Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İslam Dünyası ve Batı: Uzun 19’uncu yüzyıl tecrübesi
Cemil Aydın
TÜRKİYE’NİN Avrupa Birliği’ne üyeliği bağlamında üretilen tezler ve iddialar son zamanlarda ilginç bir şekilde ‘medeniyet’ kavramının iki farklı anlamı etrafında yoğunlaşmış durumda. Bir yandan Türkiye’nin AB tarafından ortaya konulan evrensel “medeniyet kriterlerine” tamamen uyup uymadığı, yani daha ‘medeni’ bir siyasî, hukukî, sosyal ve kültürel yapıya kavuşup kavuşmadığı test edilirken, öte yandan Türkiye’nin AB’ye üye oluşunun İslam ve Batı medeniyetleri arasında diyalog ve uyuma yol açarak, potansiyel bir ‘medeniyetler’ çatışmasının önüne geçeceği tezi vurgulanıyor. Batı ile İslam Dünyası arasındaki ilişkilerin uluslararası siyaset sahasında anahtar bir kavram olan ‘medeniyet’ fikri etrafında şekillenmesinin kökeni Tanzimat Fermanı dönemine kadar geri gider. 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın ilanından, Osmanlı Müslüman elitlerinin yıllardır ilham aldıkları Batı medeniyetinin merkezi olan Fransa ve İngiltere’ye karşı Cihad ilan ettiği 1914 yılına kadar olan süre içerisindeki Osmanlı Devleti ve Avrupa ilişkilerini anlatmak için kullanılan “medeniyet kriterleri” kavramı, bu söylemin bugünkü kullanımının zaaflarını ve çelişkilerini de açığa çıkaracak dersler sunuyor.
 
İslam Dünyası ve Evrensel Avrupa Medeniyeti: 1840-1882
Osmanlı Devleti’ni yöneten Müslüman elitler, 1830’lu yılların Avrupa’sını, kendilerinin birtakım medeniyet kriterlerini yerine getirerek üye olabilecekleri evrensel ve açık bir sistem olarak görmüşlerdi. 1839 yılındaki Tanzimat Fermanı’nın Fransızca çevirisinin İstanbul’daki elçiliklere dağıtılması, Osmanlı yönetiminin bir anlamda gereken kriterleri yerine getirerek Avrupa’da Viyana Kongresi sonrası ortaya çıkan uluslararası sisteme dahil olmak istediği mesajını veriyordu. Tanzimat Fermanı’nın hazırlanmasında en büyük katkıya sahip iki büyük Osmanlı bürokratı olan Mustafa Reşid Paşa ve Sadık Rıfat Paşa’nın İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Palmerston ve Avusturya Dışişleri Bakanı Metternich ile yaptıkları mülakatlardan ve onların destekleyici mesajlarından esinlendikleri bilinmektedir. 1830’lu yıllarda Avrupa medeniyetinin Hıristiyanlığını vurgulayan pek çok Avrupalı aydın ve lider bulunmaktaydı, ancak gerek Palmerston, gerekse Metternich daha açık ve içerisine Osmanlı’yı da katabilecekleri bir Avrupa uluslararası sistemi tanımlamaktaydılar. Neticede Osmanlı elitleri de değişik Avrupa tanımları içerisinde daha kapsayıcı ve evrensel olanını tercih etmişler ve bu vizyonu da o dönemlerde Avrupa dillerindeki ‘civilization’ teriminin Osmanlıca karşılığı olarak bulunan ‘medeniyet’ kavramını tartışarak ifade etmişlerdi.
1840’lı ve 1850’li yıllarda Osmanlı devletini yöneten Müslüman elitlerin gözünde dünyada sadece bir evrensel medeniyet var idi ve o dönemin Avrupa’sı bu medeniyetin en üst seviyesinde bulunmaktaydı. Herhangi bir dine ait olmayan bu medeniyet seviyesine Müslüman Osmanlılarda ulaşabilirlerdi. Nitekim, Tanzimat Fermanı’na ruhunu veren tek evrensel medeniyet ve kriter inancı, bir tür İslam evrenselliğine vurgu ile yan yana ifade edilmekteydi. Dönemin medeniyet standartları ise yerine getirilmesi zor görülmeyen ve İslamî gelenekle bir şekilde bağdaştırılabilecek veya maslahaten göz yumulacak, bir kısmı bugünkü gözle yüzeysel görülen fakat o dönem için önemli kriterlerdi. Müslüman ve gayrimüslim tebaa arasında eşitlikten tutun da, Avrupa türü kıyafet giyilmesi ve sosyalleşme kültürüne kadar uzanan, dönemin medeniyet kriterleri hiçbir yerde açık bir liste halinde yazılmadığı gibi zaman içerisinde de değişmekteydi. Ancak Osmanlı elitleri söz konusu medeniyet kriterlerini yerine getirme programı çerçevesinde bir dizi önemli reformu gerçekleştirmişler ve 1853 yılındaki Kırım Savaşı sırasında Avrupa’nın en güçlü ve medeni ülkeleri olan Fransa ve İngiltere’nin Rusya’ya karşı Osmanlıların yanında yer almasını bu medeniyet siyasetinin bir başarısı olarak görmüşlerdir. Gittikçe globalleşen ve güçlenen Avrupa merkezli uluslararası sistemin eşit bir parçası olarak hem medeniyetin getirdiği refah ve zenginlikten istifade etmek isteyen, hem de devletlerini Rusya’nın askerî tehditlerine karşı koruyabileceğine inanan Osmanlı eliti, 1870’li yıllara kadar hiçbir zaman çoğul anlamıyla ‘medeniyetler’ veya “İslam medeniyeti” söylemi geliştirmemiş ve kullanmamıştır. Yine bu dönem içerisinde Osmanlı Müslüman elit, Avrupa’daki büyük güçlerin Hıristiyan tebaayı korumak gerekçesiyle Osmanlı devletinin içişlerine müdahale etmelerini ve İslam Dünyası’nın diğer bölgelerindeki yayılmacı politikalarını hazmetmek ve uzun dönemli Avrupa medeniyeti üyeliği vizyonu içerisinde kabullenmek zorunda kalmıştır.
 
Emperyalist Avrupa’ya Karşı Medeniyet Avrupa’sı: 1880-1908
Osmanlı Müslüman eliti liberal medeniyetçi doğrultuda reformlar yaparken, 1870 ve 1880’li yıllarda, yani Genç Osmanlılar nesli döneminde, Müslümanların asla medeniyet kriterlerini yerine getiremeyeceğine inanan dışlayıcı ve kapalı bir Avrupa devletler topluluğu ile karşılaşmaya başladı. İngiliz İmparatorluğu Başbakanı Gladstone’nun Müslümanlara ve Osmanlı Türklerine hakaret dolu konuşmalarının sembolize ettiği bu değişimin ana özelliği, Avrupa’nın gittikçe yükselen bir ırkçılık ve sosyal darvinizm temayülleri altında, Müslüman dünyasının ve renkli ırkların asla medeniyet kriterlerini kendi kendilerine yerine getiremeyeceği, dolayısıyla da medenileşmek için Avrupa sömürgeciliğine ihtiyaç duyduğu tezini vurgulaması olacaktır. Dönemin en nüfuzlu Avrupa entelektüeli olan Ernest Renan, İngiltere’nin Mısır’ı ve Fransa’nın Tunus’u işgallerinden kısa bir süre önce 1883 yılında yaptığı “İslam ve Bilim” konuşmasıyla Müslümanların Müslüman olarak kaldığı müddetçe ve bunun da ötesinde Arapların Arap ve Türklerin Türk ırkına mensup oldukları müddetçe, yani ebediyen, evrensel medeniyet kriterlerini yerine getirmelerinin imkansız olduğunu yeni bir İslam bilim tarihi tezi içerisinde ilan etmekteydi. Namık Kemal veya Cemaleddin Afgani gibi Müslüman aydınların hemen Ernest Renan’a reddiye yazmak ihtiyacı hissetmeleri, “İslam ve Medeniyet uzlaşamaz” tezinin Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için nasıl kullanıldığını görmelerinden kaynaklanıyordu. Yine bu dönemde Avrupa’nın Osmanlı’ya Hıristiyanlara eşit haklar vermesi için baskı yaparken, kendi sömürgeleri içerisindeki Müslümanların haklarını çiğnemeleri, bir anlamda Müslümanların Avrupa’nın tutarlılığına ve meşruiyetine olan inancını sarsacak örneklerdi. Ancak, işte tam da bu noktada Namık Kemal ve sonrası Müslüman eliti, evrensel medeniyet ile emperyalist Avrupa arasında keskin bir ayrım yapıp, bir anlamda Avrupa’dan daha çok medeniyet taraftarı olma yolunu seçecektir. Zaten bu yüzden Namık Kemal hem daha İslamcı, hem de daha fazla medeniyetçi bir fikrî miras bırakabilmiştir.
1880’li yıllardan 1908’e kadar olan dönemde Osmanlı Müslüman eliti içerisinde Abdülhamid politikaları ve Jön Türklerin Anayasalcılığı arasında bir bölünme görülse de, her iki reform ve modernleşme vizyonu da Müslüman toplumların evrensel görülen medeniyet standartlarıyla uyumlu hale gelebileceği inancını ve kararlılığını Avrupa’daki dışlayıcı ırk ve oryantalizm söylemlerine karşı ısrarla vurgulamıştır. Jön Türkleri Abdülhamid’den ayıran en önemli fark, onların bir anayasa ilanını ve onun getirdiği katılımcı siyasi yapıyı medeniyet kriterlerinin olmazsa olmaz şartı olarak görmeleri ve Abdülhamid’in bu kriteri yerine getirmeyerek Avrupa’nın düşmanca politikalarına Müslümanları maruz bıraktığını düşünmeleri olmuştur. Bunun ötesinde İslam’ın modern medeniyetle uyuşamadığı tezlerine karşı tezler üretme konusunda Jön Türkler ile Abdülhamid arasında fark görülmemektedir.
Bu dönem içerisinde Müslümanların Avrupa sömürgeciliği eleştirilerinin en bariz vasfı, Avrupa’yı kendi ilan ettikleri medeniyet kriterlerini ihlal etmekle ve “çifte standart” uygulamakla suçlamaları olmuştur. Daha da önemlisi, oryantalistlerin geri bir medeniyet olarak resmettikleri İslam medeniyetinin tarihini ve muhtevasını yeniden tanımlayarak, onun Hıristiyanlığa nazaran modernlik ve bilim ile daha uyumlu ve manevi değerleri sağlam bir medeniyet olarak resmetmeleri olacaktır. 1890’lardan sonra yaygınlık kazanan İslam medeniyeti terimi, bir yandan da Avrupa’nın Müslümanlar aleyhindeki sömürgeci politikalarını yeni bir Haçlı Seferi olarak tanımlayan medeniyetler çatışması söylemini doğuracaktır.
 
Ya Avrupa’ya Tam Üyelik Ya da Avrupa’ya Karşı Cihad: 1908-1918
1908 yılında Meşrutiyet’in ilanından sonra Jön Türk aydınları Avrupa entelektüellerine ve siyasetçilerine hitaben, “artık istediğiniz bütün kriterleri yerine getirdik” diyerek, daha çok İngiltere’nin desteği ile hasta adam sıfatından çıkıp Avrupa devletler kulübünün eşit üyeliğini talep edeceklerdir. İşte tam da bu noktada Avrupa ittifaklar politikası ve Avrupa kamuoyundaki Müslüman ve Osmanlı aleyhtarı yargıların tesiriyle, İngiltere Osmanlı’yı yanına çekmektense karşısına almayı uygun bulacaktır. Bir anlamda Batı’nın İslam Dünyası hakkındaki menfi kanaatini ifade eden bu politika, İtalyanların Trablus’u işgali ve Balkan Savaşları’ndan sonra Müslümanların Avrupa saldırganlığı tarafından kıskaç altına alındığı kanaatini ve buna bağlı gelişen intikam ve Pan-İslamizm taraftarlığını güçlendirecektir. İşte bu fikrî ve duygusal ortam içerisinde Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Osmanlı Müslüman elitinin büyük çoğunluğu Almanya ile ittifak yaparak İngiltere, Fransa ve Rus İmparatorluğu’na karşı savaşa girilmesini desteklemiştir. Müslüman Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da eğitim görüp Batı medeniyeti hayranı olan elitlerinin, Avrupa medeniyetinin merkezi olarak görülen Fransa ve İngiltere’ye karşı Cihad ilan etmeleri, bir anlamda 1882-1914 arasındaki dönemde Batı-İslam Dünyası ilişkilerindeki krizin ve Avrupa’nın dışlayıcı politikalarının sonucu olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 90 yıl geçti. Uluslararası ilişkilerde “medeniyet kriterleri” yerini Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler ile birlikte “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” ve her ülkenin ‘tabii’ eşitliği ve haklarına bıraktı. Bu anlamda 19’uncu yüzyıl Osmanlı Devleti ve Avrupa ilişkisi, şu andaki Türkiye ve AB ilişkisinden çok daha farklı bir siyasî ve kültürel ortamın ürünüydü. Yine de, Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan süreçten alınabilecek bazı dersler olabilir. Birinci olarak Türkiye’nin yerine getirmesi gereken kriterlerin ne olduğunun netliği, evrenselliği ve bu süreçte Avrupa’nın tutarlılığı hayatî önem taşımaktadır. İkinci ve daha önemlisi ise, 1882-1914 arası dönemde, Avrupa sömürgeciliğine ve oryantalizme karşı Müslümanların geliştirdiği “İslam medeniyeti” ve “Medeniyetler Çatışması” fikirlerinin bugünkü manasının açığa kavuşturulması zorunluluğudur. Eğer Türkiye’nin Helsinki Kriterleri gibi standartları yerine getirerek üye olacağı dinler üstü evrensel bir Avrupa medeniyeti var ise, bunun ötesinde çoğul anlamıyla kullanılan Batı ve İslam medeniyetlerinin özellikleri ve kapsamı ne olacaktır? İslam medeniyetinin kendi standartları ve kriterleri de var mıdır? Bunlar AB’ye girildikten sonra, ortak Avrupa kültürüne dahil edilebilecek kriter ve değerler midir? Bu soruları tartışmadan Türkiye’nin AB’ye girişini “medeniyetler çatışması” tezine karşı bir önlem olarak sunan politik sloganların siyasi muhtevası, bugün bu sloganları sahiplenen çevrelerin hiç istemedikleri bir istikamete doğru sürüklenme potansiyelini de içinde barındırmaktadır.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Cemil Aydın