordu ve bunun bir SSCB projesi olduğu ima ediliyordu. Gerçekte Avrupa’nın hazırladığı bir dönüşüm ABD tarafından engellenmişti. Burada her iki tarafta yer alanlar, eğer yaptıkları şeyin bilincinde ise ve ülkemizin konumunu, dünyadaki şartları iyi hesaplamışlarsa söylenecek bir şey yok. Ama dünyayı bir nükleer çatışmanın eşiğinden çeviren, ABD’nin bir başkanını, Kennedy’yi, kendi eliyle kurban etmeyi göze aldığı bir sürecin içine çekildiğimizin hesaplanması gerekirdi.
Ülkemizde yaşanan problemlerin çoğu dünya ile ilişkilidir ve bunlar tüm dengeleri etkiler. Bu nedenle sorumsuz ve hesapsız davranamayız. Geçmişin muhasebesini doğru biçimde yapmak, bugün çok daha karmaşık hale gelen dünya sorunları karşısında doğru tavır almamızı sağlayacaktır.


Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Mahir Kaynak