Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2009) > Türkiye Siyaset > Davos fırtınasından geriye kalan
Türkiye Siyaset
Davos fırtınasından geriye kalan
Sadık Ünay
KÜRESEL sistemin siyasi ve ekonomik egemenlerinin İsviçre Alpleri’nin panoramik manzarası eşliğinde insanlığın çözüm bekleyen acil meselelerinden dem vurup “hümanist” mesajlar verdikleri, elitist sosyalleşme ritüellerini gerçekleştirdikten sonra da somut çözümler üretmeden dağıldıkları Davos’taki “Dünya Ekonomik Forumu” toplantıları, kırk yıllık tarihinde belki de ilk defa bu yıl sahici bir tartışmaya sahne oldu. İlk defa diyoruz, çünkü bu forumun kuruluşu ve kompozisyonu itibarıyla Batı(ABD)-merkezci, küresel sermaye ve siyasi statüko yanlısı organik bir forum olduğu, dünyadaki yakıcı siyasi ve sosyo-ekonomik meselelerin yüzeysel değinilerle geçiştirilmesi üzerine kurulduğu ve sivil toplumu dışlayan tavırları yüzünden Porto Alegre’de başlatılan “Dünya Sosyal Forumu”nun doğuşuna kaynaklık ettiği biliniyor.
“Çevre” ülkeleri liderlerinin “dostlar alışverişte görsün” kabilinden davet edilip küresel aktörler ile aynı fotoğraf karesinde görünme şerefiyle taltif edildikleri bu toplantıların, akademik ya da diplomatik özelliği olmamasına rağmen, sistemik unsurlar tarafından kabul edilme mesajlarının enformel biçimde verilmesi için ideal bir platform olarak görüldükleri de bir gerçek. İşte oldukça yapmacık ve sembolik bu uluslararası oyun sahasının iliklerine işlemiş “siyaseten doğru” karakteri, 29 Ocak günü dünya siyasetinin en netameli konusunu, Filistin’i, hem de sıcak bir çatışma döneminde konu alan panelde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı dünya siyasetinde öne çıkan hemen hiçbir liderin cesaret edemeyeceği bir çıkış yapan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın salvolarıyla ilelebet yerle bir oldu.
Türk ve dünya kamuoyunu haftalarca meşgul eden fırtına öncesinde, bu yılki Davos toplantılarının Rusya Başbakanı Vladimir Putin dâhil pek çok önemli dünya liderinin katılımı ile epeyce “politize” olduğu; Türkiye’nin İsrail-Suriye barış görüşmelerine aracılık yaptığı bir sırada aniden başlatılan Gazze saldırısından duyduğu derin rahatsızlık ve Erdoğan’ın İsrailli mevkidaşına sitemleri ortadayken, üst düzey katılımlı Gazze konulu bir panel düzenlenmesinin tansiyonu yükseltebileceği; David Ignatius gibi önyargılı bir moderatör seçiminin muhtemel bir gerginliğe tuz biber ekeceği farklı çevrelerce dillendirildi. Ama herhalde hiç kimse, Başbakan Erdoğan’ın kendisine has “Kasımpaşalı” üslubuyla henüz üzerinde vahim bir insani trajedinin dumanı tüten Filistin konusunda şahsına ve Türkiye’ye karşı yanlış, küstahça ve küçümseyici ifadeler kullanan Peres ile konuşma hakkını gasp eden Davos organizatörlerine karşı bu kadar sert bir tepki koyabileceğini tahmin etmemişti. İşte bu yüzden, Erdoğan’ın gerek Filistin meselesi ile ilgili siyasi ve insani gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya koyması, gerekse kendisine yönelen şahsi küçümseme ve saygısızlıklara aynı sertlikle mukabele etmesi, Türkiye’yi tipik bir çevre ülkesi olarak algılama eğiliminde olan yerli “monşer” çevrelerinde derin bir şok ile birlikte “İşte şimdi hayatının hatasını yaptın Erdoğan!” vurgulu örtülü bir memnuniyet de doğurdu.
Gerçekten de Başbakan’ın meşhur “One minute” ifadesiyle başlayan çıkışı ve verdiği sert mesajlarla toplantıyı terk ediş tarzı zerre kadar diplomatik değildi, yerleşik uluslararası iletişim teamüllerine aykırıydı ve Davos gibi “ne şiş yansın ne kebap” türü idare-i maslahatçı diyalogların hâkim olduğu bir ortamla hiç uyuşmuyordu. Ancak işte tam da bu yüzden, konvansiyonel diplomatik paradigmanın sınırlarını aşan bu tavrı, gerek Türkiye’de gerekse İslam âlemi ve dünya kamuoyunda çok farklı mahfillerde yoğun destek buldu. Türk basınının tahmin edilebilir kalemşorlarına göre Türkiye, dünya sisteminin başat aktörleri nazarında diplomatik nezaket açısından “rezil olmuş”, stratejik ilişkiler sürdürmeye çalıştığı İsrail yönetimi ile Musevi diasporasını karşısına almış, Ortadoğu’da mekik diplomasisi ile yürütülen arabuluculuk girişimlerini tehlikeye atmış ve Hamas gibi radikal hareketlere verdiği destekle geleneksel Türk dış politikasında bir eksen kaymasına yol açmıştı. Ancak Türk-İsrail ilişkilerinde Gazze saldırısı ile başlayan gerginlik biraz daha tırmanmış görünse ve İsrail Kuvvet Komutanı’nın şahsi çıkışı gibi Erdoğan’ı hedefleyen kimi misilleme gayretlerine rastlansa da, genel parametreleri açısından bu ilişkilerde tarihî bir kırılma yaşandığı ya da Türk dış politikasında ciddi bir eksen kaymasının söz konusu olduğuna dair yorumların çok abartılı ve mesnetsiz olduğu daha şimdiden anlaşıldı. Erdoğan’ın çıkışının ardından Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun sıkça vurguladığı “uluslararası ilişkilerde realizm-idealizm dengesi”nin İsrail bağlamında da hassasiyetle korunacağı ve moral kaygılar en güçlü biçimde seslendirilirken ikili ilişkilerin de gerçekçi bir zeminde yürütüleceğine dair beklentiler doğrulandı.   
Aslına bakılırsa Başbakan Erdoğan, dünya sisteminin reflekslerine göre eğilip bükülen bir diplomat değil, halkının vicdanı ve hissiyatıyla uyumlu tavırlar takınıp tepkiler vermeyi hedefleyen bir siyaset adamı kimliği ile ortadaydı. Hiçbir otoriter Arap liderinin yapamadığını yapıp “Nasır’dan bu yana en popüler bölgesel lider” nitelemesiyle Ortadoğu genelinde ve Gazze sokaklarında adının yankılanmasına sebep olan bu tepkiyi İsrail Cumhurbaşkanı’nın yüzüne karşı ve uluslararası medyanın huzurunda verebilmesi, Erdoğan’ın kişisel özgüveni ve cesareti kadar, Filistin meselesinde Türk halkının kahir ekseriyetinin desteğinden kaynaklanan demokratik meşruiyetin kendisine sağladığı imkanın da bir sonucuydu. Bu örnek olay, İslam dünyasında hakikatleri yüksek sesle ve küresel/bölgesel güç parametrelerinin oluşturduğu kısıtlamaları zorlayarak seslendirebilecek siyasi liderliğin, ancak halk iradesini yönetime güçlü biçimde yansıtacak demokratik reformların gerçekleştirilmesi sayesinde mümkün olabileceğini de tüm açıklığıyla ortaya koydu.
İbrahim Kalın’ın ifadesiyle “Kasımpaşalılığın evrenselleşmesi” ile hakikati eğip bükmeden muhataplarının ve küresel güç odaklarının yüzüne haykırma pratiği, ya da İngilizceleştirilmiş haliyle “Erdoganning”, Davos’taki izole bir olaya mı mahsus kalacak yoksa önümüzdeki dönemde Türk dış politikasının gizli silahı olarak kriz dönemlerinde yeniden gündeme gelecek mi, bunu zaman gösterecek. Ancak konvansiyonel diplomatik sınırları ve küresel güç paradigmasının Türkiye’ye biçtiği dar hareket alanını zorlayan bu cesur tavrın, son birkaç yıldır izlenen “stratejik derinlik” ve “ileri cephe siyaseti” ile uyumlu biçimde uluslararası ilişkilerde etik ve vicdani unsurları vurgulayan prensipli bir dış politika çizgisiyle Türkiye’ye ciddi oranda güç ve prestij kazandırdığını görmemek imkansız.  

Paylaş Tavsiye Et