Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
‘Kart, Kurt, Kürt’ten ‘Kürt Sorunu’na

 

Arkadaşlar, geçtiğimiz ayın TOPLUYORUM’unda pek çok meseleyi ele almış, ancak tam da söz yükselen PKK terörüne gelmişken vaktimiz bitmişti. Biz de, hatırlarsanız, meselenin tartışılmasını bu aya ertelemiştik.
İyi ki de öyle yapmışız, çünkü bu ay PKK terörünün ötesinde, Kürt meselesi ile ilgili önemli gelişmeler yaşandı. Başbakan Erdoğan, PKK’ya silah bırakma çağrısı yapan bir grupla Başbakanlık’ta görüştü. İş o kadar karmaşık ki heyetin ne şekilde adlandırılacağı bile polemik konusu oldu. Aydın mı, kanaat öncüsü mü, entelektüel mi, ne diyeceğimize bir türlü karar veremedik.
Erdoğan’ın Diyarbakır’da Kürt meselesinde devlet geleneği açısından radikal sayılabilecek adımlar atması bence gerçekten önemli: ‘Kürt sorunu’ dedi, geçmişte hataların yapıldığını kabul etti ve sorunun demokrasi eksikliğinden kaynaklandığını vurguladı.
Evet, doğru. Bence, biz de kendimizi PKK terörü ile sınırlandırmayalım ve konuyu bir bütün olarak enine boyuna tartışalım. Hem bu ay gündemimiz hayli sakin sayılır. Yeterince vaktimiz olacaktır herhalde.
Bence Başbakan’ın bu konuda söyleyecek fikri olan aydınlarla görüşmesi, bir tabunun yıkılması açısından önemliydi. Yani, bu Kürt sorunu olmuş, başka bir şey olmuş mühim değil. Önemli olan, devletin düşünen insanların düşüncelerinden istifade etmeye çalışması. Şu ana kadar devlet hep izole olmuş bir üst kurum görüntüsü sergiledi. Devletin kendi danışmanları vardı. Her şeyin en iyisini bu danışmanlar bilirdi. Devletin, özerk aydınların düşüncelerine ilgisi sadece o fikirleri denetleme ile sınırlı kaldı.
Bu konuda çok fazla iyimser olmamalısın. Zira, Başbakan’ın bu aydınlarla gerçekten onların fikirlerinden istifade etmek için mi, yoksa kamuoyuna bir mesaj vermek için mi görüştüğünü ben pek anlayabilmiş değilim. Ama her şeye rağmen, bence de bu görüşme olumlu bir gelişme.
Sen “devlet her şeyin en doğrusunu biliyor” derken Kenan Evren’in bu konudaki ‘bilimsel’ görüşünü anımsadım birden: “Aslında Kürt diye bir şey yoktur, dağ Türkü vardır… Kürt adı dağdaki bu insanların karda yürürken çıkardıkları kart kurt kürt seslerinden neşet etmiştir.”
Başbakan’ın Diyarbakır’da sözünü ettiği geçmişte yapılan hatalardan biri de Evren’in bu tespitidir eminim. Her neyse, ben meseleyi biraz daha açmak istiyorum. Bugün Türkiye’nin yanı başında yeni bir devlet kuruluyor. Gerçi beklentiler bu devletin şu ana kadar kurulmuş olacağı yönündeydi, ama Kürtler zannedilenden daha serinkanlı davrandılar ve akıllı çıktılar. Bir an önce bir Kürt devleti kurup birçok şimşeği üzerlerine çekmek yerine, gevşek bir federasyonun içerisinde, onun etkili bir unsuru olarak yer alıp uzun vadede daha kazançlı çıkabilecekleri bir noktaya getirdiler işi. Unutmayalım ki, bölge pek çok gücün ilgi sahası içinde. Çünkü petrol ve su var. Dahası, dört ülkeyi (Türkiye, İran, Suriye ve Irak) birden karıştıracak jeopolitik bir potansiyel var. Ve hatta İsrail’in bölge üzerinde, kimilerince teolojik kimilerince ise gayet pragmatik, emelleri var.
200 bin civarında Yahudi Kürdün son zamanlarda bölgeye yerleştiği yönünde haberler geliyor. Dış dünya ile, özellikle de finans çevreleri ile, bağlantısı olan bu Yahudi Kürtler, bölgedeki yerli Kürtlerle iş ortaklıklarına giriyorlar.
Bugün Irak’ın en istikrarlı bölgesi Kürtlerin yoğun yaşadığı Kuzey Irak. Aldığımız duyumlara göre bu bölgede altyapı yatırımları yoğun bir şekilde devam ediyor. Eğer bu istikrar devam ederse, petrol gelirlerinin de etkisiyle, on beş yirmi seneye kalmaz Kuzey Irak, çevresi için bir cazibe mekânı haline gelebilir. Şu ana kadar, Kuzey Irak’taki Kürtlerin ekonomik refahı, çevre ülkelerdeki ve özellikle de Türkiye’deki Kürtlerin ekonomik refahının hep gerisinde kaldı. Ancak tahminlerimiz doğru çıkarsa bu durum değişeceğe benziyor. Bu da Türkiye açısından oldukça riskli bir durum ortaya çıkarıyor.
Bir şey daha ekleyeyim. Ben Amerika’nın ve müttefiklerinin Kuzey Irak’ta, Irak’ın geri kalanı için örnek bir bölge oluşturmak istedikleri kanaatindeyim. Çünkü Amerika içerisinde de Irak’tan çekilme taraftarlarının sayısı ve etkinliği gün geçtikçe artıyor. Irak ise bir bütün olarak güven ve istikrardan çok uzak. Amerikalılar, eğer çekileceklerse, ancak örnek bir bölge geride bırakarak Irak’tan çekilmeyi düşünüyor olmalılar. Bunun için de, Kuzey Irak için hiçbir masraftan kaçınmayacaklarını zannediyorum.
Geçen hafta Neo-con’ların yayın organı olan Weekly Standard’da William Kristol, Irak’tan çekilme yönünde işaretler verdiği için Savunma Bakanı Rumsfeld’e veryansın ediyordu. Demek ki, Amerikalılar da çekilmeyi en azından bir opsiyon olarak göz önünde bulunduruyorlar.
Neyse, ne diyordum? Kuzey Irak ile Güneydoğu arasında, Kuzey Irak’ın lehine bir refah dengesizliği Türkiye açısından büyük bir risk taşıyor. Dolayısıyla da ben hükümetin şu anda devreye girmesini oldukça anlamlı buluyorum. Güneydoğu’nun rahatlatılması lazım. Bu rahatlama nereye kadar gider onu bilemiyorum.
Apo’nun serbest bırakılmasına kadar gider mi, dersin?
Gider mi, gider! Hiç belli olmaz. Devletin Apo’ya bakışının görünenden daha karmaşık olduğunu zannediyorum. 2003’te Radikal’de Neşe Düzel Avni Özgürel ile bir mülakat yapmıştı. O mülakatta Özgürel, devletin PKK’yı Apo’nun yönetmesinden yana olduğunu söylemişti. Bugün de hapiste olmasına rağmen Apo’nun PKK üzerindeki etkisi hâlâ sürüyor. Ben, devletin buna bile bile göz yumduğunu düşünüyorum. Çünkü devlet Apo’yu tanıyor. Nerede, nasıl adım atacağını, reflekslerini, yöntemlerini biliyorlar. Hakkında hiçbir bilgileri olmadığı birinin PKK’yı yönetmesindense, her şeyini bildikleri birinin onu yönetmeye devam etmesini istemesi devlet açısından son derece mantıklı geliyor bana.
Ben hükümetin bu girişiminin çok da planlı ve programlı olduğunu zannetmiyorum. Daha önceki pek çok konuda olduğu gibi bunda da hükümetin gerekli alt yapıyı ve hazırlığı yapmadan, günü kurtarmaya yönelik bir adım attığı kanaati hâkim oluyor bende. Nitekim, Başbakan’ın demokratikleşme ile neyi kastettiği belli değil. Bir taraftan ‘Kürt sorunu’ diyerek Kürtlerin etnik kimliğini tanırken, diğer taraftan ‘tek millet, tek bayrak’ diyerek bu etnik kimliği reddeden ulusalcı bir söylem benimsiyor. Doğrusu, benim kafam hükümetin bu girişimi konusunda biraz karışık.
AK Parti’ye haksızlık etmeyelim. Hangi partinin bu konuda etraflı bir programı var ki? Partilerin şu ana kadar bölge ile ilgili programları, etkin aşiretlerle ilişki kurarak oy tabanlarını artırmaya yönelik olmuş hep.
İyi de, iki eksi ancak matematikte bir artı eder. Hükümetin attığı bu adım, oldukça radikal bir adım. Şimdi mantıklı insanın şunu düşünmesi lazım. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en hassas sorunlarından birinde, daha önceki hükümetlerin hep almaktan sakındıkları bir inisiyatif alarak radikal bir adım atacaksın. Ve şu ana kadar bu konuda bir planın, programın, söylemin olduğuna ilişkin kamuoyuna hiçbir şey yansımayacak. Doğrusu bunu benim aklım almıyor.
Atılan bu adımın planlı, programlı olmadığı konusunda haklı olabilirsin. Ama bu adımın anlamsız olduğunu söyleyemezsin. Bence AK Parti Kürt meselesinde köşeye sıkıştırılacağını önceden gördü. Zaten pek çok meselede AK Parti devlet ile özdeşleştirilmişti. Bu konuda, ordunun inisiyatif almasına fırsat vermeden, sivil bir adım atarak, kamuoyundaki itibarını artırmayı düşündü. Kendisini devletin mesafeli duruşundan ayrıştırmak istedi.
Bakın arkadaşlar, meselenin özünde bir siyasî kimlik problemi var. Dolayısıyla da ben konuşmayı biraz o tarafa çekmek istiyorum. Siyasî kimlikler zamanın şartlarına göre daralır ya da genişler. Bunu daha açık görebilmek için, yüz yıl öncesine gidelim. Yıl 1905. Daha Balkan Savaşları olmamış. Devletin yöneticileri, yeni unsurlar ortaya çıkmakla beraber, İslamlık ve biraz da Osmanlılık üzerinde duruyorlar. Yani biz Müslümanız ve Osmanlıyız. Henüz Türklük vurgusu yapılmıyor. Öte yandan Osmanlı devleti Avrupa’dan adım adım geri çekiliyor. Bu önemli bir husus. Zira Osmanlı, Balkanları Avrupa sayarsak, aslında bir Avrupa devleti. Avrupa üzerindeki hâkimiyet ise sona eriyor. Böyle bir durumda gerçek olan yerini düşe bırakır. İşte devletin böyle küçüldüğü bir sırada Turancılık ve Türklük böyle bir düş imkanı verdi Osmanlı insanına. Avrupa’dan kovulan Osmanlı eliti Asya’da bir Turan ülkesi kurabileceğini düşündü. Fakat bir süre sonra o ülkenin de kurulamayacağını hissedince, Osmanlı eliti Anadolu’yu ve Anadoluculuğu yüceltmeye, yani Anadolu Türklüğüne, tabir caizse, fit olmaya başladı. Avrupa kayboldu, Asya ise erişilemeyecek kadar uzak. Öyleyse bizim vatanımız Anadolu’dur. İşte bu gerçek Osmanlı elitinin kafasına dank ettiği esnada vatan olarak Anadolu ve kimlik olarak da Anadolu Türklüğü kutsanmaya başladı. Bugün itibari ile belki bu son derece anlamsız bir tercih. Ama bana sorarsanız o gün için gayet anlamlıydı ve Osmanlı insanını tehlikeli bir nihilizmden kurtardı. Şimdi başka bir süreç yaşıyoruz. Bu sürecin gereğince şimdi bu siyasî kimliği farklı bir şekilde esnetmemiz lazım. Şu ana kadar Anadolu Türkçülüğü fazla bir problem olmadı. Hatta dediğim gibi bu kimliğin bir işlevi de vardı. Ama bugün geldiğimiz noktada işler değişti. İşte Irak’tan gelen dalgayı nereye koyacağımızı bilemedik, bilemiyoruz.
Siyasî kimliğimizi esnetelim derken neyi kastediyorsun?
Mevcut siyasî kimlikleri muhafaza ederek, bir üst kimlikte uzlaşalım demek istiyorum. Şimdi bu sözlerimi okuyan bazıları eminim ki beni ümmetçi, yeni-Osmanlıcı, şucu ya da bucu olarak nitelendirecek. Ama aynı insanlar Avrupa Birliği ile ilişkileri artıralım dendiğinde “Avrupalılar gâvur” demeye başlıyorlar ve AB sürecine ilk kendileri karşı çıkıyorlar. Yani Türkiye’nin siyasî eliti köşeye sıkışmış durumda. Yüzyıl önce Osmanlı elitinin yaptığı açılımı yapacak cesareti yok. Büyük bir şirket yürüyemez olunca küçülerek varlığını devam ettiriyor. Türkiye’deki insanların yaptığı yüz yıl önce buydu. Aslında bütün pozitivist esinlenmelere, bütün laik söyleme rağmen Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulurken temel aldığı unsurun ne olduğunu doğru anlayacak olursak önemli bir açılım sağlayabiliriz.
Neydi Türkiye’nin temel aldığı unsur? Kurgulanmış bir Türk ulus kimliği değil mi?
Hayır; Türkiye ulus devletinin temel unsuru Müslümanlıktı.
Hoppala, bu da nereden çıktı? İslam kimliği ile hesaplaşarak kurulmadı mı devlet?
Siyasal anlamda öyle ama kimlik olarak öyle değil. Nüfus mübadelesi politikasını düşünün. Müslüman olmayan Anadolulu unsurlar dışarıya gönderilirken Balkanlar’daki Müslümanlar ‘Türkleştirilerek’ içselleştirildi. Laz, Gürcü, Abaza, Çerkez, Arnavut, Arap ve nihayet Kürtler; yani Müslüman Osmanlı tebaaları ‘Türk’ kabul edildi. Nüfus cüzdanlarında ‘din’ hanesinin olması, toplumun dinine göre tasnif edilmesi, azınlık kabul edilme kriterinin gayrimüslimlik olması hep bunun sonucudur. Hatta 20 yıl sonra, laik totalitarizmin doruklarda olduğu bir dönemde yürürlüğe sokulan Varlık Vergisi uygulaması bile din temelinde şekillendirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, aslında 20. yüzyılın başındaki bir projenin revize edilmiş halidir. Fakat yüz yıl önce makul olan bu tercih bu haliyle yürütülemez bir tercih artık. Bununla, bu tercihin 180 derece zıddını kabul edelim demek istemiyorum. O kimliği bugün farklı bir noktaya doğru götürmemiz lazım, diyorum.
Bu söylediğin aslında Avrupa’da da yaşandı. 19. yüzyılın başlarında İtalya diye bir entite yoktu. Floransalılar vardı, Cenovalılar vardı. Baktılar ki, Prusya doğuyor, Fransa zaten büyük bir devlet. Napolyon bir ara çıkmış her tarafı ele geçirmeye çalışıyor. Latince konuşan Avrupa’nın güneyindeki bu şehir devletleri artık birer şehir devleti olarak ayakta kalma imkanları kalmadığını anlayınca Floransalılığın veya Cenovalılığın üzerinde bir kimlik sahibi olmaları gerektiğini düşündüler. Aynı şey Almanlar için de geçerliydi. Onlar da Prusyalılar önderliğinde bir Almanlığı çıkar yol olarak gördüler. İşte Avrupa’daki ulusal kimlikler büyük oranda böyle oluştu. Tıpkı yarım asır sonra Türkiye’de olduğu gibi. Avrupalılar birleşerek büyüdüler, büyüdükçe yeni bir kimlik oluşturdular. Osmanlılar ise küçülerek kimliklerini belirlediler. 20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde bu sefer bu üst kimlikler, yani Almanlık, Fransızlık, İtalyanlık problem olmaya başladı. Bu sıkıntıyı aşmak içinse yeni bir üst kimliğe başvurdular. Ve Avrupalılık işte böyle bir sürecin neticesinde meydana geldi. Tabi bu sancısız bir süreç olmadı. Hâlâ alt kimlikler varlığını koruyor. Mesela bugün İtalya’da hâlâ Floransalılık, İtalya’nın diğer bölgelerine göre daha bir medenîlik anlamına geliyor. Ama Floransalılığından memnun insanlar, bir üst kimlik olan İtalyanlıktan ve hatta onun da üstünde Avrupalılıktan gocunmuyorlar.
Bu söyledikleriniz Türkiye için kolay şeyler değil. Türkiye bu tür radikal değişimlerden korkuyor. Bunu da anlamak lazım. Düşünün bir kere: Çok kısa bir zaman içerisinde dünya devi Sovyetler Birliği dağıldı. Demir Perde çöktü. Yugoslavya ve Çekoslovakya tarih oldu. Komşumuz Irak Kuveyt’i işgal etti, karşılığında da Amerika ve müttefikleri tarafından işgal edildi. Şimdi parçalanmanın, belki de yok olmanın eşiğinde. Tüm bunlar uzunca süren bir gerilim döneminin ardından geldi Türkiye için. Bu gerilim döneminin öncesi ise başka bir travma: Altı yüz yıllık Osmanlı dağıldı. Elde olanı ne yapıp edip muhafaza etme refleksi o günden bugüne Türk siyasî elitinde hep var olageldi. Siyasî kimliğin esnetilmesi tavsiyesi bence makul. Ancak bu bir var olma tercihi. Yani, yanlış yaparsan batarsın, yok olursun. İşte Türk siyasî eliti böyle zor bir tercihle karşı karşıya. O nedenle kolay değil diyorum.
İyi diyorsun, ama artık bıçak kemiğe dayandı. Türkiye’nin yanıbaşında yeni bir Irak devleti kuruluyor. Devletin üç kurucu unsuru ve iki dili var: Sünni Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar ile Arapça ve Kürtçe. Dahası bu ülkenin Türkiye sınırında ‘Kürdistan’ denilen, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir coğrafya var. Eğer Türkiye’nin Kürtleri Trakya’da yaşıyor olsalardı, böyle bir Irak devletinin kurulması bizim için büyük bir sorun olmayacaktı. Ama öyle değil. Mevcut söylem ile elde olanı muhafaza edebiliyorsan, buyur et. Ama yok edemiyorsan, ki edilemiyor olduğunu görmek için kahin olmak gerekmez, o zaman sorumluluk al ve yapılması gerekeni yap.
Bence mesele sizin söylediğiniz kadar dramatik değil. Sonra, bu dert bir tek bizim başımızda değil ki. İşte İngiltere ile Kuzey İrlanda, İşte Azerbaycan ile İran Azerbaycan’ı. Kürt kimliği şöyle veya böyle oluştu ve hızla da gelişiyor; kendini besliyor. Kendisi için, ta Medler’e kadar geri giden bir tarih bile yazıyor. Dahası dış güçler tarafından sürekli manipüle ediliyor. Karşıda da bundan daha güçlü ve köklü bir Türk kimliği var. Dolayısıyla bu noktadan sonra, bir üst kimliğin taraflarca benimsenebileceğini zannetmiyorum.
Yanlış anladıysam düzeltin lütfen. Anladığım kadarıyla üst kimlik ile İslam’ı kastediyorsunuz, değil mi? Ama İslam Kürt kimliğinin bir parçası değil ki? Bugün Irak’ta en seküler kesimi Kürtler oluşturuyor. Anayasa hazırlığı tartışmalarında, Şiiler tarafından öngörülen Anayasa’da hukuk için İslam’ın temel referans noktası olması prensibine en fazla Kürtler karşı çıkıyorlar. Diğer taraftan Türk devleti de zannedildiği kadar seküler değil. Devlet zannımca hâlâ İslam’a birleştirici ve bütünleştirici bir unsur olarak bakıyor.
Türk siyasî seçkinlerinin İslam’a bakışı noktasında sana katılıyorum. Fonksiyonel anlamda, bu seçkinler grubu sınırlı bir alanda İslam’ın var olmasını olumlu görüyorlar. Ancak Kürtler hakkında söylediklerini biraz ihtiyatla karşılıyorum. Her şeyden önce, Irak’ta anayasa tartışmalarına Kürt halkı değil, Kürt seçkinleri katılıyor. Ve bu seçkinler de başa demokratik bir sürecin sonunda, halkın reyi ile gelmiyorlar. Dolayısıyla bu seçkinler grubunun özellikle İslam ile ilgili hususlarda Kürt halkını temsil ettiğini zannetmiyorum. Sonra işin içinde bir de Amerika faktörü var. Bugün Kürtlerin siyasî anlamda varlığı Amerikan desteğine bağlı. Yani Kürtler siyasî arenada var olabilmek için Amerikalılara muhtaç. Bu nedenle, anayasa tartışmalarında Kürtlerin kendi görüşlerinden ziyade Amerikalıların görüşlerini yansıttığını düşünebiliriz.
Ben de aynı kanaatteyim. Günümüz dünyasında, özellikle Müslüman toplumlarda halk ile seçkinleri her zaman birbirinden ayrı düşünmeliyiz. Türkiye’de öyle değil mi sanki! Bence elimizde anayasa tartışmalarından daha güvenilir başka bir gösterge var. Biliyorsunuz Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi siyasî açıdan yekpare bir yapı değil. Bir kısmı Barzani’nin, diğer kısmı ise Talabani’nin kontrolü altında. Seçimlerde de Barzani’nin kontrolü altındaki bölgede Barzani’nin partisi birinci olurken, Talabani’nin kontrolü altındaki bölgede ise Talabani’nin partisi birinci oldu.
Elbette öyle olacak, bundan daha tabii bir şey olabilir mi? Ne var bunda?
Bırak da sözümü tamamlayayım. Bunda bir şey yok. Asıl önemli olan, bu iki bölgede hangi partinin ikinci olduğu.
Herhalde, Barzani’nin bölgesinde Talabani; Talabani’nin bölgesinde de Barzani’dir.
Hayır işte! Her iki bölgede de ikinci olan parti İslamcı parti. Yani demek istediğim, her türlü siyasî kargaşaya rağmen İslam hâlâ belirleyici bir yere sahip Kürtler arasında da. Ve özgür seçimlerin olduğu bir ortamda, bu hissiyat kendini gösterebiliyor.
Bence Kürt sorunu dediğimiz şey tamamen ekonomik bir sorun. Bölgenin ekonomik refahını artırmak gerekiyor. Başka türlü bu sorun çözülemez. Ama doğuya bir bakın. Yıllardır hiçbir değişiklik yok. On yıl önce de aynıydı, kırk yıl önce de aynıydı. Kürtler İstanbul’a ve diğer büyük kentlere gelerek hayatlarını burada devam ettirmek istiyorlar. Kürtlükten bıkmışlar yani. Buralara geliyorlar, çünkü bulundukları coğrafyada yapacak işleri yok. Büyük şehirlere gelemeyenlerse her türlü manipülasyonun aracı olabiliyorlar.
Bence o kadar basit değil. Senin söylediğin gibi meseleyi ekonomik bir sorun olarak görüp, bölgeyi tüm imkanları zorlayarak kalkındırsak bile, sorun çözülemez. Hatta kanaatimce daha da tırmanır. Çünkü refah arttıkça kimlikler, hatta sınıfsal anlamda devrim yapma arzusu giderek şiddetlenir. Senin fark etmediğin şöyle bir gerçek var: Tarih boyunca Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki şehirlerin merkezleri esas itibariyle Türk olmuştur, Kürt olmamıştır. Ama çevre genelde hep Kürt idi. Sonra göçler başlayınca, şimdi artık şehir merkezleri de Kürtleşmiş durumda. Otuz, otuz beş sene öncesine kadar dediklerin doğru idi. Kürtler fakirdi, yoksuldu, işsizdi. Fırsatını bulan batıya, büyük şehirlere kaçıyordu. Ama durum artık öyle değil. Kürtler doğuda şehir merkezlerine yerleştiler. Nispeten zenginleştiler, modernleştiler, burjuvalaştılar. Zenginleştikçe ve modernleştikçe de siyasî anlamda kimlik bilinçleri arttı.
Ben söylediklerimi biraz daha açmak istiyorum. Ben üst kimlik derken, Türk olmayalım, Kürt olmayalım, ama başka bir şey olalım demek istemiyorum. Bunun mümkün olmadığının ben de farkındayım. Ben her iki kimliği de ihata edecek başka bir kimliğe daha fazla vurgu yapalım diyorum. Bu coğrafî bir kimlik olabilir. Mesela Batı Asyalılığımızı öne çıkarabiliriz. Bunun için Türklüğümüzü ve Kürtlüğümüzü bırakmaya gerek yok. Tıpkı Almanların, Fransızların yarım asırdır Avrupalılığa vurgu yapmaları gibi. Bu üst kimlik coğrafî olabileceği gibi ideolojik de olabilir. Müslümanlığımızı öne çıkarabiliriz. Böyle bir yol bulamadığımız müddetçe, bu iki seküler elit arasında sıkışan iki Müslüman topluluk haline geleceğiz. Ve bunun bütün maliyetine katlanacağız.
Şu problemi görmüyorsun ama. Böyle bir projeyi ortaya attığın zaman Kürt tarafı diyecek ki, tamam, bunu oturup konuşalım. Ama önce bizim kimliğimizi bir tanıyın bakalım. Kimlik noktasında sizinle eşit bir pozisyona gelelim, ondan sonra üst tarafını konuşuruz. Ortaklık eşit unsurlar arasında olur, beni bir tanı, eşit hale geleyim. Sonra ortaklığı düşünürüz.
Ayrışma çift taraflı olarak kopuş psikolojisini beslemekten başka bir şeye yaramaz. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Ben ‘Kürt sorunu’ isimlendirmesini sorunlu buluyorum. Tabii Kürtlerin sorunları var. Ama bu ülkede yaşayan başkalarının da çok ciddi sorunları var. Etnik temelde ayrışmayı bir kere başlatırsak bu zincirleme reaksiyon gibi önü alınamaz bir şekilde gelişir diye endişe ediyorum. Kürtler Kürtlük bilincine ulaştıkça bu karşı tarafta Türklük bilincini güçlendirir. Etnik temelde kimlik tanımlama ve ayrışma tüpünden çıkan diş macunu gibidir; bir daha hiçbir zaman içeri sokulamaz. Bizim durumumuz sürekli kavga eden karı-kocaya benziyor. Adam bazen serkeşlik edip karısına kötü muamelede bulunuyor. Kadın da zaman zaman kavgada kocasına zarar veriyor. Hatta karakolluk bile oluyorlar. Ama ortada bir de çocuk var. Hayatlarının kolay olmadığını, acı çektiklerini kabul ediyorum ama bunlar evli kalmaya devam ettikçe aile yıkılmaz. Bütün sorunlara rağmen… Ama boşanma sözü bir kere telaffuz edildi mi artık geri dönüş olmaz. Başbakanın haklı olduğu bir husus var.
Belki de bu kadar acı veren bir evliliği devam ettirmemek gerekiyor diye düşünenler vardır.
Geçmişte pek çok hata yapıldı gerçekten. Arap kimliğinin, modern Türk kimliğinin nasıl kurgulanarak inşa edildiklerini hatırlayın. Kürtler de mağdur oldu, bunları inkâr etmeyelim. Ama bu hataları biz yapmadık ki, niçin bu hataların hesabını bizden soruyorlar. Biz burada makul bir çıkar yol arıyoruz. Kürt tarafının da bunu anlaması gerekir diye düşünüyorum. Aksi halde bu gemi batacak. Gemi batınca da ortada ne Türk kalacak ne de Kürt. Amerikalılar, İsrailliler bu çatışmadan nasıl nemalanacaklarını hesap edip duruyorlar.
Anlaşılan o ki bu meselede kafalar epey karışık. Ama benim görebildiğim kadarıyla birkaç noktada mutabakata ulaşılmış görünüyor. Her şeyden önce ortada gerçekten de bir sorun var. Uluslararası şartların dayatmasıyla da bu sorunun çözümüne ilişkin acilen bir adım atılması gerekiyor. Dahası, şu ana kadar uygulanan politikalar çözümü daha da zorlaştırmaktan öteye gidemedi. Ayrılmaktan, ayrışmaktan, bu süreci hızlandıracak tanımlamalardan sakınmak şart. Siyasî kimlikleri ihata edecek bir üst kimlik ortak paydasının imkanlarını aramak gerek.

Paylaş Tavsiye Et