Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Din dersi kitaplarında milliyetçi söylem
Nazan Gece
RESMEN 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İslam tesirinden kurtulmuş bir milliyetçiliği ilke olarak benimsemişti; zira geçmişle ve onunla ilgisi bulunan her şeyle bağını kesmeye çalışıyordu. Türk milliyetçiliğinin Batı’dakinden farklılığını Kemal Karpat, “Türk liderleri milliyetçilik kavramını kendi yenilikçi ve laik fikirlerinin ışığı altında, memleketin ihtiyaçlarına uyacak şekilde kasten değiştirmişlerdir” şeklinde açıklıyor. Değişen sosyal, kültürel ve siyasî şartlar, milliyetçilik söylemini revizyona tâbi tutmuş veya siyasî gayeler gerçekleştirildiğinde milliyetçilik söyleminin içeriği değiştirilmiştir. Dolayısıyla kemikleşmiş bir milliyetçilik söyleminden ziyade, dönemlere göre farklılaşan bir söylem söz konusudur. Bu yazıda, değişen söylemin din dersi kitaplarına nasıl yansıdığını anlamaya çalışacağız.
Eğitimin yaygınlaşması ve kitlesel boyutlara ulaşması şüphesiz bir ideoloji oluşturma ve aktarma aracı olarak ders kitaplarını önemli konuma getirmişti. Türkiye örneğinde ise ulusal kimlik, laik bir eğitimle sağlanmaya çalışılmıştır. Dinin birleştirici özelliğini ulusal birliği sağlamak yönünde kullanan din dersleri işlevsel bir karakter kazanmıştır. Peki din dersi kitaplarında nasıl bir Müslüman-Türk tipi yaratılmak istenmiştir? Türkçülüğün bu kitaplardaki izleri nelerdir ve dönemlere göre değişen milliyetçilik söylemi bu kitaplara nasıl yansımıştır?
Cumhuriyet dönemi din dersi kitaplarına baktığımızda, hemen hepsinin Besmele ile başladığını ve “Allah inancı” ve “Peygamberimiz” bölümleri ile devam ettiğini görüyoruz. Din dersi kitaplarında yer yer basit ve akılda kolaylıkla kalabilecek ifadeler yer alıyor: “Allah’a çok şükür ben Müslüman’ım, Müslüman doğdum, Müslüman yaşayacağım. Anam babam Müslüman, atam Müslüman’dır. Soyum sopum, Müslüman gelmiş, Müslüman gitmiştir.”
Kitapların din kültürü ve ahlak bölümlerinde Müslüman’ın hak ve ödevlerinden, anne-baba, kardeşler, komşular, vatan ve millete karşı görevlerden, temizlik, doğru sözlülük, çalışkanlık gibi nosyonlardan bahsedilir. Hak ve ödevlerin anlatıldığı kısımda vatan ve millete karşı ödevler bahsi daha fazla yer kaplar. Örneğin 1949’daki din dersi kitabında şu ifadeler yer alır: “Millet, bir vatan üzerinde yaşayan büyük bir ailedir. Birisinin bir yeri incinse, bundan bütün vatandaşlar bir vücut gibi acı ve sızı duymalıdır. Milletinin dertleriyle dertlenmeyen, sevinçleriyle sevinmeyen kimselerden hayır yoktur. Milletimizin yurt içinde ve yurt dışında, her zaman şerefini korumaya çalışmalıyız. Millet ve yurt menfaatini, kendi menfaatimizden, millet ve yurt malını kendi malımızdan üstün ve önde tutmalıyız.”
Benzer ifadelere bütün din dersi kitaplarında rastlanır, bu kitaplarda yurttaşlık bilinci aşılanmak istenen çocuğa vazifeleri hatırlatılır: “Vatan, sevgiye ve uğrunda can vermeye layık kutsal bir anadır. Yurt sevgisi, imandan gelir. Allah’a inananlar, yurtlarını çok severler. Benim yurdum mübarek bir ülkedir, başkalarına benzemez: denizleri başka denizlerden daha derin, ulu gölgeli ağaçları ellerinkinden daha yeşil, daha serindir. Ben, milletimin bir parçasıyım; milletime, yurduma hiçbir zarar gelmesini istemem. Milletime karşı bütün vazifelerimi eksiksiz yaparım.”
Etienne Copeaux ödev sözcüğünün ders kitaplarında özel bir öneme sahip olduğu ve Türklerin uluslarına karşı yapmaları gereken hizmetlerin ödev sözcüğü ile karşılandığını bildirir. Konu başlıkları “....’ye karşı hak ve ödevler” olmasına rağmen, hakların neler olduğuna pek değinilmez; küçüğün büyüğe, yurttaşın vatana, millete, çocuğun aileye karşı görevlerinden bahsedilir. Aileye karşı vazifelere önem atfedilir; zira aile milletin temeli ve millet de “bir vatan üzerinde yaşayan büyük bir aile” olarak görülür.
Din dersi kitaplarında dikkati çeken bir başka husus da, birtakım dinî kavramların ve hadislerin ulusal bazda yorumlanmasıdır. Sözgelimi “cihad”ı “vatan sınırlarını, millet haklarını, insanlık haklarını almak ve bunları savunmak yolunda her türlü çalışma, uğraşma, çabalama ve savaşma” olarak tanımlar ve şöyle devam eder: “Kendisine saldıran düşmanı durdurmak için onun üzerine atılırken güzel ve genç alnından bir kurşun yarası alarak yere düşen Türk eri bir Müslüman şehididir.”
Türk milliyetçiliğinin tipik özelliklerinden olan yabancı düşmanlığı da, dinî kavramlara yapılan atıflarla örnek metinlerde görülür. Bu düşmanlık algısının en sarih şekilde okunabileceği terim ‘münafıklık’tır. Münafık söz konusu din dersi kitabında komünist-solcu olarak lanse ediliyor: “Onların istediği, dirliğimizi bozmak; yuvalarımızı dağıtmak, av avlayıp tav tavladıktan sonra da ana yurdumuzu yabancı çizmeleriyle çiğnetmektir. (…) Onların kökü yurdumuzun dışındadır; gizli dalları da yurdun içinde. (…) Müslümanlığa düşman olan kızıl münafıklardan sakınınız. Onların dışarıdan getirip yurda serpecekleri zehirlerden kaçınınız. Allah zalimleri ve münafıkları sevmez.”
Cumhuriyet dönemi din dersi kitaplarının ortak özelliklerinden biri de, düşünceleri anlatmada dinin ve dinî hükümlerin araç olarak kullanılmasıydı. 1930 yılına ait din dersi kitabında bu kullanımı izleriz: “Türkler Müslümanlığın en ziyade istediği her şeyi ifa etmişlerdir. Dinde saltanat olmadığından, Türkler sultanı ve halifeyi ortadan kaldırdılar ve en iyi hükümet şekli olan cumhuriyeti ilan ettiler.” Bu kitap dinin ne olduğu, nasıl algılanması gerektiği ve dine nasıl bakılması gerektiği yönündeki ifadeleriyle dinin sınırlarını belirten baskın bir özelliğe sahip olmakla diğerlerinden ayrılır. Sonraki yıllara ait din dersi kitaplarında artık sınırları çizilmiş ve nasıl algılanacağı belirtilmiş dinin geriye kalan ve işlevsel-pragmatik bir rol kazanan ahlak ve itikad konularından bahsedilir. Dolayısıyla laiklik, terakki etme, aklın önceliği ve üstünlüğü gibi nosyonlara sık sık atıf yapılır:
“Müslümanlıkta dünya işleriyle din işleri ayrıdır. Biz dünyadaki işlerimizi ihtiyaçlara ve zamana göre yaparız. Fakat dinî itikatlarımız her zaman birdir, değişmez. Biz Allah’ın bir olduğuna, peygamberimize her zaman inanırız. (…) Sırası gelir faizle para almak lazımdır. (…) Bütün bu işlerde din hiçbir zaman karışmaz. Dinimiz bize hiç değişmeyen esaslar gösterir: ‘Sizin niyetiniz doğru olsun, yaptığınız işlerde hilekâr olmayın, yalan söylemeyin, haksızlık yapmayın.’ İşte bunlar esastır. (…) Dinimiz bizim terakki etmemizi bizim medeni olmamızı ister, bunun için de bize aklımızla hareket etmemizi, ilme kıymet vermemizi emreder.”
Kitap yeni din algısını tarif ettikten sonra, en büyük arzunun bütün Müslümanların Türkler gibi uyanmaları olduğu ifadesiyle Türklerin din alanındaki modernleşme çabalarını diğer milletlere örnek gösterir. 1981 yılında basılmış din dersi kitabında da kendini üstün görme söz konusudur. Fakat ilerlemeye yapılan vurgunun bağlamı artık değişmiştir; söz konusu üstünlük Türklerin İslam’a yapmış olduğu hizmetler bağlamında ele alınır. Kitapta, Arapların Türklerle ilişkilerinin başlaması üzerine İslam dünyasında müspet ilimlerin gelişmeye başladığı ifade edilir. Bu durum, dönemin milliyetçilik söyleminin 1970-1980’e doğru oluşan Türk-İslam Sentezi ideolojisinden etkilenmesi ve “millî kültür” nosyonunun öne çıkartılmasıyla ilişkilidir.
Sonuç olarak, bütün bu değişen milliyetçilik söylemleri ve bu söylemlerin kendilerini dayandırdıkları “tarih”, içinde üretildikleri siyasal, sosyal, kültürel şartlara göre nasıl biçimlendiklerinin ve yeniden üretildiklerinin göstergesidir. Dolayısıyla tek tip bir milliyetçilikten ziyade, birçok ve her an kendini yenileyen ve değiştiren milliyetçilik anlayışı ve söyleminin varlığının farkında olmak Türkiye Cumhuriyeti tecrübesinin daha doğru ve şümullü anlaşılmasını sağlar. Bu bağlamda söylem içinde yerleri belirlenen din, kültür, tarih vs. gibi unsurların söylemin ihtiyacı doğrultusunda ne şekilde algılandığı tebarüz edecektir. Dolayısıyla kendini özellikle din ile hesaplaşma içinde olan nev’i şahsına münhasır bir milliyetçilik doktrini üzerine inşa eden yeni devlet, aslında paradoksal bir şekilde dini tekeline almış; onu milliyetçilik söylemi ile biçimlendirmiştir. Tevarüs ettiği mirasın başat dinsel söylemin yerine, konjonktüre göre kendini konumlayan ve mahiyetini belirleyen Türkçülük söylemini oturtmuş, var olma dayanağı olan ulusal birlik için uyruklarından tam bir tâbiiyet talep etmiş; bunu yaparken de hizmetine soktuğu dini, bir vazife ahlâkına indirgemiştir. Nitekim Ziya Gökalp’in “Vazife” şiiri söz konusu algının dile dökülüşüdür:
Benim hakkım, menfaatim, arzum yok,
Vazifem var, başkasına lüzum yok,
Aklım, gönlüm düşünmezler, duyarlar,
Ondan gelen emirlere uyarlar
Gözlerimi kaparım
Vazifemi yaparım

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Nazan Gece