Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Latin Amerika’da yeniden dirilen sol
Ebru Afat
KUZEY Amerika’da ABD’nin güney komşusu Meksika ile başlayıp Orta Amerika ile Karayip Adaları’ndan Güney Amerika kıtasına uzanan ve Latin Amerika olarak adlandırılan bölgede son yıllarda sola doğru bir yöneliş yaşanıyor. Venezüella, Brezilya, Arjantin ve Şili’de sol partiler iktidarda. Meksika ve Peru’da 2006’da yapılacak genel seçimleri yine sol partilerin kazanması bekleniyor. Bolivya’da da devlet işletmelerinin özelleştirilmesine yönelik halk tepkisiyle gittikçe güç kazanan sol muhalefet, ilk seçimlerin favorisi olarak görülüyor.
Latin Amerika’daki sol yönetimler ve onların izledikleri politikalar yakın zamana kadar, dünya gündeminde hak ettiği yeri alamıyordu. Ancak 2004 sonbaharında dört bölge ülkesinde yapılan seçimlerin sonuçları, siyasî analizcileri Latin Amerika’yı etkisi altına alan bu sol dalga üzerinde düşünmek zorunda bıraktı. 31 Ekim 2004’te Uruguay’da düzenlenen devlet başkanlığı seçimlerini demokratik sosyalistler, komünistler ve eski Tupamaro gerillalarından oluşan sol koalisyon Frente Amplio (Geniş Cephe) tarafından aday gösterilen Tabare Vazquez kazanmıştı. Oyların %51’ini alan Frente Amplio, kongrenin her iki kanadında da çoğunluğu sağlarken, Vazquez de iktidarın 170 yıldır iki merkez sağ partisi arasında el değiştirdiği Uruguay’ın ilk solcu devlet başkanı olarak tarihe geçiyordu. Aynı gün Brezilya, Venezüella ve Şili’de düzenlenen yerel seçimler de, sol partilerden adayların zaferiyle sonuçlanıyordu.
1 Mart 2005’te yemin ederek görevine başlayan Vazquez’in ilk icraatları, Venezüella ile enerji anlaşması imzalamak ve ülkesinin üç yıl önce resmî ilişkileri kestiği Küba ile yeniden diplomatik bağlantı kurmak oldu. Vazquez, 100 milyon dolarlık bir yoksullukla mücadele programını da yürürlüğe koydu. Ancak bu uygulamalara rağmen Vazquez’in ekonomi bakanlığına Amerikan iş çevrelerinde çok iyi tanınan Danilo Astori’yi ataması, Kirchner’den çok Lula tarzı ılımlı politikalar izleyeceği şeklinde yorumlandı. İMF’ye milyarlarca dolar borcu olan Arjantin’de Mayıs 2003’te devlet başkanı seçilen Nestor Kirchner, ekonomide kısmî bir düzelme sağladıktan sonra, ülkesinin İMF’ye olan borçlarının bir kısmını ödemeyeceğini ilan etti. Ocak 2003’ten beri Brezilya’yı yönetmekte olan eski sendikacı Lula da Silva ise tam aksine İMF’nin taleplerini eksiksiz yerine getirmekte. Lula’nın bu tavrı, hem kendi İşçi Partisi (PT), hem de hükümeti oluşturan diğer sol partiler tarafından ağır şekilde eleştiriliyor.
Lula’nın aşırı pragmatist bulunan uygulamalarının yarattığı düş kırıklığı, 31 Ekim’deki yerel seçimlerde kendisini gösterdi. İşçi Partisi dokuz küçük eyaletin başkenti ile diğer 380 şehrin belediye başkanlığını kazandıysa da, Sao Paulo, Porto Alegre ve diğer büyük 44 şehirdeki belediye başkanlıklarını öteki merkez sol ve sosyalist partilere kaptırdı. Özellikle Brezilya’nın en büyük sanayi şehri olan Sao Paulo ile 16 yıldır PT tarafından yönetilen, katılımcı bütçeleme gibi birçok başarılı uygulamanın doğum yeri olan Porto Alegre’nin kaybı Lula ve PT için oldukça sarsıcı oldu. Alternatif küreselleşme hareketinin toplantı merkezi olan Dünya Sosyal Forumu’na ev sahipliği yapan Porto Alegre, artık Popüler Sosyalist Partili belediye başkanı tarafından yönetilecek. Görüldüğü gibi Brezilya’da Lula ve İşçi Partisi’nin alternatifi yine sol; yani ülkenin sola kayışı değişmiyor, aksine daha da hızlanıyor.
Şili ve Venezüella’daki sol hükümetler, Brezilya’nın aksine 31 Ekim seçimlerinden konumlarını sağlamlaştırarak çıktılar. Kanlı Pinochet diktatörlüğünün sona erdiği 1990’dan beri ülkeyi yönetmekte olan merkez sol koalisyon Concertacion por la Democracia, belediye başkanlığı oylarının %45’ini, belediye meclisi üyeliği oylarının da %48’ini kazandı. Komünist ve Hümanist partiler tarafından oluşturulan seçim ittifakı Juntos Podemos ise aldığı %6 ve %9’luk oy oranıyla beklenenin üzerinde bir başarı elde ederek Aralık 2005’te yapılacak devlet başkanlığı seçimlerinde anahtar bir konuma yükseldi. Tekrar aday olamayacak olan devlet başkanı ılımlı sosyalist Ricardo Lagos, bu zaferin 2006’dan sonra da ülkeyi yine Concertacion’dan bir liderin yöneteceği anlamına geldiğini söyledi. Venezüella’da ise 23 eyaletin 21’inin valiliğini, izlediği iç ve dış politikayla ABD’nin şimşeklerini üzerine çeken Devlet Başkanı Hugo Chavez’in desteklediği adaylar kazandı. 1998’de iktidara geldiğinden beri girdiği her seçimi kazanan, Aralık 2002’de başarısız bir darbe girişimine maruz kalan Chavez, bölgedeki sol liderler içinde en tavizsiz ve tutarlı politikalar izleyeni olarak öne çıkmakta.
1989’da iki kutuplu sistemin çökmesi ve kapitalizmin zaferini ilan etmesinden beri dünya genelinde sol söylem büyük bir gerileme yaşıyor. Merkez sol partiler neo-liberal politikalara teslim olup kimliksizleşirken, daha ileri uçta yer alan sol partiler de küreselleşmeyle yaşanan değişimi iyi analiz edemeyip alternatif olma özelliklerini yitirmekte ve marjinal grupların temsilciliğine yönelerek halktan iyice kopmaktalar. Bunun sonucunda sol partiler ya iktidara hiç gelememekte ya da gelseler bile, Tony Blair liderliğindeki İngiliz İşçi Partisi’nin yaptığı gibi herhangi bir sağ partiden farkı olmayan uygulamalara imza atmaktalar. Böylesi bir ortamda Latin Amerika’da solun iktidara gelmesi ve rengini belli eden politikalar izlemesi oldukça dikkat çekici.
Bunun arkasında 1990’ların başında Latin Amerika ülkelerinde zenginlik vaadiyle iktidara gelen merkez sağ hükümetlerin uyguladığı İMF ve Dünya Bankası destekli politikaların 2000’lere gelindiğinde iflas etmesi yatıyor. Ancak burada Gustavo Gutierrez’den Che Guevera’ya, Daniel Ortega’dan Hugo Chavez’e uzanan süreçte, sınıf çatışması ve emperyalizme dayanan sol ideoloji ile bölgenin ortak kültürünün temel unsuru olan Katolik inancını bir arada kullanarak kendine özgü bir söylem geliştiren Latin Amerika solunun muhalif bir hareket olarak başarısını da teslim etmek gerekiyor. Neo-liberal uygulamaların yol açtığı yıkımları ve yolsuzluklara duyulan öfkeyi çok iyi kavrayan bölgedeki sol partiler, halkın desteğini kazanmayı başardı.
Sol söylemle seçim kazanan liderlerin iktidarlarını sürdürebilmeleri, halka verdikleri sözleri yerine getirmelerine bağlı. Son günlerde Ekvador’da yaşanan gelişmeler bunun açık bir kanıtı. Ekvador Devlet Başkanı Lucio Gutierrez’in yolsuzluk yapan eski yöneticileri aklamak için Anayasa Mahkemesi’ni ikinci defa ilga etmesi üzerine 13 Nisan’da başlayan gösteriler kısa sürede halk ayaklanmasına dönüştü. Kongre de bunun üzerine 20 Nisan’da Gutierrez’in görevine son verdi. 2002’de yolsuzluk ve neo-liberalizm karşıtı söylemiyle büyük bir destek alarak iktidara gelen Gutierrez de, vaat ettiklerinin tam tersini yapmasının bedelini ağır şekilde ödedi. Ancak Brezilya’da olduğu gibi Ekvador’da da öfke sol politikalara değil, bu politikaları uygulamayan lidere yöneliyor.
Latin Amerika’daki sol yönetimlerin başarısı, tutarlı, cesur ve gerçekçi politikalar izlemelerine ve Rusya, Çin, Hindistan ve AB gibi güçlerle yapacakları işbirliğine bağlı. Latin Amerika’daki bu arayış, sadece bölge halkları için değil, işbirliğinden başka çıkar yol olmadığını anlamaya başlayan Asya ve Afrika halkları için de büyük bir umut ve heyecan kaynağı. Umudun olduğu yerde her zaman bir çözüm de olacaktır.

Paylaş Tavsiye Et