Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Formatlanmış belleklerle, herkes Rambo, Süpermen
İsmail Demirezen
19’UNCU yüzyıldan miras alınan Kartezyen felsefenin bir yansıması olarak, ahlakî davranış mekanik bir davranış olarak algılanıp onun tasavvur boyutu görmezlikten gelinmeye devam ediyor. Ahlakî davranışlarımızın oluşumunda en önemli unsurun benimsediğimiz ahlakî değerler olduğunu empoze eden bu yaklaşım, günümüzde hikayeleri, dizileri ve filmleri basit eğlence araçlarından ibaret görüp, onların kişilik oluşumundaki ve bu kişilik oluşumunun dayandığı ahlak tasavvuru üzerindeki etkilerini ya yok sayıyor yahut da bunlara gerekli önemi vermiyor. Buna karşılık, hikayelerin (ve çağımızda buna ilaveten filmlerin ve dizilerin) ahlakî davranışlarımızı düşündüğümüzden daha fazla etkilediği, yönlendirdiği ve oluşturduğu açık bir şekilde gözlemlenebilir. Çünkü dilbilim (linguistik) alanında hikaye ve filmlerin mecazî yönleriyle bireylerin ufuklarına hitap ettiği anlayışı, yorumsamacılık (hermenötik) alanında anlamanın ontolojik olduğu fikri ve son olarak ahlakî davranışın ahlak tasavvuru tarafından belirlendiği iddiası, bize film ve dizilerin ahlak tasavvuru oluşumundaki kaçınılmaz etkisini ortaya çıkarma noktasında yardımcı olmaktadır.
Günümüzde filmler, mecazî yönleri ve gerçek hayatı temsil ettikleri iddialarıyla bireylerin ahlak tasavvuru oluşumuna iki yönden müdahalede bulunurlar. Mecazî yönleriyle bireyleri kendi içine çekerek, bireylerin olayın akışında kendi düşünce ve hayallerini bulmalarına sebep olurlar. Fakat bireyler kendi hayallerini filmlerde gerçekleştirmeye çalışırlarken (catharsis), aynı zamanda filmlerin kalıplarına göre hayallerine de –adeta bir bilgisayar belleği gibi– format atarlar. Bireyselleştirilerek aile, din ve millet bağlarından koparılmış, güç odakları tarafından zayıf bırakılmış günümüz insanı bu zayıflığını Rambo, Süpermen gibi olağanüstü kahramanlarla gidermeye çalışırken, aynı zamanda bu filmlerdeki şiddeti kanıksar. Hayallerini gerçekleştirmenin yolunun şiddetten geçtiği düşüncesini içselleştirerek, adeta bir önceki hayallerine filmlerin yapılarına göre format atar.
Diğer taraftan filmler gerçek hayatı temsil ettiği iddiasında olup, her bireyin filmlerin kahramanlarını örnek alabileceği duygusunu izleyicilerine vermeye çalışırlar. Her ne kadar olağanüstü kahramanlar filmlerde yer alsa da, ya bu kahramanların da insan olduğu yeri geldikçe hatırlatılır, yahut da tamamen olağanüstü özelliği olmayan kahramanlar seçilir. Böylece filmler izleyicilerinin nasıl davranacaklarına onlar adına karar veren modeller sunar. Bu modeller bireylerin tasavvurunda ahlakî değerlerin anlamını ve pratik hayattaki izdüşümlerini oluşturdukları için, belki de ahlakî tecrübelerin oluşumunda bizzat ahlakî değerlerden daha fazla etkili olurlar. Yalan söylemenin ahlakî değerlere ters olduğu hususunda bir ittifak olmasına rağmen, yalan söylemenin anlamı ve pratik hayattaki izdüşümleri hakkında herkes kendi ahlak tasavvuruna göre tanımlamalarda bulunur.
Yorumsamacılık alanında ise, anlamanın ontolojik olduğu iddiası, filmlerin davranışlarımız üzerindeki etkilerini daha da berrak bir biçimde kavramamıza imkan sağlıyor. Eğer her otantik anlama, anlamanın objesi hakkındaki önyargılarımızın rehabilitasyonu anlamına geliyorsa ve her anlama bir önceki ufkumuzla yeni ufkumuzun kavuşması demek ise, o zaman her içtenlikle izlenen film bize yeni ufuklar kazandırmanın yanı sıra bizim genel ufkumuzu, anlayışımızı da etkileyerek onun değişime uğramasına sebep olmaktadır. Gadamer’in dediği gibi, şimdiki ufkumuz şekillenmeye devam etmektedir; çünkü biz devamlı olarak bütün önyargılarımızı teste tâbi tutmaktayız. Teste tâbi tutmanın önemli bir kısmı, geçmiş ile karşı karşıya gelmekle ve geleneği anlamakla gerçekleşir. Böylece, şimdiki ufkumuz, geçmiş olmaksızın bir şekil alamaz. Geçmişten izole edilmiş bir ufuk anlayışı da çok zordur. Çünkü anlama her zaman kendi kendilerine var oldukları varsayılan ufukların bir bileşkesidir.
Mark Johnson’ın yorumuyla, bizler tasavvur gücü kuvvetli varlıklarız; en basit ve rutin davranışlarımızdan en soyut aklî çıkarımlarımıza kadar bu tasavvur gücüne dayanırız. Dolayısıyla, ahlak anlayışımız büyük ölçüde imaj, mecaz, hikaye etme gibi çeşitli tasavvur yapılarına dayanmaktadır. Çünkü tasavvur, kendisiyle gerçekliği somut bir şekilde algıladığımız bir araç görevi görmektedir. Biz kendi hayat hikayemiz içinde kendi ahlakî kişiliğimizi ve davranışlarımızı anlar ve anlamlandırırız. Bundan dolayı kişilik ve hareketler genel bir çerçevede bir bütün olarak hayat hikayesinin izdüşümüdürler. Kendi hayat hikayemizin bütünlüğü de türlü tasavvur sentezlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Böylece biz, geçici olaylar dizisine genel bir anlam katarak bir bütünlüğe ulaşırız. Bütün bunlar hikaye, film ve diğer hikaye etme türlerinin ahlak gelişimimiz üzerindeki ve belirli durumlarda nasıl davranmamız gerektiği hususundaki etkilerini açıklamaktadır. Çünkü bizler, ahlak tecrübemizin idrakine, önceki hayat hikayelerimizi şekillendiren ve bu hikayelere göre şekillenen hikaye etme şekilleriyle varırız. Kişiliğimiz ve karakterimiz bu hikayelerle şekillenir ve hareketlerimiz bir anlamda bu hikayeler tarafından belirlenir.
Eğer filmler ve diğer hikaye etme şekilleri hem mecaz yönleri, hem de gerçekliği temsil etme iddiasıyla insanoğlunun ahlak tasavvuruna hitap ediyorsa ve insanoğlunun ahlakî tecrübeleri de filmler ve diğer hikaye etme türleri tarafından belirlenen hayat hikayeleri ile bir anlam kazanıyorsa, o zaman filmlerin ve diğer hikaye etme türlerinin ahlakî tecrübe üzerindeki etkisi apaçık hale gelmektedir. Fakat insan karakterini belirleyen bu hikaye etme türlerinin bir elde toplanması, belki de çağımızın en despot yapısını oluşturmaktadır. “Kültür endüstrisi” olarak adlandırılan ve kapitalist tüketim kültürüne dayanan bu despot yapı, sinsi bir şekilde toplum mühendisliğine soyunarak insanoğlunu tüketim değerlerine hapsetmeye çalışmaktadır. Diziler, filmler, çizgi filmler, yayın organları, romanlar ve hikayeler “popüler kültür” adı altında tüketim kültürünü ve değerler krizine girmiş Batı kültürünü küreselleşmeyle birlikte bütün dünyaya yaymayı amaçlamaktadır.
Bu kültür emperyalizmine karşı insanoğlunun iki tane kalkanı mevcuttur: Bunlardan birincisi “hadi oradan” deme yetisi, diğeri ise güç odaklarının ulaşamadığı emin yollardan tevarüs eden varoluşsal değerlerdir.

Paylaş Tavsiye Et