Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Liberal çağın alametleri
Ahmet Okumuş
İKİ kutuplu yapının dağılmasının ardından geçen onca yıla rağmen Soğuk Savaş sonrası dünyanın parametreleri henüz oluşmuş değil. Yine de insanlık, küresel çağın sabahına liberalizmin zafer naraları ile uyandı. Siyasalın yeniden tanımlanmaya muhtaç olduğu bu bağlamda liberalizmin muzafferiyet iddiası, çoğu kimseyi el çabukluğuyla etkilemekte gecikmedi. Bugün liberal kapitalist aile fotoğrafının dışında kalmak bir imkân olarak dahi görülmüyor.
Liberalizm, Batı medeniyetinin en gösterişli ürünlerinden biri. Önceleri menfi çağrışımları olan bir sıfat idi liberal. Bizdeki ‘hafif meşrep’ gibi. Ya da 19. yüzyıl Osmanlı’sının başlarda liberté için kullandığı ‘serbestî’ gibi. Sonraları giderek Batı modernliği içinde bir ortodoksi halini aldı liberalizm. Zira liberal düşünce elinde şekillenen kavramlar artık yalnızca birer teorik kurgu ya da soyut kavram öbekleri değil. Modern Batılının insan ve toplum (belki evren) telakkisinin ve ben-tasavvurunun kurucu ve ayrılmaz unsurları. Bu nedenle tüm diğer modern ideolojiler önce bir liberalizm kritiği olarak gelişmişler; fakat liberalizmin içselleştirici gücü karşısında az ya da çok çözülmüşlerdir. Muhafazakârlıktan, soldan ve son olarak cemaatçi düşünceden eklemlenen figürlerle liberalizm bir tür modern ortodoksi halini almıştır; Batı’nın orta yolu.
Kuşkusuz etkili muhalifleri de oldu bu orta yolun. Ciddi, âteşin, radikal muhalifleri. Bunlardan biri olan Arendt’e sorarsanız, etimolojisi özgürlük kavramı ile irtibatlı olsa da gerçekte modern insanın özgürlükten ırağa düşmesine neden olan ideolojidir liberalizm. Zira kişiyi özel alanın mahdut sahası ve sathî ilgilerine mahkum eder. Ufkunu ferdiyetin sınırlarına hapseder. Şairden ödünçle söylersek, “ucuz cesaretlerin” insanı kılar onu, “kaypak ilgilerin”, “bozuk paraların”, “sivilcelerin”.
Aslında liberalizmin siyasî vurguları geçen üç yüz yıl içinde farklılaşmalar gösterdi. Anayasal düzen talebinden temsilî sistem savunusuna, minimal devlet arzusundan refah devleti uygulamalarına değişen yönelimleri oldu. Fakat tüm bu paradigma-içi farklılaşmalara rağmen liberal düşüncenin morfolojisine baktığımızda klasik liberalizmden modern liberalizme süreklilik arz eden üç çekirdek kavramla karşılaşırız: Özgürlük, birey ve ilerleme. Bu üç kavram sosyal-siyasî düzlemde dört rükne bağlanır: Negatif özgürlükler ve haklar, bireycilik, devlete/otoriteye karşı mesafeli ve kuşkucu yaklaşım ve (sivil) toplum vurgusu. 
Bu ilkelerde liberalizmin modern insana dönük sevimli yüzünü görürüz. Oysa sevimsiz bir tarihi de var aynı ideolojinin. Liberalizmin tarihî-teorik arka planında yakalarız bu sevimsiz çehreyi. Hıristiyan imgelemin erken liberal söylem içinde sürdüğünü görürüz örneğin. Avrupa sömürgeciliği ile liberalizmin yoldaşlık ettiği dönemler olduğunu fark ederiz. En önemli liberal düşünürlerin sömürge misyonunu meşrulaştıran söylemleri olduğunu, liberal özbilincin gelişiminde oryantalist tahayyülün sunduğu kategorilerin belirleyici rolünü kavrarız. “Şark despotizmi” tanımlamasının, ferdiyete doğulu kültürlerde kıymet verilmediği hükmünün, şark toplumlarının bir tür çocukluk çağında olduğu fikrinin, liberal bilince bir kurucu “öteki” imgesi sağladığını anlarız. Batı-dışı dünyada liberal fikriyatın bazı merkezî değerlerine karşı kuşkuyla yaklaşılmasında hâlâ benzeri suç ortaklıklarının payı büyüktür. Liberal insan hakları doktrininin aynı zamanda bazı sosyal mühendislik uygulamalarına alet edildiği ve Batı-dışı devletlerin hareket alanını daraltmaya yönelik örtük stratejilerden biri olduğu endişesi bunlardan yalnızca biri.
Söz konusu tarihî-teorik arka plan aslında liberalizmin bizce bugün daha da derinleşen üç problem alanına işaret ediyor. Bunlardan ilki, liberalizmin bugünkü hâkim formunun kültürel çeşitliliği anlamlandıracak teorik araçlardan yoksun oluşu. İkincisi, neo-liberal ekonomi-politiğin her değeri piyasalara ram eden, ulus-devleti iktisadî küreselleşmeye kurban eden ve nihayet siyasetsizleştiren dinamikleri. Üçüncüsü ise liberalizmin dayandığı sosyal ontolojinin kırılgan karakteri ve sınırlı kabulleri. Yani kaba bir bireyciliği ve bununla irtibatlı olarak negatif özgürlükleri idealleştirmesi. Bu çerçevede liberal düşüncenin karşısına dikilen en büyük soru, kültürel cemaat ve medeniyet gibi kolektif kategorilerin mensubiyet referansı olarak güç kazandığı bir bağlamda liberalizmin birey eksenli yaklaşımlarının nasıl bir tavır geliştireceğidir. Liberalizmin minimalist modus vivendisi, tevarüs ettiğimiz hayat formları ile nasıl telif edilecek? Kant’ın “ebedî barış” ülküsü, liberalizm için kurtarıcı olabilir mi? Yoksa, meşhur Platonik metaforla söylersek, liberalizm insan ve toplum üzerine düşünürken bizi sürekli mağaranın dışına çağırsa da, görünenin aksine bizi mağaranın içine daha mı çok çekmektedir? Ezcümle, liberal tahayyülün kültür-bağımlı reçeteleri, çok-kültürlü küresel zamanlarda nasıl iş görecek?
 
Bizde Liberalizm
Türkiye’de liberalizmin olmadığını iddia edenler çıkabilir. Ama 19. yüzyıldan bugüne liberal fikriyatın temsilcisi olmaya teşne isimler tespit etmek mümkün. Osmanlı son döneminde Namık Kemal örneğinde bir tür romantik liberalizm etkisi izlenebilir. Daha sonra Prens Sabahattin’le başlayan, Ağaoğlu’nda eklektik bir kılığa bürünen, Demokrat Parti ve özellikle Özal’ın ANAP’ında sağ bir kisve ile karşımıza çıkan çeşitli liberalizmler görüyoruz. Seksen sonrası çoğalan ve bugünlerde kamusal tartışmalarda seslerini sıklıkla duyduğumuz “liberal aydın” tipini bunlara eklemeleyiz. Bir de liberalizmi gerçekten bir devlet-toplum felsefesi olarak benimseyen entellektüel ve akademik çevreleri.
Bu farklı liberallikler içinde özellikle bir tanesi var ki, en derin meselelerimizi, Cemil Meriç’in deyimiyle, “temel tezatlarımızı” çözümleme noktasında çok ciddi sıkıntılar getiriyor. Kültür, tarih, din ve dil söz konusu olduğunda en sığ tahlilller bu ‘bir kısım’ liberalizmin rüzgarı ile popülerleşebiliyor. Hak ve özgürlükler konusunda, yani negatif bir tavır olarak, bir muhalefet doktrini olarak, Türkiye’de faydalı etkileri olabilen bu bir kısım liberalizm, pozitif bir tavır ve inşaî bir doktrin olarak arzı endam edince, yani bir insan/toplum kurmaya yeltenince, kültür, tarih, din ve dil çarçabuk araçsallaşıyor ve tüm derinliğini kaybediyor. Özellikle Avrupa Birliği tartışmaları bu açıdan sayısız örnekle dolu. Bu problemin kısmen disipliner kökenleri var. Daha çok iktisatçılar ve hukukçular katında rağbet görüyor liberalizmin bu türü (elbette hukuk bürokrasisi değil sözünü ettiğimiz, hukukçu akademisyenler). İlk grup Türkiye’deki devletçi refleksler nedeniyle bu tavra savrulurken, ikinciler devletin otoriter(yen) damarına karşı ona sarılıyor. Oysa ille de liberal olunacaksa, en azından liberalizmin çok daha derinlikli, zengin nüansları olan biçimleri üzerine kafa yorulabilirdi. Nitekim dünyanın başka coğrafyalarında kendi toplumunu ve tarihini bir değer kaynağı olarak ciddiye alan düşünürler bunu yapıyor.

Paylaş Tavsiye Et