Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Küresel çağda medeniyet canlanması
Ahmet Davutoğlu
MODERN Batı tecrübesinin ayırt edici vasfı onun tarihî akışı boyunca geliştirdiği, diğer medeniyet unsurlarını marjinalleştirmeye yönelik, hegemonik karakteridir. Batı-dışı medeniyet unsurlarının marjinalleşmesi beklentisinin en çarpıcı örneğini Arnold Toynbee’nin 1930’larda dile getirdiği şu öngörüsü teşkil eder: “Var olan yirmi altı medeniyetten, Mısır, And, Çin, Minoa, Sümer, Maya, Hint, Hitit, Suriye, Helen, Babil, Meksika, Arap, Yukatan, Sparta ve Osmanlı medeniyetlerini kapsayan en az on altısı şu ana kadar çoktan ölmüş ve tarihin derinliklerine gömülmüşken; geriye kalan ve varlığını idame ettirmeye çalışan Hıristiyan Yakındoğu, İslâm, Hıristiyan Rus, Hindu, Uzakdoğu Çin, Japon, Polonez, Eskimo ve Göçebe medeniyetleri ise Batı medeniyeti tarafından ya imha veya asimile edilme tehdidi altında can çekişmektedir.”
Ne var ki, insanî kültürün tekelleşmesi ve homojenleşmesi, iktisadî ve siyasî kurumların ulus-ötesileşmesi, otantik medeniyetlerin sosyal ve kültürel formlarının geleneksizleştirilmesi, iletişim kanallarının gayri-şahsîleşmesi ve güç-merkezli siyasî hegemonyanın kurumsallaşması süreçleri olarak ortaya çıkan küreselleşmenin dönüştürücü gücüne rağmen bu öngörü gerçekleşmedi.
Tam aksine, 20. yüzyılın son çeyreği ile birlikte otantik medeniyet unsurlarının son derece etkileyici bir biçimde yeniden canlanmaya başladığına tanık oluyoruz. Dolayısıyla, monolitik (tekelci) küresel kültürün dünya çapındaki yükselişi ile otantik medeniyetlerin geleneksel dünya görüşlerinin, değerlerinin, kurum ve yapılarının, geleneksel bölgelerin yanı sıra, Batı şehirlerinin en merkezî alanlarında bile yeniden canlanması sürecinin eşzamanlı yaşanması gibi garip bir durum söz konusu.
Öte taraftan, otantik medeniyetlerin bu canlanışı, “medeniyetler çatışması” argümanı üzerinden bir tehdit olarak algılanmakta. Bu tartışma da zorunlu olarak bizi, geleceğin dünya düzenini şekillendirebilecek birbirine alternatif iki seçeneğe götürüyor: Medeniyetsel hegemonya ya da çoğulcu medeniyet etkileşimi. Daha sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, alternatif medeniyetlerin bir arada var olması ile sürdürülebilir/adil dünya düzeninin çok yönlü ve çok katmanlı küreselleşme sürecinde birbiri ile uyuşabilirliği sorusunu tarihsel tecrübeler ışığında tartışmak gerekmektedir.
İnsanlık tarihi içerisinde son derece kapsamlı bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan medeniyetler, altı temel parametre üzerine yükselmiştir. Bunların ilk üçü tarihin belli bir aşamasında felsefî canlanma sonucu medeniyetlerin sahneye çıkması, diğer üçü ise medeniyetsel çoğulculuk ile alakalıdır.
İlk unsur, insan birinin daha öncekilerden farklı olarak kendini yeniden tanımlaması, yani ontolojik boyuttur. Zira insanoğlu doğa içinde varoluşuna bir anlam yüklemek ister ve yeni bir idrak geliştirerek, diğerlerinden farklılaşır. Mesela Hint medeniyetinde Ari ırkın göçlerle ortaya çıkardığı ben-idraki ve bu sürecin ürettiği kast düzeni farklı bir medeniyet tezahürünü ortaya çıkartır. Aynı şekilde Yunanlılarda vatandaş kavramı, Yahudi gelenekte görülen seçilmişlik anlayışı, İslâm medeniyetinde tevhid inancı yeni bir ben-idraki üretir.
İkinci unsur, epistemolojik boyut, yani bilgi kaynağının ve bilgi paradigmasının yeniden inşasıdır. Mesela Yunanlılarda mitolojiden felsefe ve bilime geçiş, İslâm medeniyetinde akıl-vahiy üzerine yapılan tartışmalar ve ulaşılan denge, modern Batı medeniyetinde Aydınlanma felsefesi, daha önceki bilgi paradigmalarından farklı unsurlar ortaya koyarak yeni bir medeniyetin işareti haline gelir.
Üçüncüsü aksiyolojik unsur, yani değerler sisteminin, sosyal davranış normlarının standardize edilmesi, üst düzeyde ahlak-hukuk ilişkisinin kurulması; çok daha önemlisi, sıradan bir insanın günlük hayatını tanzim edebilme, yeni bir ritim oluşturabilme kudretidir. Mesela İslâm medeniyetinin Batı’yla olan ilişkisindeki direncin en temel sebeplerinden birisi, bu günlük (beş vakit namaz), haftalık (Cuma namazı), yıllık (Ramazan) ritim ve hayatta bir kere hac ile tanzim edilen düzeni muhafaza etmesidir. Modern Batı’daki mesai ve tatil anlayışı da benzer şekilde bir aksiyolojik çerçeve oluşturur.
Dördüncüsü, tarih ve zaman bilincidir. Bütün medeniyetler kendilerine has bir zaman ve tarih bilinci geliştirir. Mesela Yunan mitolojisindeki unsurların, Batı’nın siyasal düzeninde neredeyse bire bir karşılıkları vardır. İslâm medeniyetinde bunun en iyi yansıması ise kısas-ı enbiyadır. Yine kadim kavramı olmaksızın Osmanlı anlaşılamaz; çünkü bununla kendini bir tarihe oturtarak diğerlerinden ayrışır. 19. yüzyılda Batı Avrupa’da, özellikle Hegel’in geliştirdiği tarih felsefesinde bütün insanlık tarihinin akışı Avrupa’ya doğrudur.
Beşincisi mekân unsurudur. Medeniyetlerin çoğu kendini dünyanın merkezi olarak addeder. Bu, sadece coğrafya algılamasını beraberinde getirmekle kalmaz; düzene geçiş aşamasında jeo-politik, jeo-ekonomik ve jeo-kültürel unsurları da oluşturur. Jeo-politik unsur olarak stratejik hayat alanını; jeo-ekonomik unsur olarak tarım havzaları, ticaret ve enerji koridorları, İpek Yolu gibi ekonomik hayat alanını ortaya çıkarır. Jeo-kültürel unsur ise ortak kültürel hayat alanı, yani şehirdir. Zira şehir kurmamış bir medeniyetin ortaya çıkması söz konusu değildir. Roma medeniyetinin bütün hülasası Roma’da, İslâm medeniyetinin bütün hülasası Medine’de ve onun türevi olan şehirlerde kendini gösterir. Modern Batı medeniyeti ise New York ile özdeşleşir.
Sonuncusu ise sosyo-ekonomik ve siyasî güç temerküzüne dayalı dünya düzeninin ortaya çıkmasıdır. Pax-Romana’dan Osmanlı düzenine ve bugüne kadar gelen dünya düzeni kavramsallaştırmaları buna örnektir.
Bu altı unsurun tarih içerisindeki tezahürü olarak büyük medeniyet dönüşümleri yaşanmıştır. Bunların ilki, M.Ö. 7. yüzyılda neredeyse bütün yerel medeniyet havzalarında yaşanan felsefî ve metafizik uyanıştır: Yunan’da Sokrat, Eflatun, Aristo; İran’da Zerdüşt; Hint’te Buda ve Jain; Çin’de Tao ve Konfüçyüs. Yeni varlık-bilgi-değer paradigmalarının inşa edildiği bu uyanışlar, yaklaşık 2-3 asır sonra büyük siyasî ve iktisadî düzenlere dönüşmüştür: Yunan ve Makedonya’da Büyük İskender, İran’da Daryus, Hint’te Asoka ve Maurya İmparatorluğu, Çin’de Han sülalesi. Medeniyet dönüşümlerinin ikincisi, Medine-Mekke havzasından çıkan İslâm medeniyetinin 3-4 asır içinde bütün medeniyetlerle tek tek yüzleşerek ve etkileşerek, hiçbirini yok etmeksizin süratle Afro-Avrasya merkezî ekseninde yayılmasıdır. Üçüncüsü ise 15-18. yüzyıllar arasında Aydınlanma ile yaşanan büyük paradigmatik dönüşümdür ki, 19. yüzyılda sömürgecilik ve ekonomi-politik egemenlik alanı şeklinde tezahür eder ve bugünkü küreselleşmeye yol açarak araçları itibariyle öncekilere göre çok daha kapsamlı ve karmaşık bir değişimi yansıtır.
Şu anda yaşadığımız medeniyet dönüşümüne gelirsek, ilk olarak, bu süreç “tarihin sonu” değil, son derece tabiî bir süreçtir. Bugün Londra’nın İngiliz’den daha çok Müslüman ve Hindu barındırıyor olması, 2. ve 3. yüzyıllarda Roma’nın, 16. yüzyılda İstanbul’un çok kültürlü olması gibi normaldir. Zira egemenler çok kültürlü olmayı idare edebildikleri ölçüde egemenliklerini sürdürürler. Büyük medeniyet dönüşümlerinin yaşandığı dönemlerde buna içselleştirici bir şekilde intibak edemezlerse, sistemin dışına itilirler. İkincisi, insanoğlunun tarihî süreçte karşılaştığı en temel ikilem olan özgürlük-güvenlik ikilemidir ki, büyük medeniyetler, özgürlüğü sınırlamadan güvenlik temin edebildiği ölçüde ayakta kalırlar. Bu açıdan özellikle 11 Eylül’ün ardından yaşanan özgürlük-güvenlik parametreleri arasındaki gerilim ciddi bir yüzleşmeyi gerektirmektedir. Üçüncüsü ise, bu süreçte ulus-devlet ölçekli organik yapılardan küresel ölçekli mekanik yapılara geçişte yaşanan sancılardır; tıpkı Büyük İskender sonrası dönemde olduğu gibi. Üretilen çözümler ise ya Stoik felsefede olduğu gibi “Yeni Dünya Düzeni” kavramsallaştırması, ya Sinik içe kapanma ya da hedonizm ve eğlenceye teşvik eden Epiküryen tüketim kültürüdür.
Bu süreçte yapmamız gereken şey, ortak ve özel gündemler oluşturmaktır. Ortak gündem bağlamında, altı unsuru tekrar gözden geçirmemiz gerekir. Bütün medeniyetler ve medeniyetlerin öncüsü olan aydın ve düşünürler içselleştirici bir ben-idraki üzerinde düşünmeliler. Bilgi paradigması yeniden inşa edilmeli; Aydınlanma felsefesi dışında kalan toplumların bilgi çerçeveleri dikkatlice tekrar ele alınmalı. Değer-mekanizma ilişkisi yeniden tanımlanmalı; yani mekanizmaların değer ürettiği değil, değerlerin mekanizmalara hükmettiği bir dünyayı tasavvur etmemiz gerekir. Kuşatıcı bir tarih anlayışı geliştirmeliyiz. Bu bağlamda Batı merkezli eğitim paradigması kökten değişmelidir; zira medeniyetler arasında güven ancak birbirini tanıyarak ve saygı duyarak ortaya çıkabilir. Çok kültürlü şehir yapılarına, mekânlara, çok kültürlü şirketlere alışmalıyız ve onlarla ilişki kurabilmeliyiz. Son olarak da yeni bir küresel yönetişim için BM başta olmak üzere bütün küresel yapıların yeniden gözden geçirilmesi gerekir.
Özel gündemlere gelince, Batı medeniyetinin özel gündemi egemen yanılsamasını terk etmektir. Bunu yapabildiği ölçüde diğer medeniyetlerle onurlu ve saygılı bir iletişime girebilir. İslâm medeniyeti, geleneksel, modern ve küresel aşamaları aynı anda yaşayan arızî durumdan süratle kurtulmalı ve Darü’l-İslâm/Darü’l-harp ayrımı yerine yeni bir coğrafya tanımı ve insanlık tarihi içinde kendini yeniden tanımlayabileceği yeni bir tarih anlayışı üretmelidir. Geleneksel olarak coğrafya merkezli güçlü Çin medeniyeti ise, tarihinde belki de ilk defa dünyanın her yerine yayılan Çin diasporasıyla küresel ölçekli bir açılıma giriyor ve bir tehdit gibi algılanıyor. Önümüzdeki dönemin en büyük küresel problemlerini, Batı’nın egemenlerinin yanılsamasını sürdürmesi, Müslümanların içe kapanması ve Çin’in bir tehdit gibi algılanması oluşturacaktır.
Türkiye’yi özel gündeminde neler bekliyor? Huntington Türkiye’yi bunalımlı göstermek için “yırtık ülke” tabirini kullanmıştı. Türkiye işte tam da bu sebeple; binlerce yıllık tarihî tecrübeyi bünyesinde barındırdığı, en yoğun modernleşme serüveniyle en onurlu anti-sömürgeci yerelliği birlikte yaşadığı için önemlidir. Önümüzdeki dönemde kuzey-güney, doğu-batı geriliminin merkezinde yer alan Türkiye, Batı’nın bütün yapısal unsurlarını bünyesinde barındırarak, Doğu’nun erdemini bütün onuruyla taşıyarak, Kuzey’in ekonomi-politik, Güney’inse sosyo-ekonomik yapılanmaları içinde yer alarak, adeta bir pusula gibi, medeniyet dönüşümünün ve küreselleşmenin yönünü gösterecektir. Bu özellikleriyle Türkiye, eğer kendi içinde belli bir istikrarı ve vizyonu oturtup küreselleşmenin bütün bu ivmesini olumlu yöne çevirirse, medeniyetsel yönetişimin işareti olacaktır. Biz bunu, diğerlerine model olmak için değil, kendimize ve insanlığa şifa olmak için yapmalıyız.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar