Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2006) > Memleket Hali > İrtica her yerde!
Memleket Hali
İrtica her yerde!
Yücel Bulut
EKİM ayında A Milli Takımımız 2008 Avrupa Kupası elemeleri için biri Macaristan, diğeri Moldova ile olmak üzere iki maç yaptı ve ikisinde de sahadan galibiyetle ayrıldı. Özellikle deplasmanda oynanan Macaristan maçı sonrasında, spor medyamızın -yıllardır her fırsatta gündeme getirilen kısır polemiklerin bir devamı olarak- Hakan Şükür’ün ismi etrafında ikiye bölünmesi; özelde spor medyamızın, genelde ise bütün bir Türk medyasının niteliklerine ilişkin ipuçları sunuyor.
Macaristan maçı sonrasında yerden yere vurulan Hakan Şükür, Moldova maçında dört gol birden atınca, birdenbire göklere çıkarılıverdi. Onun en azılı muarızları bile, görmezden gelemeyecekleri bu başarıda aslan payının kendi eleştirilerine ait olduğunu yazmakta bir beis görmediler. Spor medyamız, bir parçası olduğu Türk medyasının belirleyici özelliğini bir kez daha göstermiş oldu: Her daim güçten yana olmak, hakikatin karşısında değil de gücün karşısında eğilmek. Gerçi, hiçbiri bunu kabul etmez ama maalesef gerçek bu. Tıpkı, futbol yorumcularının tümünün skor yorumculuğunu eleştirmelerine karşın -bir iki istisnası hariç- yine hemen hepsinin skorun gücü karşısında eğilmeleri gibi. (Bu konuda en iddialı olanlarının bile, hazırlık maçlarında alınan yenilgilerden sonra büyük takımlarımıza yönelik ne sert yorumlar yaptıkları, ilgililerin malumu.)
Sporla başladık madem, söylediklerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için, spor medyasıyla devam edelim. Türk spor medyasında -belki de “Türk futbol medyası” demeli- ilginç bir kısır döngü hâkim aslında. Sokaktaki insanı aydınlatmak misyonuyla kendilerini taçlandıranların, sokaktaki insanın bilgi ve yorum düzeyine gelmeleri için çok çalışmaları gerekiyor. Yaptıkları, kahvedeki insanın yargılarını “futbol otoritesi” kimlikleriyle(!) meşrulaştırmaktan öteye geçmiyor maalesef. Ne sahada oynanan oyunla, ne de oynayanlarla bir alakaları var. Muhayyel bir dünyada yaşıyorlar ve görmek istediklerini görüyorlar. Sahada -yedek kulübesinde ve hatta maçın oynandığı şehirde- olmayan oyuncuları oyuna sokuyorlar, oyundan çıkarıyorlar; onlar üzerine kurgular yapıp teknik direktörleri eleştirebiliyorlar.
Kamuoyunu aydınlatmak gibi öylesine güçlü bir misyon yüklenmişler ki her şeyi, hem de her şekilde söylemek hakkını buluyorlar kendilerinde. Yaptıklarını da medyanın eleştiri hakkı olarak meşrulaştırıyorlar. Küçük hesapları için Ersun Yanal-Hakan Şükür polemiği yaratıp ülkenin bir kısmının milli takımdan soğumasını göze alabilecek kadar işlerine bağlı ve hırslılar aynı zamanda. Eleştiri yapma hakkını kullanma adına, milli takımlar düzeyindeki en büyük başarımıza imza atmış Şenol Güneş’in kıyafetini dillerine dolamak gibi, belden aşağı vurmaktan da çekinmiyorlar. Bunları yaptıktan sonra “Türk futbolu neden bu halde?” diye timsah gözyaşları dökmeyi de ihmal etmiyorlar.
Yine yazılı ve görsel medyamız, futbolcu menajerleri ya da büyük kulüplerimiz için sıraya girmiş başkan adaylarıyla özel ilişkilere girmekte bir beis görmez ve onların isteklerine uygun ısmarlama haber ve yorumlar yayımlamakta -defalarca görüldüğü üzere-hiç tereddüt etmez. Vatan gazetesinden Feridun Niğdelioğlu ile Fenerbahçe Kulübü örneğinde olduğu gibi, yazdıkları ve yayımladıkları haberler her gün yalanlansa da, ertesi gün yeni bir yalan haber yazıp yayımlamaktan geri kalmazlar. Rekabet yerine kendi aralarında son derece başarılı bir işbölümü de mevcuttur. Bu işler böylece sürer gider.
BJK’nın yönetimi için ileriye dönük girişimlerde bulunduğu herkesin malumu olan Turgay Ciner’in sahibi olduğu Sabah gazetesinde yayımlanan BJK haber ve yorumları da bu bağlamda ibretle takip edilebilir. Çok daha ilgi çekici bir örnek, Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin önceki dönemde başkanlığını yapan Onur Belge’nin kulüp takımlarımızın Avrupa’da yapmış oldukları hazırlık maçlarının kalitesine dair küçümseyici yorumlarında saklıydı. Belge, dernek olarak TSYD Kupası maçlarının yayın haklarını 2 milyon dolara sattıklarını, gelirin 3 kulüp ve dernek arasında eşit olarak bölüşüleceğini ifade etmişti. Malum olduğu üzere, turnuva, FB katılmadığı için yıllardır gerçekleştirilmiyor. Belge, bu küçümseyici yorumlarını yaparken dernek olarak uğradıkları gelir kaybına da işaret ediyordu. Tek sebep bu olmamakla birlikte, yalnızca bu sınırlı bilgiler ışığında dahi, kendilerini ciddi bir gelirden ve aynı zamanda da prestijli bir konumdan eden FB ve kulübün -bu çekilme kararını alan- başkanı hakkında spor medyamızca oluşturulan olumsuz imajı besleyen haberler manidar değil mi?
Büyük başın derdi de büyük olurmuş. Tam da bu sözü doğrularcasına, gerek etkinliği, gerek gücünün boyutları ve gerekse de dönen paranın hacmi itibariyle Türkiye’nin siyaset gündemiyle mukayese edilemeyecek konumda bulunan futbolun medya ayağında durum böyle iken, Türkiye’nin bugününün ve geleceğinin toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuksal düzlemde şekillendirilmesiyle yakından ilgili medyamızın durumunu, girdiği ilişkileri ve bazen kendi isteğini, bazen de kendisinden istenenleri yerine getirmek için neler yapabileceğini varın siz tahayyül edin!
 
İrtica Miti
Şeyh Said isyanı ve Menemen olayları üzerinden efsaneleştirilmiş ilk halini Tarık Zafer Tunaya’nın İslamcılık Cereyanı adlı eserinde bulabileceğimiz irtica miti, Türk siyasi elitinin kendi konumlarını sarsıcı her gelişme karşısında -50 yılı aşkın bir süredir- başvurduğu siyasal bir araç oldu. Üstelik yeni gelişmeler karşısında kendi pozisyonlarını adil ve demokratik olmayan bir biçimde düzeltme girişimleri için uluslararası kamuoyunun da onayını rahatlıkla almalarını sağlayan bir siyasal araç.
Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri yaklaşırken siyasî ve bürokratik elitlerimizin bu geleneksel taktiği bir kez daha kullanmak istedikleri anlaşılıyor. Her ne kadar, şimdilik düşük yoğunluklu sürdürülüyorsa da, önümüzdeki dönemde kampanyanın gerek şiddeti ve gerekse de kapsamının daha da genişletileceği beklenebilir.
Medyada çıkan irtica haberleri -neticede birbiriyle ilişkili ve birbirini besleyen- 3 farklı düzlemde değerlendirilebilir. Birinci düzlemi, İsmailağa cemaati merkezli haberler oluşturuyor. Lokal amaçlara hizmet yanı ağır basan bu haberler, cemaatin geleceğinde söz sahibi olması muhtemel isimleri tüm kamuoyu nezdinde, fakat özelde de kendi cemaatleri içerisinde yıpratmayı amaçlıyor gibi görünüyor. Bu haberler, Cübbeli Ahmet Hoca örneğinde olduğu gibi, onları ikiyüzlü göstermeyi, dolayısıyla da inandırıcılıklarını ve tercih edilebilirliklerini yok etmeyi hedefleyen bir niteliğe sahipler. Hoca efendiler de, onlara bu konuda hiçbir malzeme sıkıntısı yaşatmıyorlar maşallah!
[Çeşitli çevrelerden yükselen irtica kampanyaları karşısında, Devlet Bakanı M. Ali Şahin, niçin yapıldığına anlam veremediğimiz bir açıklamada bulundu: “Kılık kıyafet yasasına göre o cübbeyi ve sarığı kimlerin giyeceği yasada belirlenmiş. Dışarıda o kıyafetle dolaşılmaz, dolaşılmaması lazım. Dolaşan varsa tabii ki gerekli işlemlerin yapılması lazım. Göz yumulursa en azından görevi ihmal etmiş olur. (…) İnsanlarımız bu konuda uyarıldığı takdirde buna uyarlar. Uyarılmaları lazım, ‘Bu kılıkta dolaşamazsınız’ diye söylenmesi gerekir. Tabii hakkında işlem de yapılabilir. Eğer birtakım insanlar bu ülkedeki kılık kıyafet yasalarına uygun davranmıyorlarsa ve tehdit sadece bundan ibaretse bunu halletmek mümkündür. Asıl tehdit yani laik cumhuriyeti yıkacak nitelikte bir örgütlenme varsa ve hükümet buna seyirci kalıyorsa bunu doğrusu bilmek isteriz. Devletin din devleti olmasını sağlamak için hareket edenler varsa tabii ki bu bir tehdittir. Onun üzerine gitmek ve bunları bertaraf etmek gerekir.” İlk sorulacak soru, Sayın Bakanın, sözlerinin ne anlama geldiğinin farkında olup olmadığıdır. Eğer burada söyledikleri, günü kurtarmak adına yapılmış bir takiyye değilse, içerisinde bir ironi barındırmıyor ve ciddiye alınması isteniyorsa, buyursun çıksın Çarşamba’ya, vatandaşlarımıza böyle giyinmemeleri gerektiğini anlatsın; hâlâ sürdürenler varsa kanuni olarak ne yapılması gerekiyorsa onu yapsın. Böylelikle bir parçası olduğu AKP hükümeti de görevini ihmal etmemiş olur!]
İkinci düzlemi, yaklaşan genel seçimler öncesinde AKP’li milletvekilleri, belediye başkanları ve bürokratların icraatlarına ve yaşam tarzlarına ilişkin haberler oluşturuyor. Bu haberler neticesinde, AKP’nin, seçilmiş ya da atanmışlarının yaşadıkları dönüşümler üzerinden, seçmenin zihninde tercih edilebilir olmaktan çıkarılması hedefleniyor gibi. Haberlerin ve gelişmelerin iki yönlü sonucu olacaktır: İlki, ikinci eşleri ya da sevgilileri ile gündeme gelen AKP’lilerin bu tercihlerini açıklama ve savunma biçimleri AKP’nin kimliğinin belirlenmesinde ya da nasıl algılanacağı konusunda etkili olacaktır. İkinci olarak da, seçmen, neden AKP’yi tercih ettiği konusunda açık ve sarih bir karara varmak zorunda kalacaktır: İnandığı değerleri ve belli bir yaşam tarzını savunduğunu düşündüğü için mi, yoksa maddi koşullarını iyileştireceğine yönelik beklentileri nedeniyle mi?
Üçüncü düzlemi, cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken özellikle bürokrasi ve askeriyeden yükselen irtica karşıtı söylemler oluşturuyor. Bu söylemler, hem Cumhurbaşkanlığı konusunda istekli olduğu anlaşılan Başbakan Erdoğan’ı, hem de onu bu konuda desteklemesi muhtemel kesimleri uyarmaya yönelik.
İrtica haberlerinin, kurguya uygun bazı somut örnekler bulunmuş olmasına karşın, belli ölçüde medya tarafından abartılmış olduğu da söylenebilir. Özellikle Genelkurmay Başkanı’nın yapmış olduğu konuşma etrafında oluşturulan tartışmalar bu abartmaya güzel bir örnek. Büyükanıt’ın konuşmasının ana eksenini Kürt meselesi ve AB süreci oluşturmasına karşın, medya organları sanki bütün konuşmanın temeli ‘irtica’ymış gibi bir hava oluşturmayı uygun gördüler. Nitekim konuşmanın asıl hedefi AB süreci bağlamında asker-sivil dengesi olduğundan, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın konuşmasına yönelik asıl tartışmalar AB sürecini savunanlar tarafından “askerin siyasetteki yeri” başlığı altında başlatıldı ve sürdürüldü.
Bu söylemler karşısında AKP hükümetinin nasıl bir siyaset izlediğine gelince… Anlaşılan Başbakan, kendi bildiğini okumaya devam ediyor. Geçtiğimiz ay içinde ABD’ye yapmış olduğu gezi öncesinde dile getirdiği “1 Mart tezkeresinin geçmesini ne kadar candan istemiş olduğu” mealindeki açıklamaları da onun cumhurbaşkanlığı konusundaki isteğinin ve destek arayışının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
 
Nobel Kapımızı Çalınca
Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü, Orhan Pamuk’a verildi. Hayırlı uğurlu olsun. Ödülün Fransa Parlamentosu’nun aldığı -ve AB sürecini olumsuz etkilemesi muhtemel- malum kararla aynı güne denk gelmesi Türkiye’de ve dünyada ödülün siyasi olarak verildiğine ilişkin izlenimi güçlendirdi. Pamuk’un bu ödülü hak edip etmediği, ödülün herhangi bir edebiyatçının yeterliliğini ve kalitesini tescil eden bir niteliği olup olmadığı gibi konularda pek çok şey söylenebilir elbette. Bu, öncelikle edebiyatçılarımızın ve eleştirmenlerimizin tartışmaları gereken bir husus. Fakat ödül, her şeyden evvel, hem hükümeti hem de Avrupa/Batı hayranı Türk entelektüelini çok büyük bir beladan kurtardı. Türk batılılaşmasının Fransız kültürü üzerinden şekillendiği hatırlanacak olursa, Fransız Parlamentosu’nun soykırımı inkâr konusuyla ilgili kararının elitlerimiz üzerindeki yıkıcı etkisi rahatlıkla tahmin edilebilir. [Osmanlı’nın son dönemlerinde Fransızlardan -en meşhuru, Fransız yanlısı dış politika izleyen III. Selim döneminde Napolyon’un Mısır’ı işgal denemesi olan- buna benzer pek çok kazık yemiş olduğumuz unutulmamalı ve olanlar karşısında şaşırılmamalı! Neticede her devlet, kendi çıkarlarını koruyor. Türkiye’nin de bir iradesi varsa eğer, o da kendi çıkarlarının takipçisi olmalıdır!] O nedenle İsveç’ten gelen haber, en fazla bu kesimleri sevindirdi. Çünkü bu sayede, hem bu nahoş tabloyu sunarken yaşayacakları sıkıntıdan kurtuldular, hem de “kendilerini soykırım uygulayan birer vahşi” olarak gören Avrupalılar tarafından ‘onurlandırılmış’ olmanın ikiyüzlü sevincini yaşadılar. Ödül bu anlamda Avrupa’nın, hem “fikirleri nedeniyle Türkiye’de kimse tarafından sevilmediğini” söyleyen Pamuk’u, hem de Türkiye’de kendileriyle aynı dili konuşan Pamuk benzerlerini sahiplenmesinin bir işareti olarak görülmeli.
 

Paylaş Tavsiye Et