Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Avrupa’nın eşiğinde: Toplumsal örgütlenme ve din
Nazife Şişman
BİRKAÇ ay önce katıldığım bir uluslararası sempozyumda, Müslümanların küresel sistem içinde netleştirmeleri gereken üç sorun alanı olduğuna işaret etmişti Malezyalı bir sosyal bilimci: Kadın-erkek ilişkileri, Müslim-gayrimüslim ilişkileri ve uluslararası ilişkiler. Bu üç sorun alanını problematik hale getiren husus ise bunların ele alınışını belirleyen kavramların klasik yorumuydu. Kadın-erkek ilişkilerini belirleyen kıvame, Müslim-gayrimüslim ilişkilerini belirleyen kafir ve uluslararası ilişkileri belirleyen cihad terimlerinin, yeni küresel sistem içinde yeniden ele alınıp yorumlanması gerekiyordu ona göre.
Dar’ül-İslam/dar’ül-harb coğrafî kavramlar mı, hukukî kavramlar mı? Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ve çoğulcu sistem içinde hak taleplerinde bulunan Müslüman toplulukların hukukî ve siyasî konumu, dar’ül-İslam/dar’ül-harb karşıtlığında nasıl bir konum arz ediyor? Bu çerçevede cihadın, artık uluslararası ilişkileri belirleyen bir kavram olmaktan çıkarılması ya da yeniden yorumlanması gerekiyor.
Fakat meselenin sorunlu alan olarak belirlenmesinde ve cihadın yeniden yorumlanması gereken temel kavram olarak öne sürülmesinde, “kılıcından kan damlayan” vahşi, barbar ve savaşçı bir Müslüman tipolojisi çizen Batılı-oryantalist yaklaşımların etkisini yok saymak safdillik olmaz mı? Ya da Filistin’de, Irak’ta yapılan meşru savunma hakkı ile terörü bir arada değerlendiren, terörü cihadla örtüştüren görüşe hakimiyet sağlamaya çalışmadığı söylenebilir mi?
Müslim-gayrimüslim ilişkilerine gelince, gavura gavur denildiği dönemde, yani Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunda bugün kimyasını anlamaya çalıştığımız çok dinli, çok etnikli bir toplum yapısının varolduğunu görüyoruz. Gavurun gavur olduğunun bilindiği bir toplum örgütlenmesinde, soykırım, etnik temizlik gibi çağdaş toplumsal patolojilere rastlamıyoruz. Ne zaman ki gavura artık gavur denmiyor; işte o zaman ‘gavur’ denmediği halde ve belki de bu yüzden ‘öteki’leştirilen, ‘düşman’laştırılan farklılıklar, çoğulluklar ortaya çıkıyor. Ulus-devlet sınırları içine hapsedilmeye çalışılan ‘farklılıklar’ bunlar. Ama bu gömlek dar geldiğinde yeniden pota karıştırılıyor ve ‘azınlıklar’ üzerinden yeni bir ayrıştırma politikası giriyor devreye.
Tespit edilen diğer sorun alanı ise Müslüman toplumları, kadınlarla ilgili tavır ve tutumları konusunda temelden problemli ilan ediyor. Özellikle aile içinde kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi belirleyen kıvame kavramı üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Bu da küresel cinsiyet dinamikleri çerçevesinde ‘sorunsallaşan’ alanlardan biri ve klasik oryantalizmin “İslam’ın kadınları ezdiği” şeklindeki genel kabulünün ötesinde ele alınabilmiş değil henüz.
Aile ilişkileri, toplumsal ilişkiler ve uluslararası ilişkiler... Bu üç alanda da köklü bir tavır değişikliği yapmaları isteniyor Müslüman toplumlardan. Peki bu alanları sorunsallaştıran kültürel ve politik ortam ve ilişkiler neler? Öncelikle bunun tespit edilmesi gerekmektedir. Elbette ulus-devletlerin kuruluşu, ardından küreselleşme ile bu sınırları zorlayan gelişmelerin yaşanması pek çok siyasal tavır ve tutumun yeniden ele alınıp tanımlanmasını gerekli kılmıştır. Fakat bu noktada kimin nereden ve kime soru sorduğu konusu netleştirilmeden, ezberci ve dalkavuk öğrenci edasıyla hemen cevapları yazmaya kalkışmak, bizi çözümsüz bir noktaya götürür.
Dini bireysel bir mesele olarak ele alan modern yaklaşımda, toplumsal ilişkilerin, dini temel alan bir ayrım etrafında örgütlenmesi söz konusu bile değil. Zira böyle bir örgütlenmenin, küresel ve çok kültürlü, çok dinli ve çok etnikli bir yapıda sorunlara neden olacağı tespiti, elde bir kabul edilmektedir. Bu nedenle de bireysel dinî uygulamalar, din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değil, farklı kimliklerin temsili, ‘hayat tarzları’na saygı, kadın hakları vs. çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Burada dikkati çeken husus, dinin kendi emrettiği pratiklerin ve seçimlerin bile, “hayat tarzları seçimi”nin tamamen seküler diliyle sunuluyor olmasıdır. Bu dilin özelliklerini, en bariz şekilde eşcinsel haklarının savunuluşunda tespit edebiliriz.
Bugün, temel insan hakları düşüncesi, bir bakıma evrensel bir iyi olarak eski zaman dininin yerini almış olmasına rağmen, Avrupa’da da, Amerika’da da genetik, kürtaj ve homoseksüellikle ilgili tartışmalar, hâlâ Hıristiyanlığa atıfla yapılmaktadır. Fakat aynı konular İslam’a atıfla tartışılmak istendiğinde, birdenbire “evrensel değerler”, “küresel toplum”, “Avrupa ortak değerleri” gibi kriterler gündeme getirilmektedir.
“Terbiyeli toplum”da (ki Norbert Elias, Avrupa medeniyetinin, diğer ‘medeniyetler’den biri olmayıp benzersiz ve eşsiz görülmesinin nedenlerinden biri olarak görür bu toplumsal terbiyeyi), üçüncü dünya dinlerine ‘ilkel’ demek, İslam dinine ‘sapkın’ demek artık hoş değildir. Ama Ferhat Kentel’in gazetem.net’teki (24.11.2004) yazısında çok güzel ifade ettiği gibi sizin “çok farklı” olduğunuzu söyleyerek ‘gavur’ demeden de kasd-ı kelam eyler. Biz Tanzimat’tan bu yana “gavura gavur dememe”nin ‘terbiyesi’ni edinmeye çalışıyoruz. Ama “gavur meseleyi çözmüş”: ‘Farklı’ diyerek meramını ifade ediyor.
Tüm bunlar gösteriyor ki evrensel insanî değerler, Avrupa ortak değerleri, hiç de tarihten bağımsız gelişmeler değil. Ama biz bunun ne kadar farkındayız?
Yirmi yıl önce Ortak Pazar’a hayır diyen kesim bugün Avrupa Birliği’ni tartışmasız savunuyor. Bu rüzgara kapılmışlık içinde sorun, ciddi bir tartışma zeminine taşınamıyor. Mesela yirmi yıl sonra AB üyesi Türk vatandaşlarını bekleyen, Avrupalı yaşlı nüfustan kaynaklanan vergi yükünden bahseden eleştirel yazılara hiç rastlamıyoruz. AB standartları üzerinden tekrar be tekrar sınava çekilmenin tedirginliği ile sınavın adil olup olmadığı ya da “aslında biz bu sınava girmek istiyor muyduk?” ve “sınavda kazanacağımız şey gerçekten kazanç mı?” sorularını sormayı unutuyoruz. Çünkü AB’nin eşiğinde beklemek, Türk halkının özgüvenini ciddi bir sarsıntıya uğrattı. Özellikle dindar kesimde, dinî özgürlüklerin garantisi olarak görülüyor AB’ye giriş süreci. Oysa AB’ye girişle birlikte dinî hayat, en sorunlu alanlardan biri haline gelecektir. AB’ye uyum yasaları çerçevesindeki tartışmalar da bunu gösterdi. Zina ile ilgili keskin tavır ve ifadeleri bir hatırlayın. Yani artık “günaha günah denmeyecek”.

Paylaş Tavsiye Et