Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Kaçamak kurtuluş: Türkler ve Kürtler
Büşra Ersanlı
SİYASAL faaliyetin sebeb-i hikmeti farklardır. Çünkü farklı insan ve grupların farklı talepleri ve ihtiyaçları farklı cevaplar bekler. Siyaset de zaten bu cevaplarla ilgili bir alan; gündelik hayatla, birbirlerinden ayırmadan hem özel, hem de kamu alanının tüm gerekleriyle ilgili… Kıt olanı paylaşmayı, bol olanı dengeli kullanmayı, insanları mümkün olduğunca kabul edilebilir/meşru bir atmosferde yaşatmayı hesaplayan hep siyasal faaliyettir. Dolayısıyla siyasetin ahlâki yanı sanıldığından çok daha ağır basar ve gündelik ihtiyaçlar çeşitlendikçe, karmaşıklaştıkça sadeleşme zorunluluğu da o oranda artar.
Her ülkede, coğrafyada ve siyasî toplulukta var olan ayrışmalar birer birer siyasal manevra dümeni haline gelmiştir: Irk, sınıf (ekonomik ve kültürel), etnisite, dil, din, cinsiyet, nesil. Bunlar arasında siyasileştirilmesi en anlaşılabilir olanı, tüm diğer farklılıkları da içinde barındırdıklarından ve oran olarak en yüksek sayıya sahip olduklarından cinsiyet ve nesil farklarıdır. Cengâverliğe pek müsait olmadığından siyasî anlamda bu farklar pek işlenmiyor. Ama karşılıklı bağımlılık ahlâkını en iyi öğreten bu ikisidir.
Marksist ideoloji açısından ise, ezilen konumda olan en büyük ve en yeni ekonomik toplumsal sınıfın temsili için mücadele etmek mantıklıdır; mantıklı idi. Sınıf gerçeği sonuna kadar siyasileştirildi; sınıf farkı üzerinden yapılan siyasetin devletlerin menfaat/rekabet dinamiğini daha az besler olduğu durumlarda ise, ayağa basma ve çelme takma taktikleri etnisite üzerinden çalışmaya başladı. Milliyetçilik ile liberalizmin gizli dayanışması böyle kuvvetlendi. Bu organik dayanışma(!) belki de sermaye- rekabet ilişkisi için daha da gerekli olmaya başladı.
 
Kürtler ve Türkler: Güvenmeden Yaşamak ve Güvenlik
Bölgemizde son yüzyılda dinden sonra en çok siyasallaştırılan ayrışma etnisitedir. Olumlu rekabete girerek zenginleşip daha da bağımsızlaşıp işbirliğine özeneceği varsayılan bazı ulusların, I. Dünya Savaşı sonrası “ulusların kaderlerini tayin hakkı” bayrağı altında, beklenen işbirliğine değil de, temizleme, eritme harekâtına başlaması dünyayı korkutmuştu. Alman faşizmi yenildi; ama faşizme, militarizme özenen devletler azalmadı. Balkanlarda, Kafkasya’da, Avrupa’da, Orta Doğu’da, Asya’da, Afrika’da etnik farklılaşma büyük çatışmalara dönüştü; siyasî iradelerle de dönüştürüldü. Türkiye’de de yıllarca süren, ağır kayıplarla sonuçlanan çatışmalar oldu. “Bunun ana sebebi etnik farktır” demek çok zor; ancak çatışmalar bitmiş olmasına rağmen yaygın bir güvensizlik devam ediyor. Ve kutuplaşma, “Kürtlerle Türkler” şeklinde açıklanıyor, tırmandırılıyor. Türkiye’de sosyal yapının en çok ve en kötü biçimde işlenen farklılıklarından biri Türk/Kürt ayrımıdır.
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur“ özdeyişine inanan, ders kitaplarında dört bir yanının düşmanla çevrili olduğu işlenen, Türkiye dışındaki Türklerin ağır bir esaret altında olduğunu varsayan, askerlikle vatandaşlığı aynı gören, hatta “asker millet” inanışıyla diğer vasıfları gölgelenen Türkler, Türkiye’de yaşayan Türklerdir. “Esir Türkler” anlayışının, yani genel anlamda kıstırılmışlık ruh halinin Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yok olacağına inanmak bu anlamda geçersiz oldu; çünkü bu esareti kurgulayan Türkiye’dekilerdi. Eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki Türkler için talep edilen hakların Kürtlere tanınması doğal olarak gündeme gelmedi. Türklerle Kürtler arasındaki farkların tarihselliği ve doğallığı benimsenemedi. Sovyetlerden ayrılan Türk kökenli ülkelerde bu tür farklılıkların daha doğal karşılandığı görmezden gelindi. Hele, ana dilde eğitim konusundaki tecrübeden hiç yararlanılmadı.
1990’ların ortalarında bağımsız ve egemen olmanın artık kişi onur ve güvenliğine yetmediği anlaşılmaya başlandı. Ancak siyasî iktidarlar devlet katında egemenlik ve bağımsızlık kapasitelerini, kıstırılmışlık propagandasıyla sürdürmeye devam ettiler. “Köle”yi azarlama tarzı devam ediyordu; azarlamalar militarizmle beslendi. Kürtler ise kültürel kölelikten kurtulma yolunu iki biçimde yorumladılar: Birincisi, dağa çıkarak silahlı mücadeleden medet ummak; ikincisi Türklerin savunmacı ve düşman-bekler ve düşman-savar ruh haline özenerek büyük şehirlerde yaşamlarını sürdürmek ya da yerel sorunlardan tamamen kopma pahasına diaspora liderliğine meyletmek. Son olarak da eski tarz bağımsızlığın ve egemenliğin, kendi-dünya piyasası için Kuzey Irak’a yerleşen ABD tarafından armağan edilmesini öngördüler. Bu oluşumun Türkiye’den çok daha üstün bir siyasal gelecek yaratacağını sanıyorlar.
Tabii böyle “kırmızı çizgi”li loş bir ortamda haklar hep ihlal edilir ya da ertelenir oluyor. Kısacası her iki halk da birlikte demokratikleşme yolunu taşlardan arındıramıyor; bunu sadece devletin işi olarak görüyor. Gündelik ihtiyaç ve talepler ile onlara cevap verecek idareler, “etnik çatışma” havasından çıkıp ortak gereksinimleri, dolayısıyla öz güvenli ve sade bir yaşam için işbirliği noktalarını düşünemez hale geliyor. Türkiye devletinin Türklüğe dayalı “yüksek siyaseti” artık yaygın bir biçimde eleştirilmeye başlanırken, Kürtler aynı üsluptaki “yüksek siyaset”e meraklanıyor. Hakların temin edilmesi ve dış politikanın, kan bağı esasına dayandırılması karşılıklı olarak sıradanlaşıyor. Örneğin ana dilde eğitim gibi insan güvenlik ve mutluluğunun temeli olan bir ihtiyaç her iki taraf için de Kürtçülük halini alıyor; keza Nevruz kutlamaları aynı şekilde Kürtçülük ve Türkçülük nidaları sergiliyor. Sonuçta ne Türkçülük tam anlamıyla Türkolojiye dönüşebiliyor, ne Kürtçülük Kürdolojinin gelişmesi için bir adım atabiliyor. Her iki zengin alan da kan bağı siyasetine kurban giderken, neo-liberalizmin sermayeyi kurtarma operasyonu ilkel milliyetçiliklerle besleniyor. Bunu da mı görmeyelim?
Farkı kabul etmemek, tanımamak, anlamamak ve farkı negatif olarak algılamak son derece menfi bir benzeşmenin yolunu açtı. Tabii ki, her iki topluluğun paylaşılmış hayatlara dayanan benzerlikleri az değil. Ancak siyasal faaliyet, olması gerektiği gibi çalıştırılmıyor ve benzeşmenin kötü halini ortaya koyuyor; buna kısaca benzetme diyebiliriz. İşte bu hiç güvenmeyen, her an düşmanlık algılayan, her an çatışma bekleyen bir ruh halinin sağladığı kaçamak kurtuluş…
“Köle kaçmasın, esir kurtulmasın”; yüzyıllardır birlikte yaşama alışkanlığına sahip bu iki halkın birlikte yarattıkları tablo işte böyle! Daimi kurtuluşun birlikte yaşama ve üretme adabıyla, hayatın her alanındaki ortaklıklarla olacağına hiç şüphe yok. Demokratik arayışta, devlet ile halkı çok net çizgilerle birbirinden ayırmak son tahlilde geçerli değil. Halkın, yani bireylerin ve aracı kurumların siyasî iradeyi, siyasî iradenin de halkı bu adaba alıştırması gerekiyor. İşte, güvenlik yolu, düşmanlık ve nefreti beslemeden açılacak bir yol.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Büşra Ersanlı