Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Çevrenin zenginleri ve yeni sermayedar kültürü
Fahrettin Altun
EN başta, “çevre” ve “merkez” kavramlarının sosyolojik kategoriler olarak sınırlı bir gerçeklik alanına sahip olduğunu ve modernliğin, hakikati sınırlayan tipik düalitelerinden birine örnek teşkil ettiğini belirtmek gerekiyor. Bununla beraber bu kavram çiftinin Türkiye’deki sermaye, siyaset ve toplum denklemlerini açıklamada zaman zaman işlevsel olduğu da bir gerçek. Bunun nedeni Türkiye’de devlet ile toplum arasındaki dramatik ve ekseriyetle devlet tarafından çekilmiş kalın çizgi. Ancak yine de bu kavramların son derece kaypak ve değişken zeminlerde durduğu her zaman akılda tutulmalı ve bir toplumsal gerçekliği bütünüyle kuşatamadığı unutulmamalı. Yazıda “merkez” kavramını, devletli bir toplumsal kökenden gelen ve gerek korku siyaseti temelinde, gerek liberal ekonomik ilkeler doğrultusunda sistemik koruma refleksleri olan iktisadî ve siyasî güçleri; “çevre” kavramını ise devletli olmayan toplum kesimlerinden gelen, toplumsal varlık ve köken itibariyle üzerinde bulunduğu coğrafyanın ait olduğu kültür dünyası içerisinde sosyalleşmiş ve varlık olarak (henüz) merkeze taşınmamış ekonomik güçleri ifade etmek üzere kullanıyorum.
Ekonomik bir formasyon biçimi olarak kapitalizmin ve toplumsal bir formasyon biçimi olarak da modernliğin ilk olarak gün yüzüne çıktığı Batılı toplumlarda siyaset ve ekonominin örgütlenişindeki karşılıklı bağımlılık ilişkisini tespit etmek için fazla çaba harcamaya gerek yok. Ancak Batılı olmayan toplumlar ve özellikle Türkiye söz konusu olduğunda, “karşılıklı bağımlılık” kavramı bizim için açıklayıcı olmaktan uzak. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde bu ilişkinin nasıl şekillendiğini bilmek günümüzde ekonomi, siyaset ve toplum arasında cereyan eden ilişkilerin doğasını anlamak açısından son derece önemli. Türkiye’de ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkiyi bir kavram çifti yardımıyla tanımlamak istiyorsak, herhalde bu “karşılıklı bağımlılık” değil, “tek taraflı bağımlılık” olur. Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin açtığı süreç Cumhuriyet döneminde de devam ettirilmiş ve Batılı devletlerin yasal himayesi sayesinde 19’uncu yüzyılda güçlenen gayrimüslim tüccarların ticari gücünü dengelemek ve yerli ekonomik kaynaklar oluşturmak amacıyla bir “millî burjuvazi” oluşturma gayreti içerisine girilmiştir. Bugün Türkiye ekonomisinin merkezini mekan tutmuş sermaye sahiplerinin önemli bir kısmı bu gayretler neticesinde ete kemiğe bürünmüştür.
Türkiye’de siyasal merkezin iktisadî tabanını tahkim etmek amacıyla oluşturulmak istenen “devletli” zenginler sınıfı, kısa zamanda yeniliklere en açık toplumsal zümre sıfatıyla merkezin kültürel sermayesinin biçimlenmesinde de çok önemli roller üstlendi. Türk Batılılaşmasının kültürel sermayesi bürokrasi ve aydınlardan ziyade bu zenginler sınıfı tarafından biçimlendirildi. Bir başka deyişle, hamuru siyasî beklentilerle yoğrulmuş “millî burjuvazi”, Batılılaşma politikalarına yeni açılımlar katmak suretiyle, iktisadî ve siyasî gücünün ötesinde kısa zamanda kültürel bir aktöre dönüştü.
“Çevre”sel iktisadi kıpırdanmanın yaşanması ise kabaca 1950’li yıllara kadar geri götürülebilir. Ancak özellikle 1980’lerin ikinci yarısından, Turgut Özal’ın ekonomide liberalleşme ve dışa açılma politikaları uyguladığı, dünyada yeni sermaye hareketlerinin yaşandığı bir dönemden itibaren “çevre”deki iktisadi kıpırdanma, Türkiye’nin sosyolojik haritasına yeni kıvrımlar kazandırmıştır.
“Çevre”de cereyan eden iktisadî hareketliliği homojen bir bütün içerisinde değerlendirmek doğru olmasa da, bu hareketliliğin temelde, kendi iç organizasyon ve motivasyonlarını “tekel ve kartellere karşı olmak”, “Anadolu’daki müteşebbislik ruhunu gerçekleştirmek”, “modern dönemde yaşayan Müslümanların toplumsal taleplerine cevap vermek”, “devlet kredisine ya da teşviklerine ihtiyaç duymaksızın kendi yağıyla kavrulmak” veya “Avrupa bankalarındaki ve yastık altlarındaki birikimleri ekonomiye kazandırmak” gibi söylemler temelinde oluşturan iktisadî teşekküller tarafından gerçekleştirildiği söylenebilir.
Peki bu teşekküllerin şu ana dek ortaya koydukları kültürel manzara ve ürettiği insan tipi ne tür özellikler gösteriyor? Başka bir ifadeyle, başlangıçta merkezdeki iktisadî güçlere gizli ya da açık bir meydan okumayla ortaya çıkan bu aktörler kendi sermaye kültürlerini ve gündelik hayatı üretme kodlarını yaratabildiler mi? Melez desenler mi çıktı karşımıza? Yoksa türedi bir öykünme tavrı mı?
“Çevre”deki aktörlerin sağladıkları ekonomik gücün kaynağında, en temelde, bu aktörlerin muhatap kitleleri ile aralarındaki ilişki biçimi yatmaktadır. Söz konusu ekonomik gücün elde edilmesinde kendilerini siyasî ve ekonomik anlamda “merkez”in dışında gören toplum kesimlerinin refleksleri son derece belirleyici olmuştur. Çoğunlukla ortaya çıkan bu iktisadî zenginliği kendi zenginlikleri olarak algılayan toplum kesimleri, üretilen ürünün ya da sunulan hizmetin kalitesinden ziyade kim tarafından ortaya konulduğunu önemsemişler ve böylelikle “çevre” sermayedarları için büyük bir pazarın ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Bu durumun oluşmasında sermaye sahiplerinin, adı geçen toplum kesimleri içerisinde yaratmaya çalıştıkları dayanışma duygusunun da rolü büyük olmuştur. Kısaca, oluşturulan “birlik ve beraberlik ruhu” ekonomik bir birikime (rant) tahvil edilmiştir. Ne var ki, “çevre burjuvazisi”nin kültürel sermayesinin güncel anlamı söz konusu olduğunda, adı geçen toplum kesimlerinin kültür haritalarının aynı oranda etkili olduğunu söylemek imkansızdır. Peki öyleyse onların kültürel sermayelerini belirleyen faktörler nelerdir ve bunlar ne tür sonuçlar doğurmaktadır?
Bu tartışmayı iki düzlemde yürütmek anlamlı olacaktır: Birincisi, mevcut teşekküllerin kendilerini sunma, pazarlama biçimleri düzleminde; ikincisi ise, mevcut zenginlikle birlikte açığa çıkan insan tipi ve yeni tüketim alışkanlıklarında.
Söz konusu teşekküllerin kendilerini sunuş biçimlerini çözümlerken, son zamanlarda sıkça kullanılagelen “profesyonellik” vurgusu bana son derece anlamlı geliyor. “Profesyonellik” kavramı, bahsi geçen teşekküllerin işletme politikalarının düzenlenmesinden çok daha fazla, marka ve ürünlerin reklamlarının yapılmasında kendisine sıklıkla müracaat edilen bir kavram oldu artık. “Profesyoneller” tarafından yapılan profesyonelce reklamlar, “birlik ve beraberlik ruhu” içerisinde bu ürün ve hizmetleri tercih eden toplum kesimlerinin anlam dünyalarını yok sayıyor, daha da kötüsü bu dünyaları yeniden biçimlendirmeye çalışıyor. Bu reklamlarda kodlanan amaçsız tüketim kültü, idealleştirilen Batılı hayat tarzları, yaralanan dil ya da yeniden üretilen sağ-milliyetçi söylem hep profesyonellik adına mı her yanı sarmış durumda acaba?
Ortaya çıkan yeni insan tipi ve tüketim alışkanlıklarına gelince; edebiyat tarihimizde örneklerine sıkça rastlanan bir tipin, Felatun Bey karakterinin yeni versiyonları var aslında karşımızda. Tam Batılılaşamayan, yerli de olamayan, ârafta duran, sürekli öykünen, öykündüğü için tüketen bir insan tipi. Gündelik hayatın pek çok alanında kendisine özgü bir kültürün arayışına girme cesaretini gösteremeyen, hâkim kültür göstergelerini içselleştirmekle yetinen ve dahası bunun reklamını yapan bir zihinsel mekanizma.  
En hazin olanı şu: Su-i misalin emsal teşkil etmemesi bir hukuk kuralı olsa da, bir toplumsal kural değil maalesef ve şu ana kadar ortaya konulan tecrübe kitlesel bir hayal kırıklığını ve güven kaybını beraberinde getirmiş durumda. Bunun telif edilebilir bir şey olduğunu söylemekse, hiç de kolay değil.
Eğer yapısalcı bir analiz yapıyor olsaydık, tüm bunları “kapitalizmin doğası” kavramı çerçevesinde açıklayabilirdik. “Kapitalizm budur” der ve tüm analizlerimizi buraya hapsederdik. Bu yaklaşım, içerisinde kapitalizme ilişkin bir mutlaklığı barındırmakla kalmıyor, bir tür pasifizmi de beraberinde getiriyor. Kapitalizmin tek alternatif olduğu tezine itiraz edebilen siyasî ve iktisadî aktörlerin varlığı acaba hiçbir şeyi değiştiremez mi?

Paylaş Tavsiye Et