Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Türkiye’nin korkuları
İbrahim Kalın
AL­BERT Ca­mus, 20. yüz­yı­la “kor­ku ça­ğı” de­miş­ti. Ona gö­re dün­ya­da (as­lın­da Av­ru­pa’da) el­li se­ne gi­bi kı­sa bir sü­re­de o ka­dar şey ya­şan­mış­tı ki, in­san­la­rın ras­yo­nel bir şe­kil­de dü­şün­me­ye va­kit­le­ri bi­le yok­tu. Bü­tün can­lı var­lık­lar gi­bi on­lar da teh­dit ve teh­li­ke kar­şı­sın­da kor­ku­ya ka­pıl­dı­lar. Kor­ku­yu si­ya­sî bir güç ola­rak kul­la­nan li­der­ler, kor­ku re­jim­le­ri kur­du. Böy­le­ce kor­ku ve si­ya­sî güç, tam da Hob­bes’un si­ya­set ta­nı­mı­na uy­gun bir ni­te­lik ka­zan­dı. Hob­bes mo­dern si­ya­se­tin “güç is­te­mi” ve “ölüm kor­ku­su” üze­ri­ne ku­ru­lu ol­du­ğu­nu söy­le­miş­ti. Ona gö­re dev­le­tin ye­gâ­ne ama­cı, in­san­lı­ğın “do­ğal du­ru­mu”nun en de­rin gü­dü­sü olan ölüm kor­ku­su­na set vur­mak, on­la­ra bu dün­ya­da gü­ven­lik sağ­la­mak­tı. Dev­let, kor­ku­yu üre­ten de­ğil, onu ‘yö­ne­ten’ bir ku­rum ola­cak­tı.
Bu­ra­da­ki de­rin pa­ra­dok­su gör­mek zor de­ğil: Mo­dern top­lu­mun ku­ru­cu­la­rı, ge­le­nek­sel top­lum­la­rın te­mel­siz kor­ku­la­rı­na son ver­mek için mi­to­lo­ji­yi, hu­ra­fe­le­ri, di­ni, ko­ca­ka­rı adet­le­ri­ni ras­yo­nel­lik ve bi­lim­sel­lik adı­na red­det­me yo­lu­nu seç­tik­le­rin­de kor­ku­suz, akıl­cı, öz­gür bir top­lum in­şa ede­cek­le­ri­ni dü­şü­nü­yor­lar­dı. Ame­ri­ka­lı­la­rın yan­lış he­sa­bı­nın Bağ­dat’tan dön­me­si gi­bi, mo­dern dün­ya­nın mü­hen­dis­le­ri ya­nıl­dı­lar ve kor­ku­suz bir top­lum in­şa et­mek ye­ri­ne ye­ni kor­ku­lar üret­ti­ler. Mo­dern dev­let bu kor­ku­la­rı bes­le­di, de­rin­leş­tir­di.
Tür­ki­ye de mo­dern dün­ya­ya ken­di kor­ku­la­rıy­la gir­di. Os­man­lı’nın son dö­ne­mi­nin de­ğiş­mez gün­de­mi, dev­le­ti kur­tar­mak­tı. Os­man­lı­cı, İs­lam­cı, Türk­çü ya­hut Ba­tı­cı bü­tün ay­dın­la­rın or­tak pay­da­sı, her ne pa­ha­sı­na olur­sa ol­sun dev­le­ti kur­tar­mak­tı. Bu­ra­da dev­let, pay-i tah­tı, Os­man­lı bü­rok­ra­si­si ya da or­du­su­nu de­ğil, dev­le­tin tem­sil et­ti­ği bü­tün de­ğer­le­ri, il­ke­le­ri ve ko­lek­tif geç­mi­şi ifa­de edi­yor­du. Os­man­lı’da dev­let sa­de­ce ver­gi top­la­ma­yı ya da se­fe­re çık­ma­yı de­ğil, ay­nı za­man­da ada­le­ti, ba­rı­şı, asa­yi­şi, ah­lak­lı ol­ma­yı, öte­ki­ne say­gı­yı ifa­de edi­yor­du. Dev­le­ti kur­tar­mak, di­ni ve mil­le­ti kur­tar­mak­tı.
 
“Ka­çın, Hü­kü­met Ge­li­yor!”
Cum­hu­ri­yet bir dev­let kur­ma ol­du­ğu ka­dar bir dev­let kur­tar­ma ope­ras­yo­nuy­du. Os­man­lı ile Cum­hu­ri­yet ara­sın­da de­rin bir sü­rek­li­li­ğin bu­lun­du­ğu­nu dü­şü­nen­ler bel­ki bu nok­ta­da hak­lı­dır­lar. Fa­kat Cum­hu­ri­yet’in zih­nin­de­ki dev­let fik­riy­le Os­man­lı’nın dev­let ta­sav­vu­ru ara­sın­da kes­kin fark­la­rın ol­du­ğu kı­sa sü­re­de or­ta­ya çık­tı. Os­man­lı’nın dev­le­ti, din ve mil­let üze­ri­ne in­şa edil­miş bir ya­pı, hat­ta ül­küy­dü. Mer­ke­zi­yet­çi mo­dern­leş­me­yi ve et­no-se­kü­ler mil­li­yet­çi­li­ği il­ke edi­nen Cum­hu­ri­yet mü­hen­dis­le­ri, bu ma­na­da dev­le­tin içini bo­şalt­tı­lar; din ve mil­le­tin ye­ri­ne, po­zi­ti­vist bir se­kü­la­rizm ve nü­ans­la­rı ol­ma­yan dış­la­yı­cı bir et­ni­sizm koy­du­lar. Te­pe­den in­me­ci mo­dern­leş­me ül­kü­sü­nü be­nim­se­yen kad­ro­lar zec­rî ted­bir­le­re baş­vur­mak­la kal­ma­dı, ay­nı za­man­da Tür­ki­ye’nin din ve mil­let ko­or­di­nat­la­rı­na ya­ban­cı­laş­tı. 50’li yıl­lar­da kö­ye ge­len bir kay­ma­ka­mı gö­ren ço­cuk­la­rın “Ka­çın hü­kü­met ge­li­yor!” di­ye ba­ğır­ma­sı­na şa­şır­ma­mak la­zım.
Tür­ki­ye’nin mo­dern dö­nem­de­ki kor­ku­la­rı­nı bu iki te­mel ko­nu­ya ir­ca et­mek müm­kün: Din ve mil­let. Dün ol­du­ğu gi­bi bu­gün de Cum­hu­ri­yet mü­hen­dis­le­ri, Tür­ki­ye’de di­nin ala­nı ge­niş­le­di­ğin­de Cum­hu­ri­yet’in ge­ri­ci bir re­jim ha­li­ne ge­le­ce­ği; et­nik ve kül­tü­rel kim­lik­ler ku­cak­lan­dı­ğın­da ise ül­ke­nin üni­ter ya­pı­sı­nın yok ola­ca­ğı kor­ku­su­nu ta­şı­yor­lar. Bu iki kor­ku ve ön­gör­dü­ğü iki fe­la­ket (ge­ri­ci­lik ve bö­lü­cü­lük), Cum­hu­ri­yet mü­hen­dis­le­ri­nin bir ta­raf­ta se­kü­ler-mo­dern­leş­me­ci zih­ni­ye­ti­ni, öte ta­raf­ta et­ni­si­te­ye da­ya­lı ulus ta­sav­vu­ru­nu ele ve­ri­yor.
 
Din, Me­de­ni­yet ve Türk­ler
Din kor­ku­su, mer­ke­zi­yet­çi mo­dern­leş­me­ci­lik ve se­kü­la­rizm ile aşıl­ma­ya ça­lı­şıl­dı. İs­lam’ın ye­ri­ne “me­de­ni­yet­çi Türk­çü­lük”ü ika­me eden Cum­hu­ri­yet mü­hen­dis­le­ri, “me­de­ni­leş­tir­me pro­je­si”nin din so­ru­nu­nu kö­kün­den hal­le­de­ce­ği­ne ke­sin ola­rak inan­mış­lar­dı. Bu yüz­den on­la­rı sa­mi­mi­yet­siz­lik­le ya da bi­ri­le­ri­nin ajan­lı­ğı­nı yap­mak­la suç­la­mak müm­kün de­ğil. Me­de­ni­yet, in­san­lı­ğın en ile­ri saf­ha­sı­nı tem­sil et­ti­ği­ne gö­re, di­nin ye­ri­ne onu ika­me et­mek man­tık­lıy­dı. Türk­lü­ğün be­ka­sı, me­de­ni­yet da­ire­sin­de kal­ma­sı­na bağ­lıy­dı.
Cum­hu­ri­yet’in me­de­ni­yet­çi­li­ği, ay­nı za­man­da Türk Ta­rih Te­zi’nin de te­me­lin­de ya­tı­yor­du. Bu­na gö­re Türk­ler bü­tün me­de­ni­yet­le­rin kö­ke­nin­de bu­lu­nu­yor­du. Yu­nan, Hi­tit, Ro­ma, Hint, ve di­ğer me­de­ni­yet­le­rin hep­si­ni Türk­ler müm­kün kıl­mış­tı. Ya­ni as­lın­da ‘me­de­ni­ye­ti’ ku­ran Türk­ler­di. Bu me­de­ni­yet(çi­lik) vur­gu­su­nun ar­ka­sın­da, Av­ru­pa­lı­laş­ma­ya ka­rar ver­miş Cum­hu­ri­yet eli­ti­nin bu­na ma­kul ve meş­ru bir çer­çe­ve bul­ma ça­ba­sı var­dı. M.Ö. 4. yüz­yıl­da me­de­ni­yet Yu­nan kim­li­ği­ni ta­şı­yor­du. Bu­gün o, Av­ru­pa’dır. Ya­ni, Pe­ya­mi Sa­fa’nın de­di­ği gi­bi, Türk­ler Av­ru­pa­lı­la­şa­rak ken­di­le­rin­den uzak­laş­ma­mak­ta, bi­la­kis me­de­ni­yet pro­je­le­ri bağ­la­mın­da ken­di­le­ri­ni ye­ni­den bul­mak­ta ve asıl­la­rı­na dön­müş ol­mak­tay­dı­lar. “Be­yaz Ada­mın Yü­kü” olan “me­de­ni­leş­tir­me mis­yo­nu” ile bu top­lum mü­hen­dis­li­ği ara­sın­da ne ha­zin bir ben­zer­lik var!
Din ile mil­le­tin bir­bi­rin­den ko­par­tıl­ma­sı, di­nin ye­ri­ne Av­ru­pa me­de­ni­ye­ti­nin, mil­le­tin ye­ri­ne et­no-se­kü­ler Türk­lü­ğün kon­ma­sı için ye­ni ta­nım­la­rın ya­pıl­ma­sı, ye­ni ku­rum­la­rın açıl­ma­sı ka­çı­nıl­maz­dı. 1912 yı­lın­da ku­ru­lan Türk Ocak­la­rı, ama­cı­nı, Bal­kan Har­bi’nin o zor­lu gün­le­rin­de şöy­le ta­nım­la­mış­tı: “…ak­vam-ı İs­la­mi­ye­nin bir rukn-u mü­him­mi olan Türk­le­rin mil­li ter­bi­ye ve il­mî, iç­ti­ma­î, ik­ti­sa­dî se­vi­ye­le­ri­nin te­rak­ki ve ala­sıy­la ırk ve di­li­nin ke­ma­li­ne ça­lış­mak…”
Faz­la de­ğil, 10 yıl son­ra Türk Ocak­la­rı öy­le bir nok­ta­ya ge­le­cek­tir ki baş­kan Ham­dul­lah Sup­hi (Tan­rıö­ver) Türk Oca­ğı’nı ‘Ba­tı­cı ve te­rak­ki­per­ver’ bir ku­ru­luş ola­rak ta­nım­la­ya­cak ve ona “Ba­tı’nın Do­ğu’da­ki tem­sil­ci­si” sı­fa­tı­nı ya­kış­tı­ra­cak­tır. Ay­nı Ham­dul­lah Sup­hi, Bi­rin­ci Mil­let Mec­li­si’nde Ev­rak ve Tah­ri­rat Mü­dü­rü ola­rak ça­lı­şan Nec­met­tin Sa­hir (Si­lan) Bey’in 1921-1923 yıl­la­rı ara­sın­da yap­tı­ğı “ilk mec­lis an­ke­ti”nin tek so­ru­su olan “ka­za­nı­la­cak olan mil­li is­tik­lal mü­ca­he­de­mi­zin fe­yiz­dar ve se­me­re­dar ol­ma­sı ne­ye mü­te­vak­kıf­tır” so­ru­su­na şu ce­va­bı ve­re­cek­tir: “Garp me­de­ni­ye­ti­nin be­şe­ri bir me­de­ni­yet ol­du­ğu­nu id­rak et­mek İs­lam mil­let­le­ri­ni mum­ya gi­bi için­den ol­muş bir ka­lıp ha­lin­de tu­tan ve her şe­ye şü­mu­lü olan mu­ha­fa­za­kar­lı­ğı terk et­me­li. Mem­le­ke­ti aşar-i ati­ka mü­ze­si gi­bi ca­nı çık­mış, köh­ne mü­es­se­sa­tın, dü­şün­ce­le­rin mah­fa­za­sı ol­mak­tan kur­tar­ma­lı. Maa­rif na­mı­na ye­ni­den baş gös­te­ren ir­ti­ca­ın ne kor­kunç bir hort­lak ol­du­ğu­nu çok va­kit geç­me­den tak­dir et­me­li… Ru­hu­mu­za va­az­dan, ede­bi­yat­tan, ağ­lar bir mu­si­ki­den, me­zar­lık üs­tü­ne ba­kan köy, ka­sa­ba ve mek­tep­ler­den ge­len mevt ve fe­na fel­se­fe­si ye­ri­ne aşk-ı ha­yat ika­me eden ye­ni bir fel­se­fe sok­ma­ya ça­lış­ma­lı.”
 
“Kim­se İşit­me­sin: Mil­let Düş­ma­nı­nız­dır”
Pe­ki mil­let kor­ku­su? Di­nin bir ‘araz’ ola­rak gör­dü­ğü et­ni­si­te­ler mut­lak ve ku­ru­cu bir de­ğer ha­li­ne gel­di­ğin­de, öte­ki et­ni­si­te­ler­le ça­tış­ma­sı ka­çı­nıl­maz ha­le ge­lir. Et­no-se­kü­ler mil­li­yet­çi­li­ğin ta­nım­la­dı­ğı Türk­lük, sa­de­ce İs­lam’dan ko­par­tıl­mış de­ğil­dir. O ay­nı za­man­da ‘ağa ve şeyh­le­rin hü­küm­ran­lı­ğı al­tın­da te­rak­ki ede­me­miş’, ge­ri ve il­kel et­ni­si­te­le­re de kar­şı­dır. Bu yüz­den Cum­hu­ri­yet mü­hen­dis­le­ri Ana­do­lu sat­hın­da ‘Türk’ten baş­ka bir şey gör­mek is­te­mi­yor­lar­dı.
İd­ris Kü­çü­kö­mer’in ak­tar­dı­ğı­na gö­re, Kur­tu­luş Sa­va­şı sı­ra­sın­da Garp cep­he­si ko­mu­ta­nı olan İs­met (İnö­nü) bir grup su­ba­ya yap­tı­ğı ko­nuş­ma­da şöy­le di­yor­du: “…İçin­de bu­lun­du­ğu­nuz va­zi­ye­ti bi­le­si­niz … Pa­di­şah düş­ma­nı­nız­dır. Ye­di dü­vel düş­ma­nı­nız­dır … kim­se işit­me­sin mil­let düş­ma­nı­nız­dır”. Bu düş­man ta­sav­vu­ru, genç Tür­ki­ye dev­le­ti ku­rul­duk­tan son­ra da de­vam ede­cek­tir. De­mek ki Cum­hu­ri­yet, mil­le­tin ken­di­sin­den kor­ku­yor. Ne­den? Çün­kü mil­let de­mek, bir ta­raf­ta din, öte ta­raf­ta et­ni­si­te öte­si bir kim­lik de­mek. Mil­let de­mek, Cum­hu­ri­yet eli­ti­nin ar­tık terk et­mek is­te­di­ği ta­rih de­mek.
1919’da ku­ru­lan ve ilk mec­li­sin çe­kir­de­ği­ni oluş­tu­ran Ana­do­lu ve Ru­me­li Mü­da­fa­a-i Hu­kuk Ce­mi­ye­ti, şu il­ke­den ha­re­ket edi­yor­du: “… bil­cüm­le ana­sır-ı İs­la­mi­ye yek­di­ğe­ri­ne kar­şı hür­met-i mü­te­ka­bi­le hiss-i fe­da­ka­ri ile meş­hun ve va­zi­yet-i ır­ki­ye ve iç­ti­mai­ye ve şe­ri­a­tı mu­hi­ti­ye­le­ri­ne ria­yet­kar öz kar­deş­tir­ler”.
İlk mec­li­sin giz­li otu­rum­la­rı­nın bi­rin­de ko­nu­şan Mus­ta­fa Ke­mal ise şöy­le di­ye­cek­tir: “Su­ret-i umu­mi­ye­de pren­sip şu­dur ki hu­dud-u mil­li ola­rak çiz­di­ği­miz dai­re dâ­hi­lin­de ya­şa­yan ana­sır-ı muh­te­li­fe-i İs­la­mi­ye yek­di­ğe­ri­ne kar­şı ır­kî, mu­hi­tî, ah­la­kî, bü­tün hu­ku­ku­na ria­yet­kar öz kar­deş­ler­dir. Bi­na­ena­leyh on­la­rın ar­zu­la­rı hi­la­fı­na bir şey yap­ma­yı biz de ar­zu et­me­yiz. Biz­ce kat’i ola­rak mu­ay­yen bir şey var­sa o da hu­dud-u mil­li dâ­hi­lin­de Kürt, Türk, Laz, Çer­kes ve­sa­ir bü­tün bu İs­lam un­sur­lar müş­te­re­kü’l-men­faa­dir”.
Kı­sa sü­re­de “ana­sır-ı İs­lam” ol­mak­tan kur­ta­rı­lan ve mua­sır me­de­ni­ye­tin bir aza­sı ola­rak ilan edi­len bu Türk mil­le­ti na­sıl bir mil­let­tir? Bu­ra­da­ki ‘Türk’ hiç de zan­ne­dil­di­ği gi­bi Kürt’ün ya da Arap’ın üs­tün­de ya­hut Ba­tı’ya mey­dan oku­yan bir Türk de­ğil­dir. Ta­rih ve me­kan al­gı­sı da­ral­mış, ken­di­ni mu­hay­yel bir geç­mi­şe ve ya­ban­cı bir ge­le­ce­ğe ait his­se­den bir Türk mil­le­ti. Ta­nı­mı hâ­lâ ya­pı­la­ma­mış, sa­bı­ka­lı bir mua­sır me­de­ni­ye­te dâ­hil ola­bil­mek için ne ol­du­ğu­nu bin yıl­lık bir tec­rü­bey­le or­ta­ya koy­muş İs­lam me­de­ni­ye­ti hav­za­sı­nı terk et­me­si ön­gö­rü­len bir Türk mil­le­ti. Bu­gün bu Türk­le­rin Laila’da va­tan kur­ta­ran­la­rı­na ‘be­yaz Türk’, va­roş­lar­da ömür tü­ke­ten­le­ri­ne ‘Te­le­vo­le Türk’ü’ di­yo­ruz!
 
Kor­ku­yu Doğ­ru Ta­nım­la­mak
Tür­ki­ye 20. yüz­yı­lın ne­re­dey­se ta­ma­mı­nı bu iki de­rin kor­ku­nun yol aç­tı­ğı psi­koz­la ge­çir­di. Kül­tü­rel ge­ri kal­mış­lık sen­dro­mu­nu, ta­ri­hin dı­şı­na düş­me kor­ku­suy­la bir­leş­ti­ren si­ya­sî elit­ler ve ay­dın­lar, te­va­rüs et­tik­le­ri din ve mil­let kor­ku­su­nu da­ha da de­rin­leş­tir­di­ler. Bu­gün kor­ku­ya kor­ku ek­le­yen Tür­ki­ye, iç ve dış düş­man­la­rın teh­dit al­gı­la­ma­la­rı kar­şı­sın­da her gün bi­raz da­ha ge­ri­li­yor ve “çıl­gın­la­şı­yor”. Son yıl­lar­da tek­rar nük­se­den komp­lo­cu­luk sal­gı­nı, Tür­ki­ye’nin ulus­la­ra­ra­sı sis­tem ta­ra­fın­dan yok edi­le­ce­ği kor­ku­sun­dan bes­le­ni­yor. Bu kor­ku­ya ce­vap ve­ren ses­ler, “Çıl­gın Türk­ler”i da­ha da bir çi­le­den çı­kar­tı­yor; on­la­rı her­ke­sin ve her şe­yin kar­şı­la­rın­da ve düş­man ol­du­ğu bir pa­ra­no­ya­ya sü­rük­lü­yor. Oy­sa kor­ku­yu yen­me­nin ilk şar­tı, onu doğ­ru ta­nım­la­mak.
Ame­ri­kan Baş­ka­nı Ro­ose­velt, 1930’la­rın zor gün­le­rin­de “kork­ma­mız ge­re­ken tek şey kor­ku­nun ken­di­si­dir” de­miş­ti. Fa­kat kor­ku te­mel bir gü­dü ol­du­ğu­na gö­re, on­dan kur­tul­ma­ya de­ğil, onu “ida­re” (ma­na­ge) et­me­ye ve yö­net­me­ye ça­lış­ma­mız ge­re­ki­yor. ‘Kor­ku yö­ne­ti­mi’ de­di­ği­miz şey, ön­ce ne­den kork­ma­mız ge­rek­ti­ği­ni tes­pit et­me­mi­zi, son­ra bu kor­ku kar­şı­sın­da ne ya­pa­ca­ğı­mı­zı be­lir­le­me­mi­zi ifa­de edi­yor. Ne­den kor­ka­ca­ğız? Tür­ki­ye’nin de­rin din ve mil­let kim­lik­le­rin­den mi kor­ka­ca­ğız? Yok­sa bun­lar­dan duy­du­ğu­muz kor­ku­nun biz­de aç­tı­ğı ya­ra­lar­dan mı?
Tür­ki­ye bu­gün hü­kü­me­tiy­le, ay­dı­nıy­la, or­du­suy­la, med­ya­sıy­la, işa­da­mıy­la, aka­de­mis­ye­niy­le bu so­ru­la­ra doğ­ru ce­vap­lar bul­mak zo­run­da. Tür­ki­ye’nin ye­ni si­ya­sî di­li, bu ce­vap­lar üze­rin­de yük­se­le­cek. Ken­din­den kork­ma­yan bir Tür­ki­ye, sa­hih kor­ku­la­rı­nı ye­ni­den keş­fe­de­cek. Ve bel­ki de şöy­le di­ye­cek: Biz es­ki­den bir dos­tu in­cit­mek­ten kor­kar­dık. “Ye­rin ku­la­ğı var” de­nil­di­ğin­de “vic­da­nı­mı­zın ku­la­ğı var” ma­na­sın­da bir şey­ler an­lar­dık. Bi­ri­si­nin “ho­ro­zu­na hışt!” de­yin­ce, kom­şu­mu­zu in­cit­miş ol­mak­tan kor­kar­dık. “On­la­ra öf bi­le de­me­ye­cek­sin!” buy­ru­ğu­nu du­yun­ca, an­ne-ba­ba­yı in­cit­miş ol­mak­tan kor­kar­dık. Biz es­ki­den Al­lah’tan kor­kar­dık. Din ve mil­let kor­ku­su­nu yen­mek için, ne­den ni­çin kork­tu­ğu­mu­za se­lim bir akıl ve hür bir vic­dan ile ye­ni­den ka­rar ver­me­miz ge­re­ki­yor.

Paylaş Tavsiye Et