Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Avrupa’nın İslam’a yaklaşımı
Yücel Bulut
11 EYLÜL 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e uçakla yapılan saldırı sonrasında ABD Başkanı Bush’un tüm Batı toplumunu yeni bir “Haçlı Seferi”ne çağırması ya da İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’nin “İslam’ın ilerlemeye engel olduğu” şeklinde sözler sarf etmesi, Batı dünyasının gerektiğinde kolayca başvurabildiği Oryantalist arşivin hâlâ canlılığını sürdürdüğünü göstermişti. Bu arşivin İslam’la ilgili kısmı, İslam’ın tarih sahnesine çıktığı andan itibaren başlar ve Batı’nın İslam öncesindeki Doğu’yu algılama biçimlerinin izlerini de büyük ölçüde içinde barındırır.
İslam’ın ortaya çıkışı ve hızla yayılması, Avrupa’nın onu ciddi bir rakip olarak görmesinin temel sebebi olmuştur. İslam’ın Doğu’ya ve Avrupa içlerine doğru yayılma sürecinde, İslam’a ve Müslümanlara yönelik karalama kampanyaları da başlamıştı. Haçlı Seferleri sürecinde, Batılı zihinlerde bu rakip din konusunda temel imgeler iyice oturdu. Avrupa halklarını harekete geçirmek ve hâkim siyaset etrafında toparlayabilmek için, düşman hakkında –doğru olması şart da olmayan- doyurucu bir imaja muhtaçtılar. Geniş yığınların başka bir ihtiyacı daha vardı: Sunulan imaj, onlara bir yandan İslamiyet’in ne kadar iğrenç olduğunu kaba saba tabirlerle anlatacak, bir yandan da harikulâdeye karşı besledikleri hayranlığı karşılayacaktı. Haçlı Seferleri ile çatışma daha da yoğunlaştı; düşman daha keskin hatlarla tanımlanmak ve kafalardaki imaj daha da basitleştirilmek durumundaydı. Batı Hıristiyanlığı bu konuda, Doğu Hıristiyanlığının Yuhanna ed-Dımeşkî gibi önde gelenlerince yazılan reddiyelerinden önemli ölçüde yararlandı. Yararlanılan diğer bir kaynak da, Avrupa’da Müslümanlarla ilk kez karşılaşan ve yüzlerce yıl Müslümanların egemenliği altında yaşamak durumunda kalan İspanyollar ve Sicilyalılardı. Bu çerçevede güçlü ve zengin bir İslam Dünyası imajı sunan Chanson de Roland da, iş gören bir diğer önemli kaynaktı. Ayrıca 12’nci yüzyılın ilk yarısında, yığınların bu ihtiyacını karşılamak üzere Latin yazarlar da işbaşı yaptılar. Dikkatler Hz. Muhammed’in hayatına çevrildi. Söylentilerin doğru veya yanlış olması önemli değildi. Bunlara göre Hz. Muhammed bir sihirbazdı; sahtekar, ikiyüzlü ve yalancı bir peygamberdi. Afrika’da ve Doğu’da sihir ile Kilise’yi yıkmıştı. Dünyadaki başarısı, cinsel hürriyet ilan etmesinden kaynaklanıyordu. Müslümanlar putperestlikle suçlanmaktaydılar. Trubadurlara göre, Araplar Muhammed’e tapmaktaydılar. Heykelleri kıymetli taşlardan yapılmıştı. İslam’ı seks, şehvet düşkünlüğü ve hayvanî içgüdülerin taşkın vahşilikleriyle dolu bir din olarak tasavvur ediyorlardı. Orta Çağ Batısı’nda üzerinde çokça durulan bir diğer konu da, İslam dininin temel özelliklerinden birisi olarak gösterilen saldırganlık, kuvvet ve yıkıcılıktı.
İlk Haçlı Seferi’nden sonra diğerlerinde başarı sağlanamayışı, zamanla bunların Avrupa halkları üzerinde bir yük haline gelişi ve ilaveten İstanbul’un fethi, beraberinde Avrupa’da İslam’a ve bu dönemde onun temsilcisi konumundaki Osmanlılara yaklaşımda bazı farklılıkları getirdi. Bunda, Osmanlılar karşısında eski taktiklerle durabilmenin mümkün olmadığının anlaşılması ve Avrupa içerisinde Kilise iktidarına ve önerdiği siyasetlere güvensizlik duyulması gibi iç ihtilaflar da belirleyici oldu. Bu anlamda, Martin Luther’in İslam ve Türkler meselesine yaklaşımı ilgi çekicidir. Luther, Türklere karşı bir Haçlı Seferi düzenlenmesi fikrine soğuk bakıyor ve Vatikan’ı, Haçlı Seferi’ne karar vermektense İncil’in gereklerini yerine getirmeye davet ediyordu. Bu tavrı, İslam’a duyduğu bir sempatiden değil, Kilise’ye duyduğu öfkeden kaynaklanmaktaydı. İncil’e değil, Vatikan’a isyan eden Luther’e göre Türkler ve Müslümanlar Tanrı’nın gazabıydı; ancak Papa daha da kötüydü: O bir Deccal idi. Fakat diğer bir sebebin daha olduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktur: Bir Haçlı Seferi, aynı zamanda, artık çökmeye yüz tutmuş ve Luther’in de Hıristiyanların ruhlarını gasbetmekle suçladığı Papa’nın otoritesini yeniden tesis edici bir etki yapabilirdi.
16’ncı yüzyıldan itibaren siyasî ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi, Doğu’yu gezen seyyahların ve misyonerlerin sayısındaki artış ve Hıristiyanlığın ideolojik birliğinin ve hakimiyetinin sarsılışı, Avrupa’da İslam dünyasına ilişkin yeni ve daha gerçekçi bilgilerin yaygınlaşmasını sağladı. Artık Müslümanların değerleri, fikirleri ve örf-adetleri mutlak birer yanlış olarak damgalanmıyor; Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî ve askerî düzeni üzerinde değerlendirmeler yapılıyordu. Zararlı kökenlerine karşın bir din olarak İslam’a ilişkin olumsuz yaklaşımlar şiddetini yitirmişti; hatta amelî ya da ibadete ilişkin hususlarda saygı dahi duyulmaktaydı.
17 ve 18’inci yüzyıllarda, özelde Osmanlı ülkesinin, genelde Müslüman Doğu’nun bir ‘moda’ olarak yaygın kullanımıyla karşılaşılır. Bu; önlerinde duran ve el uzattıklarında alabilecekleri Doğu’nun zenginliklerinin tasviri yapılarak, Avrupalıların sömürge faaliyetlerine davet edilmesi anlamına da gelmektedir. Doğu’yu konu alsalar da, bu modaya uygun bir takdim içermeyen eserler, pek de başarı kazanamıyorlardı. Bu dönemde, editörlerin bir işi de, basılacak eserleri bu ihtiyaçlara uygun hale getirmekti. Molière örneğinde olduğu gibi İslam Dünyası, aynı zamanda, eğlence malzemesi olarak da kullanılmaktaydı. Bu, sonraki yüzyılda İslam dünyasının egzotik bir malzeme olarak kullanımına kapı araladı. Zaman zaman Türkler ile Araplar arasında ayırımlar yapılmakta, Araplar hakkında daha ılımlı yargılarda bulunulmaktaydı. Bu ayrıştırmalar, Batılıların göz diktikleri bölgelerin, henüz hesaba katılması gereken bir güç olan Osmanlı idaresinde bulunmasından kaynaklanıyordu. Tam ifadesini ise, sömürgecilik çağında bulacaktı.
Aydınlanma Çağı’nda İslam’a bakış, Ortaçağlar kadar düşmanca değildi; ancak kardeşçe olduğu da söylenemez. İslam, artık peşinen yargılanmamaktaydı; ama dinlerin tarihsel kökenlerini ve antropolojik temellerini sorgulayan eleştirel yaklaşımlardan da nasibini almıştı. Ayrıca bu dönemde İslam ve Müslümanlar, kendi toplumlarının siyasal yapılarını ya da dinî iktidarlarını eleştiren Aydınlanma düşünürleri için, ülkelerindeki iktidar baskısından kurtulmayı sağlayan bir araç olmuştu. Örneğin 17’nci yüzyıl boyunca yayımlanan seyahatnamelerde ve başka birçok eserde dağınık bir şekilde bulunan Doğu despotizmine ilişkin değerlendirmeleri bir araya getiren Montesquieu; 1721’de, baskılardan kaçınmak için isimsiz olarak yayımladığı ve hayalî Doğulu şahsiyetleri konuşturarak Doğu ve Batı karşıtlığını ortaya koymaya çalıştığı İran Mektupları’nda, aslında Fransız toplumu hakkındaki eleştirel gözlemlerini dile getirmekteydi.
19’uncu yüzyılda Batılı yazarların kaleme aldıkları edebî değeri tartışmalı birçok eserde, seyyahların notlarında ve oryantalist ressamların tablolarında kıskançlık, aşk, intikam, entrika, ihanet, harem hayatı ve kuralları, sapkın cinsel ilişkiler, diri diri gömme vb. pek çok tema bolca işlendi. Bu noktada hayranlık duyulan ile nefret edilen arasına ince çizgiyi çekmek gerekiyor. Döneme ait eserlerde çizilen tablo kabaca şu şekilde özetlenebilir: Geniş halk kesimleri misafirperverdir, insanî hassasiyetleri yüksektir, âlicenaptır. Ancak bu halklar ‘despot’ idareciler tarafından ezilmiş ve özellikle cahil bırakılmışlardır. Müslüman halkların despot idarecilerini sorgulamamalarının temelinde de, dinleri bulunmaktadır. Gerek İslam Dünyası’nın temiz bir tabiata sahip halkları, gerekse dünyanın diğer halkları için hayatî öneme sahip zenginlikler, ehil olmayan bu despotların elinden kurtarılmalı ve medeniyete kazandırılmalıydı. Bu noktada Avrupalının kendi kendine yüklediği misyon, İslam Dünyası’na “ışık ve özgürlüğü” götürmek ve onları “kendi despotu”ndan kurtarmaktı. Bu elbette, “yerli despot”un yerini kendisinin alması, başka bir deyişle, Müslüman halkların ve İslam Dünyası’nın zenginliklerinin sahibinin kendisi olması anlamına gelmekteydi. Volney, halkları fanatizmin ve zorbalığın boyunduruğundan kurtarmak, onların doğduğu topraklara bilimi ve sanatı geri getirmek ve mümkünse, diriltilen Doğu’nun zaferiyle eski Doğu’nun zaferini gölgede bırakmak gibi soylu bir hedefi, Fransa için yerine getirilmesi gereken bir misyon olarak belirlemiş ve Napoleon’u da uygarlık götürme misyonuna sahip bir kahraman olarak nitelemişti. Bu düşünce ışığında Mısır’ın işgali, resmî tarihçiler tarafından “Fransız orduları Mısır’ı fethetmediler, kurtardılar” şeklinde anlatılacaktı. Volney, uygarlığının üstünlüğü içine işlemiş, bu üstünlüğün başka halklara karşı yüklediği görevden emin bir Avrupalı olarak, düşmüş Müslüman Doğu’nun ayağa kaldırılabileceğini ve Batı’nın bilimi sayesinde onun o eski büyüklüğüne yaraşır yeni bir refaha ulaştırılabileceğini savunmaktaydı. Anquetil-Duperron da “Doğu despotizmi” tartışmalarının arkasında böyle bir niyetin varlığına işaret etmişti.
Günümüzde sıkça karşılaştığımız Batılı söylemlerle oldukça benzeşen bu değerlendirmeler ışığında, Avrupa’nın İslam’a yaklaşımını şöyle özetleyebiliriz: Avrupa’nın İslam’a bakışı her zaman düşmanca mı olmuştur ya da her zaman bir din ve medeniyet olarak İslam hakkında saptırılmış ve çarpıtılmış bir imgelem mi üretmiştir? Hayır. Fakat bu, Avrupa’nın İslam’a sempatiyle, dostça, diyaloğa açık şekilde yaklaştığı anlamına da gelmez. Kendi nüfuz ve egemenlik alanlarına yayılması nedeniyle, Avrupa İslam’ı daima mücadele edilmesi ve öyle ya da böyle yenilgiye uğratılması gereken bir düşman olarak algıladı. Avrupa’nın İslam’a bakışı, gerek bu iki dünya arasındaki mücadelenin aldığı seyre ve gerekse Avrupa içindeki iktidar kavgalarına bağlı olarak değişiklikler gösterdi. Böylece İslam, kimi zaman sistematik bir karalamaya muhatap oldu, kimi zaman da -irdelenmeye muhtaç- bir övgüye. Avrupa’nın İslam’a ve Müslümanlara bakışı dün böyleydi; bugün de farklı değil!

Paylaş Tavsiye Et