Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Bu sistemde bilet ‘yalnız gidiş’ olur
Mithat Madran
1990’LARDAN başlayarak kısa vadeli sermaye hareketlerinden kaynaklanan, yerel ve bölgesel ölçekte birçok kriz yaşandı. Buna rağmen uluslararası finans sermayesi, bugün eskisine göre çok daha güçlü ve yerleşmiş durumda. Kısa vadeli sermaye hareketleri yıkıcı etkilerini sürdürürken, uluslararası finans sisteminden kopma niyetinde olan hiçbir ülkeye rastlanmaması düşündürücü. Hatta Türkiye’nin de aralarında yer aldığı pek çok ülke, uluslararası finansal sisteme entegre olabilmek için eskisine nazaran daha fazla fedakarlığa katlanıyor.
Uluslararası sermaye hareketleri, özellikle Asya krizi sonrasında gündeme gelen tartışmalarda ciddi biçimde sorgulandı. Bu tartışmaların ışığında, krizlerin sebeplerini iki ana başlık altında toplamak mümkün: Ülkelerin kendi dinamikleriyle alakalı ‘içsel sebepler’ ve uluslararası finansal sistemin işleyişinden kaynaklanan ‘dışsal sebepler’.
İçsel sebepler; kamu maliyesindeki açıklar, devletlerin ekonomideki payının büyüklüğü, kamu kurumlarındaki yozlaşmalar ve finans sistemlerindeki yapısal bozukluklar ile ahlakî çöküntü problemidir. Dışsal sebepler ise, uluslararası finansal sistemin içerisinde yer alan ülkeleri, sistemle bütünleşme düzeyleriyle orantılı olarak etkileyen ve ülkelerin tek başlarına müdahale şanslarının bulunmadığı etkenleri içerir. Yatırımcıların bir kısmının, spekülatif olarak paralarını yatırım yaptıkları ülkelerden çekmeye başlamalarıyla harekete geçen, kendi kendini besleyen ve diğer ülkelere de sıçrayan ‘rasyonel panik’, dışsal sebeplerin en önemlisi. Böyle bir paniğin, ekonomileri gayet sağlam olan ülkeleri bile kısa sürede derin krizlere sürükleyebileceği Asya Krizi ile tecrübe edilmiş oldu.
Kriz yaşayan ülkelerin uluslararası finans sermayesine verdikleri tepkiler de ilginç. Söz konusu ülkelerin tavrı, sahibi tarafından dövüldükçe bağlılığı artan bir evcil hayvana benziyor. Krizlerden yara almaları nedeniyle uluslararası finansal sisteme daha temkinli yaklaşmaları gereken ülkeler sisteme giderek daha sıkı eklemleniyor. Zira bu ülkelerin, yukarıda saydığımız yapısal sorunlarını çözebilmek için uluslararası sermayeden alacakları payı artırmaya çalıştıkça finansal sisteme daha çok entegre olmaları mecburi hale geliyor.
Malezya hariç Asya ülkelerinden hiçbiri uluslararası finansal sisteme ciddi bir tepki geliştiremedi. Türkiye de, 1994’den bu yana yaşadığı krizlerde uluslararası finansal sisteme tepki geliştirmekten ziyade, sistemle daha çok bütünleşmeyi tercih eden ülkelerden biri. Türkiye’nin ‘faiz dışı bütçe fazlası’ hedefine ulaşabilmek için gösterdiği gayrette, bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılmasında ve genel olarak İMF politikalarını hiç sektirmeden takip edişinde bu yaklaşımın örnekleri görülüyor. Böylelikle uluslararası finansal sisteme daha fazla dahil olarak yapısal sorunlarımızı çözebileceğimizi ve krizleri atlatabileceğimizi düşünüyoruz.
Bu çözümün göz ardı ettiği iki sorun var: Birincisi, krizlerin dışsal sebepleri sistemin yapısından kaynaklanıyor; sistem bu yapısıyla devam ettikçe dışsal sebeplerin ortadan kalkması mümkün değil. Her ne kadar ‘rasyonel panik’leri ve krizlerin diğer ülkelere sıçramasını önlemek için teorik düzeyde bir takım alternatiflerin geliştirildiğini görsek de hegemonun inisiyatifi olmadan bunların uygulamaya geçemeyeceğini biliyoruz. Sistemin hegemon gücü olarak ABD’nin bu yönde hareket etmeye hiç niyeti olmadığı da aşikar.
İkinci sorun ise, İMF gibi uluslararası kuruluşların etkisiyle veya AB’ye girme arzusuyla gerçekleştirilmeye çalışılan kurumsal değişikliklerin ne kadar kalıcı olacağı. Her ne kadar bu tür dışsal etkiler Türkiye örneğinde şimdilik işe yaramış gibi gözükse de, gerçekleştirilmeye çalışılan yapısal değişikliklerin ciddi bir testten geçtiğini söylemek mümkün değil.
 
Kredibilitenin Esiri Olmak
Asıl soruya dönecek olursak: Neden kriz yaşayan bir ülke, özellikle de Türkiye, krizin çözümünü uluslararası finansal sisteme daha çok entegre olmakta arar? Bu sorunun cevabını, uluslararası finans sermayesinin ülkeleri liberal politikalara daha fazla bağlanmaya iten yapısında bulmak mümkün. Uluslararası finans sermayesine açılan ülkeler, başlarda uluslararası sermayenin nimetlerinden faydalanırken bir süre sonra ağır bir bedel ödemek zorunda kalsalar da bu süreci geri çevirme güçlerini yitiriyorlar. Mesela Türkiye, 1989’dan 1994’e kadar olan dönemde yabancı sermaye girişlerinin desteğinde büyürken, 1994’te ve bundan sonra yaşanan iki büyük krizde bu sürecin bedelini ödedi. Finansal serbestleşme kararı alındığında öngörülemeyen veya öngörülüp de ertelenen sorunlar, ileride kriz olarak ortaya çıktı. Kriz sonrasında ise, uluslararası finansal sistemden kopma maliyetinin sistemle devam etme maliyetinden çok daha fazla olduğu korkusu hakim oldu. İçerideki yapısal sorunları sistemin buyrukları doğrultusunda çözüp yola devam etmenin daha doğru olduğu sonucuna varıldı. Kısacası, bir defa ateşlenen süreç kendi kendini besledi ve ilerisindeki muhtemel seçeneklerin önünü kesmeyi başardı.
Türkiye örneği, uluslararası finans sermayesinin bir ülkede toplumsal değişime nasıl yön verdiğini görmek açısından da önemli. Kısa vadeli sermaye hareketleri siyasetin ve toplumun elini zayıflatırken sermaye sahiplerinin gücüne güç katar. Finans kapitalin hakimiyetine açık hale gelen ekonomilerde spekülatörlerin beklentileri aynı şekilde oluşacağından ve değişeceğinden volatilitenin yüksek ve dönemsel likidite sıkışıklıklarının mümkün olduğu bir finansal ortam oluşur. Bu ise sermaye maliyetlerini artırarak yatırımları ve üretimi olumsuz etkiler. Ayrıca ani finansal hareketlerin ulusal ekonomiler üzerindeki yıkıcı etkileri, ekonomi politikasını belirleyen otoriteler açısından kredibiliteyi sağlamayı tek hedef haline getirir. Bir başka deyişle ekonomi ‘kredibilite fetişi’nin tutsağı haline gelir.
Kredibilite sistemin işleyebilmesi için anahtar olduğu ölçüde, karar mercileri finansal piyasaların tercihlerine uygun politikalar uygulamak zorundadır. Mesela hükümetler, enflasyonda artış eğiliminin belirmesi durumunda, yatırımlar ve büyüme üzerindeki olumsuz etkilerini göz ardı ederek faiz oranlarını yükseltmeye mecbur olur. Veya Türkiye örneğinde olduğu gibi faiz dışı fazlanın oranı bile tartışılamaz bir kutsallık derecesine yükseliverir.
 
Kısa Vadeli Sermaye Hareketleri ve Toplumsal Tartışma(ma)
Uluslararası finans sermayesinin ürkütülmemesi için önce isteklerimizi erteliyoruz; sonra bu isteklerden vazgeçmenin daha doğru olduğuna kendimizi inandırıyoruz. Evet, Türkiye’de son dönemlerde büyük değişiklikler oluyor. Fakat bu değişliklerin yegane kriteri uluslararası sermayenin talepleri. Toplumun beklentileri arka plana itiliyor ve tartışmaya sebep olacak konular masadan uzak tutuluyor. Masaya gelebilenler ancak AB ile İMF’den destek alan gündem maddeleri. Kaçınılmaz olarak bunlar, uluslararası sermayenin talep ettiği değişiklikler oluyor. Toplumsal hayatımızı ilgilendiren bir talepte bulunacak olsak, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde asılı tutulan “kriz”le korkutuluyoruz.
Uluslararası finans sermayesine kapıları ardına kadar açmanın sadece ekonomik değil, sosyal sonuçları da olduğu dikkate alınırsa, yaşanan sürecin geri çevrilebilirliği sorunu daha da önem kazanıyor. Bu ‘tek gidiş’ biletli yolculukta, ileride gerek iktisadî gerek sosyal olarak maliyetini ödemek istemeyeceğimiz bir takım yükümlülüklerin altına girdiğimizi görmemiz gerekli. Uluslararası finansal sisteme entegre olmakla istediğimiz zaman bu yapının dışına çıkma alternatifimizi ortadan kaldırıyorsak, önümüzdeki sürecin doğurabileceği sorunları bir daha düşünmeliyiz. Değişime yön verdiğimizi düşünürken, değiştirdiklerimiz tarafından dönüştürülebileceğimizi unutmayarak duruşumuzu sağlam tutmalıyız.

Paylaş Tavsiye Et