Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Türkiye’de kamu girişimciliğinin doğuş hikayesi
Melikşah Utku
“EĞER memleketin sanayileşmesini ve milletin muhtaç olduğu refahı bazı hususî teşebbüslere ve bu teşebbüslerin dayandığı sermayeye bırakmak lâzım gelirse, lâakal iki asır daha intizar devresi geçirmekliğimiz lâzımdır.”
Yukarıdaki cümle, devletçiliğin ivme kazandığı yıllarda, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde özel kesimin sözcülüğünü yapmış olan Celal Bayar’ın dudaklarından dökülmüş. Bayar, Türkiye’de iktisadî devletçiliği somut bir politika haline dönüştürmüş olan Mustafa Şeref’in ardından, özel sermaye çevrelerinin desteği ile iktisat vekili olmuş bir isim.
Büyük Buhran’ın tüm dünyayı sardığı bir dönemde hızla devletçiliğe yönelen Türkiye’de, yaklaşık beş yıllık hazırlık döneminin ardından oluşan bir atmosfer bu. Bu atmosfer, Cumhuriyet tarihinin ilk kapsamlı sanayileşme hamlesinin başlamasına imkan sağlamış. Tabii olarak bu hamlenin bel kemiğini devletin iktisadî teşebbüsleri oluşturmuş.
Şüphesiz ki, Türkiye’nin ilk kamu iktisadî teşebbüslerinin 1930’larda kurulduğunu ileri süremeyiz. 19. yüzyılda birbiri ardına kurulan İmalât-ı Harbiye Fabrikaları, Osmanlı Türkiyesi’nin ilk ölçekli sınaî kuruluşları olarak Cumhuriyet dönemine devredilen iktisadî miras içinde ciddi bir yer tutar. Bugün bir kültür merkezi olarak umuma açılan meşhur Feshane’nin de aralarında olduğu bu işletmelerin, kapsamlı bir kalkınma politikasının parçası olmayıp, büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nin ve ordusunun temel ihtiyaçlarını üretmeye yönelik olarak tasarlandıkları açıktır. Öte yandan Osmanlı iktisat tasavvurunun ciddi bir kırılmaya ve dönüşüme uğradığı 19. yüzyılda, bu fabrikalar hem geleneksel iaşecilik anlayışına, hem de o tarihlerde sıkça telaffuz edilen sanayileşme olgusuna uygun düşmüştür.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu fabrikaların asıl yekûnu oluşturduğu sanayi işletmeleri, Devlet Sanayi ve Maadin Bankası’na devrolunmuştu. 1925’te kurulan banka bu işletmeleri yürütecek, ancak yeni girişimlerde bulunamayacaktı. Esasen bankanın söz konusu işletmeleri bir müddet sonra özel sektöre devretmesi amaçlanmıştı. Beş sene sonra koyu bir devletçiliğin hâkim olacağı Türkiye Cumhuriyeti’nde belli başlı sanayi işletmelerinin özel sektöre devrinin bir ikilem olduğu ifade edilebilir.
Ne var ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel kesime belli bir önemin verildiği, kalkınmanın özel sermaye eliyle temin edilmesi gerektiği ve bu çerçevede millî bir burjuvaya ihtiyaç olduğu sık sık ifade edilmiştir. Nitekim İzmir İktisat Kongresi’nde ön plana çıkan sonuç budur. Kimileri bu söylemi, İstanbul tüccar zümresinin kongreye hâkim olduğu gerekçesine bağlamış, böylece rejimi kuranların daha baştan devletçiliği arzuladığını ima etmiştir.
Bu iddiaya rağmen ilk dönemde uygulamaya konulan politikalar, gerçekten de kongrenin nihaî görüşüne uygundur. Bir taraftan savaştan çıkmış bir ülkenin başta ulaşım ve nakliye olmak üzere temel altyapısı tesis edilirken, diğer taraftan özel kesimin sermaye birikimini teşvik edecek uygulamalar devreye sokulmuştur. Bu çerçevede özel kesimin örgütlenmesini temin etmek maksadıyla Odalar Kanunu, 1927 yılında 1913’tekinin devamı niteliğinde Teşvik-i Sanayi Kanunu ve 1929’da yerli üreticiyi koruma maksatlı Gümrük Tarifesi hep bu yönde atılmış adımlardır.
Ancak bu uygulamalar çeşitli nedenlerle arzulanan sonuçları temin edemeyecektir. Her şeyden önce girişimcilik bir kültürdür ve devletin sunduğu imkânlara erişim tahmin edildiği kadar kolay değildir. Teşviklerden faydalanmaya çalışan dosyalar ya yeterli etüt çalışması yapılmamış ham fikirlerden oluşmakta ya da bir başkasının yapmaya çalıştığı projeyi taklit etmekteydi.
Yine sürecin hızla gelişmesini engelleyen bir başka unsur da, Büyük Buhran sebebiyle pazar imkânlarının daralmasıydı. Bu süreçte çoğu zaman yurt içinde üretmek yerine ithal etmek cazip olmuştur. Bunun en bariz örneği, Cumhuriyet’in ilk fabrikası unvanını taşıyan Alpullu Şeker Fabrikası’dır. Büyük teşvikler, vergi muafiyetleri ve tekel ayrıcalığıyla Halk Fırkası’na yakın üç girişimci tarafından devlete kurdurulan fabrika (fabrikanın büyük ortağı devlet olmakla birlikte işletme hakkı özel kesime verilmişti), buhran yıllarında ortakların şeker ithalatına yönelmesiyle devlete devredilmişti.
Sunulan devlet imkânları karşısında sanayileşme konusunda yaşanan bu zorluklar ve atalet, devletçilik ülküsünün hızla benimsenmesine zemin hazırlar. Sanayileşmede mesele hammaddeyi üretime, üretimi ise pazara bağlayabilmek olarak algılanır. Ülkede hammadde vardır, pazar ise oluşmaktadır. Öyle ise geriye teknik bilgi ve sermaye oluşumu kalmaktadır. Özel kesim sermaye birikimini temin edemiyorsa bunu devlet yapacaktır.
Nitekim 1931’de devletçilik resmen ilan edilir. İktisat Vekili Mustafa Şeref, devletçiliğin özel kesim için bile hayırlı olduğu ve ekonominin millî kalabilmesi için elzem olduğu iddiasını ekonomideki egemen noktalar tezi ile açıklar:
“İktisadiyatta muayyen hâkim noktalar vardır. Eğer o hâkim noktaları liberalizmin anarşik vaziyetine terk edecek olursak, efendiler, on seneden beri istihsal edilmiş olan neticelerin hepsi de bir senede bertaraf edilmiş olacaktır.”
Bununla birlikte Mustafa Şeref’in devletçiliğine karşı ciddi bir direnç oluşur. İktisat vekili istifa etme noktasına gelir ve bir müddet sonra da vefat eder. Yeni İktisat Vekili Celal Bayar ile bir ara çözüme ulaşılır: “Bütün millî menabii kuvva” – yani devlet girişimciliğini ve sanayileşme sürecinde kamu etkisini arttırırken özel kesimin küçülmesini engellemek ve bilakis bu sürece eklemlemek. Sanayi hareketinin gövdesi kamu olacak, bunu yaparken özel sermayeye de pay verecektir.
1933’te devreye sokulan Sümerbank modeli bunun en somut göstergesidir. Bu çerçevede özel kesimin de ortak olduğu bir dizi kamu işletmesi kurulur ve faaliyete geçer. Ancak Alpullu Şeker Fabrikası örneğinde görülen durum bir daha söz konusu olmayacaktır. Sümerbank çatısı altında kurulan işletmeler tamamen kamu işletmeleri olarak faaliyet gösterir ve özel kesimle işbirliği kâğıt üzerinde kalır. Bir müddet sonra da bu girişimler, devlet bütçesinden bağımsız, yarı-özerk yapılar haline sokulur. 1938 yılında çıkarılan İktisadî Devlet Teşekkülleri yasası, bu yapıyı 1980’lere dek taşıyacak temeli atmış olur. 1950’ye gelindiğinde KİT’ler, veya o günkü haliyle İDT’ler, imalat sanayi toplam katma değerinin yarısına yakınını üretmektedir.
Tabiatıyla bu oran, Türkiye’de özel kesimin sınaî faaliyetlerinin etkinliği arttıkça azalacaktır. Ancak 1980 sonrası yaygın özelleştirme söylemine rağmen devletin KİT’ler üzerindeki hasisliği uzunca bir süre devam edecektir.
Alıntılar Bilsay Kuruç’un Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi kitabındandır.

Paylaş Tavsiye Et