Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Memleket hali: Asayiş bertaraf
M. Akif Kayapınar
2004 YILI, Türkiye’de ümitlerin yeniden yeşerdiği bir yıl oldu. Finansal krizlerin yaraları sarılmış, enflasyon ve faiz oranları düşmüş, iktisadî ve siyasî istikrar yeniden yakalanmış, dış politikadaki açılımlar devam etmiş; bu çerçevede AB sürecinin iç hukuka yönelik olumlu yansımaları olmuş ve nüfuzlu batık banka sahipleriyle adı yolsuzluğa karışan yüksek rütbeli subayların yargılanması süreci başlamıştı. Kolektif bilinçte artık işlerin iyiye gittiği, kritik dönemecin aşıldığı, kısacası makûs talihin nihayet yakamızı bıraktığı yönünde bir kanaat hasıl olmuştu.
Ne var ki, 2005 yılı başlarken yaşanan gelişmeler pek de bu kanaati teyit eder cinsten olmadı. İlk olarak yılbaşı gecesi Beyoğlu’ndaki kutlamalarda ar damarı çatlamış bir güruhun Hırvatistan uyruklu kız öğrencilere yönelik toplu tacizleri ekranlara yansıdı. Kameraların önünde dahi bu kadar arsız olabilen insanlar izleyenlerin midesini bulandırsa da, olay özel bir zamana ve mekana atıfla fazla önemsenmedi. Yılbaşı gecesi böyle yerlere gitmezdik, olur biterdi. Fakat ardından tüm Türkiye Sarıyer’den gelen bir haberle sarsıldı. Aralarında 3 yaşındaki bir çocuğun da bulunduğu 7 kişilik bir aile hunharca katledilmişti. Bu kadar câni olabilir miydi insanlar?! Ya da bunlara insan denebilir miydi?! Daha bu katliamın şoku atlatılmadan, Okmeydanı’nda otobüsten inen bir hemşirenin sokak ortasında kaçırıldığı ve kendisine tecavüz edildiği haberi duyuldu. Peşinden gözler Trabzon’a çevrildi. Zira bir profesör ve 4 yaşındaki oğlu bindikleri aracın kurşunlanması sonucu hayatlarını yitirmişlerdi. Olay bir sonraki gün aynı zamanda ve yerde başka birilerinin öldürülmesi ile aydınlandı. Esas öldürülmek istenenler bunlarmış meğer. Katiller asıl hedef olan araba ile profesörün arabasını, aynı renk olduklarından, birbirine karıştırmışlar. Sonra Konya’da bir yerel televizyon spikerinin kapkaççılar tarafından bıçaklandığı haberi gazetelerde yer aldı. Bu vesile ile kısa süre önce bir cep telefonu yüzünden kapkaççıların trenden atarak öldürdükleri gencin hatırası canlandı zihinlerde. Geçtiğimiz günleri anımsatan bir başka olay da bir basketbol maçında yaşandı. Zira 17 yaşındaki bir genç tribünlerde elindeki bıçağı sallarken görüntülenmişti. Dahası hırsızlık vakaları arttı. Ocak ayının ilk on beş gününde polis kayıtlarına işlenmiş hırsızlık vakası 600’ü geçti. Tabii ki hırsızların çok küçük bir kısmı yakalanabildi.
Her gün gazetelerin üçüncü sayfalarını yüzlerce asayiş haberi dolduruyor: Kumar cinayeti, alkol cinayeti, namus cinayeti, sokak kavgası, cinnet, mafya içi hesaplaşma vs. Ne var ki, yukarıda zikredilen tipte olayların bu tür asayiş vakalarından çok temel bir farkı var. Zikrettiğimiz olaylar “su testisi su yolunda kırılır” ya da “ava giden avlanır” cinsinden olaylar değil. Su testisinin durduğu yerden kırıldığı, “pisi pisine” avlanıldığı olaylar bunlar. Arabanızın renginin bej olması, otobüsten Çağlayan’da değil de Okmeydanı’nda inmeniz, birilerine borç vermeniz, sokakta yürürken kim olduğunu bilmediğiniz kapkaççıların önünden geçmeniz ya da bir spor müsabakasında o koltuğa değil de bu koltuğa oturmanız yeterli öldürülmek, tecavüze uğramak, yaralanmak ya da soyulmak için. Mağduriyetin sebebi sokağa çıkmak, şehirde yaşamak ya da sadece ve sadece yaşamak… Türkiye’de yaşamak… Tam bir buhran dönemi, toplumsal çözülme hali… İnsan tekinin kendi hayatı üzerindeki kontrolünü kaybetmesinin ve bunun farkına varılmasıyla ortaya çıkan psiko-ontolojik gerilimin yol açtığı sosyal tahribatı tarif etmek mümkün değil.
Türkiye’de insan hayatının ucuzlamasının ve bu şekilde şansa terk edilmesinin önemli amillerinden biri hiç şüphesiz kanunlardaki yetersizliklerde ve mevcut kanunların hakkıyla işletilememesinde yatıyor. Bu noktada da Hükümet’e büyük iş düşüyor. Dolayısıyla ilgili kurumların, özellikle de İçişleri Bakanlığı’nın kendine artık bir çeki düzen vermesini talep etmek hakkımız olsa gerek.
Ne var ki, resmî süreçler problemin yalnızca bir yönünü oluşturuyor. Bunlara bir de hızlı ve plansız kentleşme ile iktisadî krizleri eklesek bile, buhranı bütünüyle açıklayabilmemiz imkansız. Zira buhranın kökleri daha derinlerde gizli. Yani, insan yığınlarını sayısal bir yekûndan sağlıklı bir topluma dönüştüren değerlerin yozlaşması söz konusu. Bilindiği gibi uzunca bir süredir akademisiyle, siyasetiyle ve medyasıyla sistemli bir ‘değersizleştirme’ programı yürütülüyor Türkiye’de. Bununla, geleneğin modernliğe evrildiği Avrupa’nın aksine, toplumu gelenekten tamamen kopararak, modern değerlerin üzerine inşa edilebileceği bir tabula rasa oluşturmak amaçlanmıştı. Modernleştirici seçkinlerin bu konuda oldukça başarılı oldukları aşikâr. Nitekim her türlü ahlâki ve sosyal kontrol mekanizması devre dışı kalmış durumda. Allah korkusu sinelerden silineli çok olmuş. Bununla birlikte aynı başarının, terk edilen değerlerin yerine yenilerinin ikamesinde gösterildiğini söylemek imkansız. Netice ise yukarıda çizilen buhran tablosu. 
 
CHP Yine Kimlik Arayışında
Bilindiği gibi Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, toplumu ‘modern’ ve ‘batılı’ değerlere göre yeniden inşa etme ve bunun için de mevcut değerlerden arındırma projesinin odağı CHP olageldi. CHP’li seçkinlerin kendilerini yukarıda çizilen ‘değersizlik’ tablosundan ne kadar sorumlu gördükleri bilinmez; ancak halkın bu tablo ile CHP arasında güçlü bir ilişki kurduğu ortada. Sadece iki partinin meclise girebildiği son seçimlerde dahi CHP’nin aldığı düşük oy oranı ve bundan dolayı bugünlerde partinin yeni bir arayış içine girmesi de bunu teyit eder mahiyette. Ne var ki bu yeni bir şey değil CHP için. Hatta Türkiye’nin geçirdiği tüm büyük dönüşümlerin izdüşümlerini CHP’nin tarihinden izlemek mümkün. Başlangıçta CHP yukarıdan aşağı devrimle özdeşleşmiş olan yeni Cumhuriyet’in kurucu partisiydi. Dolayısıyla özü itibari ile devletçi ve merkezci idi. Çok partili hayata geçilmesinden sonra CHP’nin bu devletçi tutumu ile demokratik yollardan iktidara gelmesi bir hayal olunca CHP çevreye yönelik yeni bir açılıma ihtiyaç duydu ve devletçiliğin yanı sıra kimliğini sosyal demokrasi etrafında yeniden tanımladı. Bu açılım CHP’yi düşe kalka bugünlere kadar getirebilmiş olsa da, miadını doldurmuş görünüyor. Nitekim bugün Sarıgül’ün şahsında CHP’nin popülist politikalarla çevreye yönelik yeni arayışlara girmesi de bunun bir göstergesi.
CHP’yi yakından tanıyan uzmanların ortak kanaati, parti örgütlenmesinden doğan sebeplerle kongrede Sarıgül’ün şansının fazla olmadığı yönünde. 2007’de yapılması planlanan seçimlere parti muhtemelen Baykal’ın liderliğinde girecek. Ne var ki, bu Sarıgül gerçeğini ortadan kaldırmayacak. Zira Sarıgül’ün adaylığı sadece şahsî bir hırsın eseri olarak görülmemeli. Tam aksine Sarıgül’ün çıkışı Türkiye’nin tarihî kıvrımlarına adapte olabildiği oranda ayakta kalabilen CHP’nin geleneği ile son derece tutarlı görünüyor. Bilindiği gibi uzunca bir süredir Türkiye’de siyasetin şirazesi çevreye meyletmiş durumda. (Sağ-sol yelpazesini esas alanlar için çevre kısmen sağa tekabül ediyor.) Bunu gören Sarıgül’ün, son derece iğreti de olsa, çevreye yönelik mesajlar vermesi bu açıdan anlamlı. Konuşmalarında ‘halk’ın yanı sıra ‘Hak’kı da zikretmesi, koşusuna ‘Besmele’ ile başladığını vurgulaması, Konya’da Mevlana türbesinde başörtülü eşi ile birlikte dua ederken kameralara poz vermesi şüphesiz bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor.
Türkiye’deki çok partili siyaset tarihinin bize öğrettiği bir gerçek var: CHP’nin varlığını koruyabilmesi çevre ile kurabildiği anlamlı ilişkiye bağlı. Ne var ki, önümüzdeki yıllarda CHP için böyle bir ihtimalin olduğunu söylemek güç.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR