Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
ANAP’tan AKP’ye liberalizm
Fahrettin Altun
LİBERALİZM kavramı ne kadar da müphem, ne kadar da netameli bir kavram. Bu müphemiyetin başlıca sebebi kendilerini liberal olarak niteleyen entelektüellerin kendilerinden önceki liberal bakiyeyi bir türlü sahiplenmek istemeyip, sahih liberalizmi hep kendileri ile başlatıyor olmaları. Bu durumun bir başka sebebi de liberalizmin özündeki tarih ve toplum dışı tasavvura rağmen, farklı toplumlarda ve farklı tarih dilimlerinde birbirinden çok farklı şekillerde temsil edilmiş ve edilmekte oluşu.
Hele bir de liberalizmin Türkiye’deki serencamına dair kafa yoruyorsak, o zaman işin içerisine giren “Türk liberalizm(ler)i” dolayısıyla durum daha da çetrefil bir hal alıyor. Çok şükür ki bu yazının amacı bu liberalizmleri tartışmak değil. Bu girişi yapmaktan muradım, liberalizmi tartışırken ne kadar istesek de, yekpare bir liberalizm tahlili yapmış olmadığımızı, onun yerine siyaset ve düşünce sahnesindeki liberal unsurları, yönelimleri ve aktörleri tartışmış olduğumuzu ikrar etmek. Türkiye’de siyasî bir ideoloji olarak dahi hiçbir zaman temsil edilmemiş bir akımın iktidardaki izlerini tartışmaya kalktığımızda da benzer bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.
Peki, Kemalizm’in hâlâ egemen siyasi kültürümüzü biçimlendirdiği bir dönemde liberalizmin modern Türk siyaseti ile ilişkisini tartışmak çok mu anlamlı? Evet, hem de çok. Eğer bu ilişkiyi doğru tahlil etmeyi becerebilirsek, Türk siyasî hayatının o kendine has işleyişine dair bir ipucumuz daha olabilir.
Liberalizm, en genel ifadesiyle, piyasanın ve bireyin devlet karşısındaki özerkliğini, ekonomideki devlet müdahalesinin ortadan kaldırılmasını, serbest pazarın teşekkülünü ve uluslararası sermaye dolaşımının serbest bırakılmasını savunur. Cumhuriyet ideolojisi ise bugüne kadar bir yandan bireyi devlete karşı görevlerinin bilincinde olan bir vatandaş olarak telakki etmişse de, diğer yandan ekonomideki devlet müdahalesini azaltmak, serbest pazar şartlarını yerleştirmek ve özellikle uluslararası sermayenin serbest dolaşımını sağlamak için hatırı sayılır bir çaba göstermiştir. Türk hükümetleri “planlı kalkınma” dönemlerinde dahi devletin ekonomiye dönük müdahalelerini, “devletin ekonomiden daha çabuk çekilmesi” adına yaptıklarını ifade etmişlerdir. Bunun nedeni muasır/hür dünya ile bütünleşme arayışıdır ve bu Türkiye’nin Batılılaşma projesinin doğrudan bir parçasıdır. Türkiye’de zaman zaman farklılaşan iktisat politikaları, siyaset ve iktisat tarihi kitaplarında hatalı bir biçimde birbirini inkâr eden, keskin sınırlarla birbirinden ayrılan dönemler eşliğinde değerlendirilmişse de, Batı ile bütünleşme problemi her dönemde temel problem olarak temayüz etmiştir.
Bu bağlamda ANAP ve AKP iktidarları cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türk hükümetleri içerisinde en “başarı”lı olanlarıdır. 24 Ocak Kararları’nın mimarı Turgut Özal’ın 1983 yılının Mayıs ayında kurduğu Anavatan Partisi aynı yıl içerisinde hiç beklenmedik bir oy oranıyla iktidar olduğunda hiç kimse bu hareketin uzun dönemli etkilerini kestirememişti. Özal, milliyetçi ve muhafazakâr bir söylem ekseninde bir “merkez-sağ” parti kurmuş ve bu parti içerisinde pek çok farklı eğilimi bir araya getirmişti. Özal, milliyetçi ve muhafazakâr kimliğine rağmen “açık pazar ekonomisi”ni de ısrarla savunmuş, bürokrasinin alanının küçültülmesinden yerel yönetimlerin güçlendirilmesine, ideolojik çatışma ve gerilimlerin siyaset alanının dışına çıkarılmasından sistem karşıtı güçlerin siyaset sahnesine çekilmesine kadar birçok farklı tezi dillendirerek “yeni nesiller” üzerinde etkili olmuştu. Özal, devletin yalnızca savunma ve sosyal güvenlik meseleleri ile ilgilenmesi gerektiği tezini işlemiş ve özelleştirme politikalarına hız kazandırmıştı. ABD ve İngiltere’de başa geçen neo-muhafazakâr arkadaşları gibi Özal da ekonomik faaliyetlerin neo-liberal perspektif doğrultusunda düzenlenmesi gerektiğini düşünüyordu.
Özal’ın idealleri ve siyaset anlayışı AKP’li siyasetçiler için de bir hareket noktası oldu. Hem liberal, hem muhafazakâr olmayı “başarabilen” Özal, AKP’liler için ideal bir lider görüntüsü ortaya koydu. AKP, iktidara geldikten sonra kendisini “muhafazakâr-demokrat” olarak niteledi; ancak neo-liberal iktisat politikalarının uygulanması konusunu tartışmaya dahi gerek görmedi. AKP hükümeti neo-liberal iktisat politikalarını Batı ile bütünleşmenin aslî bir şartı olarak görmekte ve bu nedenle bu politikaları sorgulamamaktadır. AKP’li siyasî kadrolar neo-liberal iktisadın öngörülerini birer norm olarak telakki etmekte ve bu öngörüleri birer çözüm önerisi olarak değil, bizatihi çözümün kendisi olarak değerlendirmektedirler.
Son yirmi beş yılda neo-liberal iktisat politikaları “muhafazakâr”lar eliyle yürürlüğe konmuştur. Bunun başlıca sebebini bir siyaset aracı olarak toplumun konumunda aramak gerekiyor. Toplum ve toplumun iknası, Türkiye siyasetinin hâlâ en can alıcı unsurlarından bir tanesi. Toplumla barışık muhafazakâr siyasî kadroların gerçekleştirdikleri her türlü siyasî faaliyet toplum nezdinde kendiliğinden meşru kabul ediliyor. Türk toplumu açısından ne yapıldığı değil, kim tarafından yapıldığı çok daha önemli. Bu nedenle Türkiye’de muhafazakâr siyasi kadrolar, neo-liberal iktisat politikalarını büyük bir gönül rahatlığı ile uygulayabiliyor, özelleştirme şampiyonluğu ile övünebiliyorlar.
Askerî darbelerin Türkiye siyasetine kattığı en önemli unsur, toplumla barışık siyasî kadrolar eliyle Türkiye’nin Batı ile bütünleşme sürecinin hızlandırılması olmuştur. Bireyi ve toplumu hâlâ devlete tâbi unsurlar olarak gören siyasî elitlerimiz, iktisat politikaları söz konusu olduğunda liberal tercihlerin erdemlerinden bahsedebilmektedirler. Çünkü bu yönüyle mesele Batı ile bütünleşme probleminin bir parçası ve uzun dönemli bir projenin uzantısıdır.

Paylaş Tavsiye Et