Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Sosyalist Kemalizm, Kızılelma ve militarizm
Fahrettin Altun
“DEŞİFRE olmasaydım solda liderdim.” Bu sözler MİT ajanı Mahir Kaynak’a ait. Siyasi tarihimizde 9 Mart Cuntası olarak bilinen ve Doğan Avcıoğlu’nun fikrî mimarlığını, General Cemal Madanoğlu’nun ise siyasî önderliğini yaptığı gruba MİT adına sızmayı başaran Mahir Kaynak, grubun teveccühünü öylesine kazanmıştır ki, Madanoğlu kimsenin bilmesini istemediği şeyleri dahi Kaynak ile paylaşmakta sakınca görmemiştir. Hatta, bir toplantı arefesinde MİT tarafından dinlendikleri istihbaratını alan Madanoğlu, Mahir Kaynak’tan toplantıya katılacak herkesi kimseye hissettirmeden aramasını ister. Oysa o esnada bile Kaynak’ın üzerinde dinleme cihazı vardır. Kaynak’ın MİT’e sağladığı istihbarat hizmeti sayesinde 9 Mart Cuntası başarısızlığa uğrar ve Türk siyasî hayatından çekilir.
Ne var ki 9 Mart Cuntası’na kaynaklık eden düşünce ve beklentilerin Türk siyasî hayatından bugün bile çekildiğini söylemek hiç de kolay değildir. Yön ve özellikle de Devrim gazeteleri tarafından formüle edilen bu düşüncelerin temel vurgusu, emperyalist Batı tarafından geri bıraktırılan Türkiye’nin sosyalist bir kalkınma yöntemi ile ilerlemesini sağlamak, çok partili hayatın ve parlamenter sistemin doğası gereği ve Demokrat Parti’nin gayretleri neticesinde akamate uğrayan Kemalist devrimler sürecini kemale erdirmek, hakiki milliyetçiliği tesis etmek ve parlamento dışı bir muhalefet geliştirmek olmuştur. Tüm bu hedeflerin, askerlerin desteği alındığı takdirde gerçekleştirilebileceği varsayılmıştır. Devrimin başlıca aktörünün “zinde güçler” ya da “asker-sivil aydın zümre” olacağı düşünülmüştür. Neredeyse yazılan bütün yazılar, yapılan tüm eylemler askere bir mesaj niteliği taşımaktadır. Devrim gazetesinin o zamanki yazı işleri müdürü Hasan Cemal Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adlı hatıratında şu itirafta bulunur: “Bir tek amacımız vardı: Askeri kışkırtmak. Darbe süreci bu kışkırtma ve provakasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. (...) Şiddet şarttı devrime giden yolu açmak için. (...) Avcıoğlu, o tarihlerde bir örgüt kurulacaksa, bir bildiri yayımlanacaksa, hepsinin başında bir ‘ordu’ sözcüğünün geçmesini isterdi.” Bu mantık, Türkiye’de siyasetin militarizasyonu sürecini perçinlemekten, bir başka deyişle darbeler ve yıkımlar sürecine katkı sağlamaktan başka hiçbir işe yaramamıştır.
Bugün bütünüyle organik bir birlikteliği ifade etmemekle birlikte, Türkiye siyasetinin militarizasyonu sürecini tırmandırmak isteyenleri biraraya toplayan Kızılelma Koalisyonu içerisindeki en önemli katkının sosyalist cenahtan gelmesi de yukarıdaki gelenekle ilintilidir.
Bir zamanların Maocu “proleter devrimci”leri bugün “ilericilik, devrimcilik ve tam bağımsızlık” kavramları ekseninde Devrim gazetesinin oynadığı misyona soyunmuş durumdadır. Şimdilerde en ilkel formları ile karşımıza çıkan milliyetçiliğin tırmandırılması söz konusu olduğunda, militarist sosyalistlerin hakkı teslim edilmelidir. Bu milliyetçilik içerisinde ortak bir militarist bakiye bulunmaktadır.
Milliyetçiliğin tehlikeli olmaya başladığı nokta, kendi toplumuna yönelik bir şiddeti körüklemeye başladığı noktadır. Bu şiddeti tetikleyen ve bir zemine oturtan şey ise militarist hissiyatın yaygınlık kazanmasıdır. Milliyetçiliğin ve militarizmin muhasalası toplumsal çatışmaların ve uzun dönemli düşmanlıkların inşasıdır. İlginç olan, bu milliyetçilikteki militarist bakiyenin Türkiye’de daha ziyade sosyalist Kemalizm tarafından canlı tutulmasıdır. Sosyalist Kemalizm en az ülkücüler kadar mevcut gerilimin müsebbibidir. Sosyalist Kemalizm demek, nasıl ki 12 Mart öncesinde “Ordu gençlik el ele, milli cephede” sloganı atmak ise, bugün de “Ordu Göreve” pankartını açmaktır. Her başı sıkıştığında militarizmin kucağına hoplamak, toplumun geleceğini militarist siyasetlere endekslemeye çalışmaktır. Temsilî demokrasi ile parlamentarizm arasında özdeşlik kurmak ve parlamento dışı alternatifler arama iştiyakıdır sosyalist Kemalizm.
Kızılelma Koalisyonu, militarist geleneğin ortak paydasında kendisine bir varlık alanı bulmuş durumda. Bunun nedeni de geçen ayki yazımda ifade ettiğim gibi, Batı ile ilişkilerin yürütülme tekelinin kaybedilme tehlikesi ve bu ilişkiyi yürüten siyasi aktörlere karşı duyulan alerji. Kızılelma Koalisyonu’nu, militarizmi pompalamak, şiddeti körüklemek, toplumda yapay çatlaklar oluşturmaya çalışmak ve bu çatlaklar üzerinden siyaset yapmak şeklinde özetleyebiliriz. Bu koalisyon içerisinde sosyalistlerin yaptıkları en temel katkı militarizmin bir siyaset aracı olabileceği konusundaki ısrardır.  
“Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyenler ile “bir örgüt kurulacaksa, bir bildiri yayınlanacaksa hepsinin başında bir ‘ordu’ sözcüğü yer almalıdır” diyenler hep birbirlerini kullanmayı esas bildiler. Kim kimi kullandı ya da kullanıyor? Bundan kim çıkar sağladı ya da sağlıyor? Bunun faturasını on yıllardır Türkiye ödüyor. Mahir Kaynak’ın yazının başında alıntıladığımız sözlerine İsmet Özel’in Henry Sen Neden Buradasın isimli kitabının birinci cildinde yaptığı tespiti eklediğimizde manzara daha da netleşiyor sanki: “Sosyalizmi bir kurtuluş yolu sayanlar kendilerine madik atanlarla arasını bozmuş görünen her yabancıyı aralarına aldı ve giderek o yabancıyı yetkilerle donattı.”
Bir takım değerler adına ayrımcılık yapan ve sınıfsız-imtiyazsız toplum ideali ile yola çıkmalarına rağmen bazı zümreleri imtiyazlarla donatanlar ile, siyasî idealleri gereğince orduyu başlıca siyasî aktör görerek militarist bir perspektifi toplumda yaygınlaştıranlar, bugünkü manzaranın esas sorumluları olarak karşımızda duruyorlar. Ayrımcılık, ırkçılığı tetikleyen başlıca faktördür. Hele bir de buna militarist bir zihniyet katıldığında, siyasî çatışmalar ve toplumsal gerginliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. 
12 Eylül öncesinde çatışanlar bugün başka bir senaryo için aynı sahnedeler. Türkiye siyaseti, senaryoların tarihidir. 27 Mayıs İhtilali ve daha sonra Milli Birlik Komitesi içerisinde yer alan İrfan Solmazer’in 12 Mart öncesinde Deniz Gezmiş ve Sarp Koray için söylediği “ben İstanbul’da, Ankara’da onlara mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum” sözü, yine 27 Mayısçı Şefik Soyyüce’nin “öğrencileri dört-beş kamyona bindirip, bir yerde bırakıyor ve şurada gösteri yapsınlar diyorduk. (...) 22 Mayıs’ta Belediye Sarayı’nın bulunduğu yerdeki gösterileri biz ayarladık” şeklindeki sözleri size bir şey hatırlatıyor mu? İşin doğrusu bugünkü manzara beni endişeye sevkediyor.  
 
Ve Bir Hatırlatma
Sağ ve sol kavramları için “tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Firavunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen Firavunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyûlâlar için ehramlara taş taşıyan birer köle” diyen Cemil Meriç ne de güzel söylemiş. İdris Küçükömer’e Türkiye’de sağın sol, solun da sağ olduğunu söyleten de bu kavramların Türkiye siyasetini açıklamadaki yetersizliği, hatta işlevsizliği. Türkiye’de siyasetin aktörlerini sağ ve sol kavramları içerisine hapsetmek bizi en azından metodolojik olarak çıkmaza sokan bir durum. Bu kavramları başımız ağrımasın diye kullanıyoruz ancak kullanmaya devam ettikçe gelecek nesillerin başını daha çok ağrıtacağız. Entelektüelin görevi sınırları zorlamaktır. Sınırları zorladığımız anda düşünebiliriz, özgürleşebiliriz. Son söz yine Cemil Meriç’in olsun: “Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızamızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak her namuslu yazarın vicdan borcu.”

Paylaş Tavsiye Et