Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Pentagon gölgesinde Türk gazeteciliği
Fahrettin Altun
I.
AMERİKAN dış politika mimarlarından Zbigniew Brzezinski, 1970 yılında kaleme aldığı İki Çağ Arasında: Teknotronik Çağda Amerika’nın Rolü isimli eserinde “iletişim ağları diplomasisi” diye bir kavram icat etmiş, bu kavramın Amerikan dış politikasının merkezî unsurlarından birisi haline getirilmesi gerektiğini salık vermişti. Tehdit ve gözdağına dayanan “Gambot diplomasisi”nin geride kaldığını söyleyen Brzezinski, Amerikan çıkarlarının bundan böyle ancak “iletişim ağları diplomasisi” ile teminat altına alınabileceğini öne sürmüştü. Brzezinski’nin yapmak istediği, özetle, uluslararası/toplumlararası iletişim süreçlerini yönlendirmeye dönük “dinamik ve uzun vadeli” bir siyaset geliştirmenin lüzumuna dikkat çekmek ve tüm dünyada Amerikan karşıtı bir söylemin kendisini göstermeye başladığı bir dönemde iletişimin artan önemine binaen çerçevesi çizilmek istenen ve esasında bir süredir uygulanagelen bir stratejiyi yeniden kavramsallaştırmaktı.
İletişim diplomasisi, Amerika için yalnızca bir halkla ilişkiler çalışması, daha açık bir ifadeyle kendi siyaset felsefesini, hayat tarzını, dünya görüşünü tanıtma, insanları tüm bunların önemine inandırma gayreti değildir. O, aynı zamanda ABD iktidarını pekiştirme ve derinleştirme çabasını yansıtmaktadır. Bu diplomasi yalnızca devletler arasında uygulanan bir diplomasi de değildir. Onun muhatapları büyük iktisadî teşekküller ve medya kuruluşlarıdır. Çeşitli teşvikler ya da yaptırımlar yoluyla belli siyasetlere ikna edilen medya kuruluşları ve tabii ki gazeteciler, her fırsatta “ülke çıkarları”nın Amerika ile kurulacak yakın ilişki ve işbirliğinden geçtiğini ifade ederek, bulundukları toplumlarda Amerikan muhipliğinin yerleşmesine çaba sarf etmektedirler.
Amerika’nın zamanla psikolojik harp konsepti içerisine soktuğu bu strateji bugün de varlığını sürdürmektedir. Bu strateji, en kaba şekliyle, ABD’nin Irak işgali öncesinde, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld gözetiminde Pentagon’da kurulan Stratejik Etki Merkezi ile gündeme geldi. Bu kurum, amacının, yabancı gazetecileri muhatap alarak onlar üzerinden dünyada bir Amerikan sempatisi tesis etmek ve oluşması muhtemel Amerikan karşıtlığını bu gazeteciler yardımıyla hafifletmek olduğunu beyan etti. Ne var ki, çok fazla göz önünde olduğu ve eleştirildiği için kapatıldı. Ancak mevcut ihtiyacı karşılayacak yeni bir kurum oluşturuldu ve bu yeni kurumun varlığından ve amaçlarından kamuoyu haberdar edilmedi. Ta ki, geçtiğimiz günlerde dört Türk gazetecinin de içinde bulunduğu elli yabancı gazetecinin Pentagon tarafından “maaşa bağlandığı” öğrenilinceye kadar. Bu durum ortaya çıktıktan sonra eli kalem tutan, ağzı laf yapan pek çok kişi, Amerika’nın, CIA’in de katkısıyla dünyanın her yerinde “gazeteci satın aldığı” yönünde yorumlar yapmaya başladı.
Ancak ben buradaki ilişkiyi tanımlarken daha ihtiyatlı davranılması gerektiğini düşünüyor ve “satın alma” kavramı yerine ‘kiralama’ kavramını öneriyorum. Zira satın alınan her ne ise, o bütünüyle kendisini satın alanın ‘malı’dır ve satın alan, satın alınanı satmadıkça, satın alınan söz konusu konumda kalmaya devam eder. Oysa biz şunu biliyoruz ki, söz konusu ‘mal’lar kendilerine farklı dönemlerde farklı ‘sahip’ler bulabilmektedirler. Dolayısıyla buradaki ilişki bir satın alma ilişkisi değil, bir kiralama ilişkisidir. Velhasıl Amerika, bu strateji gereği kendi çizgisine yakın olan ya da olabilecek gazetecileri kiralamaktadır. Bir zamanların muhalif gazetecilerinin, en radikal Amerikan muhibbi kesilirken, bu kadar rahat olmaları da bence bununla alakalıdır.
 
II.
Amerika’nın yeni atanan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, geçen ay içerisinde Türkiye’ye geldi. 5-6 Şubat tarihleri arasında Türkiye’de bulunan Rice, sırasıyla başbakan, cumhurbaşkanı ve dışişleri bakanı ile görüşmelerde bulundu. Basın, görüşmeleri yakından takip etti ve Rice’ın “gönüllere su serpen” açıklamaları birçok gazetede benzer şekillerde haber yapıldı. Rice’ın dışişleri bakanı ile yaptığı görüşme sonrasında düzenlenen ortak basın toplantısında Türk gazetecilerin soruları, Türkiye’nin Amerikan kamuoyundaki imajını temel problem olarak gören, Amerika’ya Orta Doğu’ya ilişkin daha ileri tasarruflarda bulunabilme güç ve meşruiyetini veren ve de kendi işgal gerekçesini dahi yitirmiş bir sömürgeci devletin Irak’ta sebep olduğu acılara, yıkımlara bigâne kalarak Kerkük meselesine ve PKK sorununa hapsolan bir söylemin içinden soruldu. Ne Rice’ın ABD kamuoyunda muhatap olduğu suçlamalara ilişkin sorular vardı, ne de Amerikan dış politikasının çok yakınlarımızda yarattığı yıkımlara ilişkin sorular. Yapılan haberler de kuşkusuz bu söylem çerçevesinde üretildi. Condoleezza Rice’ı Amerikan dış politikasının yeni yüzü olarak yansıtan gazetelerimizin kahir ekseriyeti, attıkları haber başlıklarıyla, Amerika ile “iki eski müttefik” olduğumuzu, “hâlâ dost” olduğumuzu hatırlayabilmenin önemli olduğunu, Amerika’nın Türkiye’yi her zaman desteklediğini söylediler bizlere. PKK’nın Amerika açısından kesinlikle kabul edilemez olduğunu vurgulamayı unutmadan. (Bu arada, PKK Amerika açısından ne zaman “kabul edilebilir” olmuştu ki Allah aşkına.) Sözün özü, Rice’ın Türkiye ziyaretiyle ilgili olarak yapılan haberler, pozitif imajlarla yüklüydü. Haber yerine çarpıtılmış bilgi kırıntıları çıktı yine karşımıza.
Gelin görün ki, Türk medyasının Rice’ın ziyaretine ilişkin çizdiği pembe tablo çabucak kararıverdi. 6-7 Şubat tarihli gazete haber ve yorumları daha ziyade Rice’ın ziyaretinin çok iyi sonuçlandığını ifade ediyorken, Amerikan resmî çevrelerine yakın isimlerin yaptıkları açıklamalar işin rengini değiştirdi. Bunun üzerine medyada Türk-Amerikan ilişkilerinin çıkmaza girmeye başladığı yönünde bir fırtına esmeye başladı ve Robert Pollock’un Wall Street Journal’da “Bir Kez Daha Avrupa’nın Hasta Adamı” başlıklı yazısının yayımlanmasıyla bu fırtına adeta bir tufana dönüştü. Pollock, en temelde Türk kamuoyunda artan Amerika ve İsrail (ona göre Yahudi) karşıtlığından yakınıyor ve AKP hükümetini bu karşıtlığı körüklediği için eleştiriyordu. Pollock’un sözleri esasında Amerikan resmî çevrelerinin Türkiye’ye ilişkin rahatsızlığını yansıtıyordu. Nitekim bu sözlerin tercüman olduğu siyasî rahatsızlık, söz konusu yazı yayımlanmadan bir gün önce AKP içerisinde yeni bölünmelerin de önünü açıyor ve Kültür Bakanı Erkan Mumcu hem bakanlıktan, hem partiden istifa ediyordu. Yine bu süreçte dünyanın birçok ülkesindeki Amerikan yanlısı medya, AKP hükümetine ilişkin yoğun eleştiriler barındıran haber ve yorumlara yer veriyordu.
Bu sürece Türk medyası da katıldı. Şimdiye dek AKP politikalarını yere göğe sığdıramayan pek çok Babıâli prensi, elinde kılıç AKP’nin dış politika söylemine saldırmaya başladı. Bunun sebebi gayet açık. Türk medyasında ağırlıklı bir konuma ve geniş bir tabana sahip olan Amerikancı perspektifin AKP hükümetinden beklentisi, hükümetin Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket eden bir Türkiye’yi istikrara kavuşturması ve bölgede Amerikan çıkarlarını önceleyen bir dış politika çizgisi tutturması. Söz konusu perspektifin sahipleri, AKP’yi daima iki şekilde korkutuyor: Menderes’in idamını sürekli gündeme getirerek ve Türk siyasî tarihinde Amerika’ya karşı bir tutum geliştirmenin bedelinin siyasî tasfiye olduğunu ima ederek. Pollock’un, 22 Şubat’ta verdiği bir söyleşide mezkur yazıdaki maksadının Türkiye’de “uzun zamandır sesi çıkmayan ABD yanlıları”nı harekete geçirmek olduğunu ifade etmesi tesadüf değildir. Türkiye’deki Amerikan yanlılarını harekete geçirmek ise, AKP’yi Amerikan merkezli bir dış politika çizgisine mecbur etme stratejisinin bir parçası olarak okunmalıdır.

Paylaş Tavsiye Et