Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Küresel ısınma ve kıyamet senaryoları
Cihat Arınç
KALKINMA ve gelişme retoriğinden beslenen “küreselleşme”nin, uzun yıllar görmezden gelinen ancak gün geçtikçe kendini göstermeye başlayan acı yüzü küresel ısınma sorunu, son yıllarda dünyada yeni yeni tartışılmaya başlanan konular arasında yer alıyor. Virginia Üniversitesi’nden Prof. Michael Mann ve East Anglia Üniversitesi’nden Prof. Philip Jones tarafından Ağustos 2003’te Geophysical Research Letters dergisinde yayımlanan bir makalede, kuzey yarımkürenin son iki bin yılın en sıcak dönemini yaşadığı belirtiliyor. Araştırmaya göre, dünyanın ortalama sıcaklığı son 20 yıl içerisinde 0,2 C derece yükseldi. Normalde ancak bir yüzyıl içerisinde gerçekleşebilecek bu ısınma, artık 20 yıl içerisinde meydana geliyor. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak 1980’den bu yana sürekli ısınan dünyamızın sıcaklığı, 2003 yılı itibarıyla son 18 yüzyılın en üst seviyesine ulaştı.
Prof. Jones “Bu sıcaklık göstergeleri, ancak sera etkisiyle mümkün ve o da insan eliyle gerçekleşiyor” diyerek, küresel ısınmanın kimi iddialarda dile getirildiği üzere güneşten gelen radyasyondaki artıştan dolayı yahut da dünyanın yörüngesindeki değişken konumu gereği kendi doğal seyri içerisinde meydana gelmediğini vurguluyor. Bu doğal olmayan ısınmanın temel sebebi olarak atmosferdeki oranı her geçen gün artan sera gazları gösteriliyor. Kloroflorokarbon, karbon dioksit, metan, diazot monoksit gazlarının genel adı olan sera gazları güneş ışınlarının yerküreyi terk etmesini engelleyerek ısının artmasına sebep oluyor; yani atmosferde sera etkisi yaratıyor. Söz konusu gazlar, büyük oranla günümüz sanayi toplumlarının çeşitli alanlarında enerji olarak kullanılan kömür, petrol ve doğalgazın atığı olarak bacalardan, egzoz borularından ve buna ilaveten az gelişmiş ülkelerde tarım alanı açmak için yakılan ormanlardan açığa çıkıyor ve atmosfere karışarak yerkürenin dengesini bozuyor.
Hadley Hava Tahmini ve İklim Araştırmaları Merkezi’nin yayımladığı 1996 yılı verilerine göre, az gelişmiş ülkeler sınıfında yer alan Bangladeş 23 milyon metreküp, Pakistan ise 94,5 milyon metreküp karbon dioksit salıyor. Gelişmiş ülkelerden Fransa 362 milyon metreküplük bir hacmi salarken, İngiltere 557 milyon metreküp karbon dioksiti atmosfere bırakıyor. Küresel imparatorluk hayalleri kuran ve bu doğrultuda hiçbir engel tanımayan ABD ise, küresel ısınmanın baş müsebbibi olarak 5,3 milyar metreküple toplam salınımın %25’ini gerçekleştiriyor ve gün geçtikçe artan devasa karbon dioksit emisyon hacmiyle gezegenimizin geleceğini tehdit ediyor.
 
Siyasî Çıkar Hesaplarının Gölgesinde Dünyanın Geleceği
Küresel ısınma sorunu, sıradan bir çevre sorunuymuş gibi ele alınamayacak kadar hayatî bir mesele. Küresel ısınmaya sebep olan sera gazlarının kaynağı, başta ABD olmak üzere Kanada, Avustralya, Japonya ve Rusya gibi gelişmiş ülkeler. Durumun ciddiyet kazanması, yerküre ısısında artış olacağını 1980’den bu yana çeşitli vesilelerle dile getiren bilim adamlarının uyarılarına kulak tıkayan bütün ülkeleri tam 12 yıl sonra soruna çözüm üretmek üzere bir araya gelmeye itti ve bu amaçla “küresel ısınma” ilk kez 1992’de uluslararası platforma taşındı. Haziran 1992’de Brezilya’nın Rio şehrinde gerçekleştirilen Dünya Zirvesi’nde iklim değişiklikleriyle mücadele etme kararı alındı alınmasına; ancak imzaya açılan BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması’na, zirveye katılan 180 ülkeden yalnızca 50 tanesi imza attı ve aralarında hiç gelişmiş ülke yoktu. Sözleşme, atmosferdeki sera gazı birikimlerini, insanın iklim sistemi üzerindeki tehlikeli etkilerini önleyecek bir düzeyde durdurmayı öngörüyordu.
1992 Rio Zirvesi’yle başlayan küresel ısınma tartışmaları, 1997 yılındaki Kyoto Protokolü’nde iklim değişikliğinin önlenmesinde önemli bir konu olan sera gazı emisyonlarının azaltılması için bazı hedeflerin belirlenmesiyle sürdü. BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması’nın getirmiş olduğu yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediğinin incelenmesi amacıyla, Japonya’nın Kyoto şehrinde gerçekleştirilen protokol, BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması’nın devamı niteliğindeydi. Dünyanın çok önem verdiği bu toplantı, pazar ekonomisine geçmiş Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkeleri ile OECD üyesi ülkelerin sera gazı emisyonlarını 2008-2012 yılları arasında 1990 yılındaki seviyelerinin %5,2 altına indirmelerini öngörmekteydi. Fakat bütün ülkeler salınımlarını aynı oranda düşürmek zorunda değillerdi. Mesela AB üyesi ülkeler ve birçok Orta ve Doğu Avrupa ülkesi %8 azalma yönünde yükümlülük alırken, Polonya, Rusya, Yeni Zelanda, ve Ukrayna artış olmayacağını taahhüt etmiş, ABD ise %7 azalış öngörmüştü. Bu hedef, Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesi bağlamında, iklim değişikliğini önlemeye yönelik atılan en büyük adım olarak görülmekteydi.
Anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için en az 55 ülke tarafından onaylanması ve atmosfere verilen toplam sera gazı oranının en az %55’ini üreten ülkelerin bu 55 ülke arasında bulunması gerekiyordu. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre 2001 yılı Mayıs ayında, Kyoto Sözleşmesi 84 ülke tarafından imzalandı; 34 ülkenin parlamentoları tarafından onaylandı. Fakat onaylayan ülkeler arasında yine hiçbir gelişmiş ülke yoktu. Ayrıca onaylayan bu ülkelerin, toplam sera gazı oranı da sözleşmenin öngördüğü orana ulaşmamaktaydı.
1997 yılında eski ABD Başkanı Bill Clinton ve birçok gelişmiş ülke tarafından imzalanan Kyoto Anlaşması, ABD Senatosu tarafından onaylanmadı. Bush yönetimi de göreve başlar başlamaz Kyoto Antlaşması’ndan çekildiğini açıkladı. Ardından Avustralya da anlaşma kararlarını uygulamayacağını ilan etti. Kanada ve Rusya ise, Kyoto kararlarını uygulamakta kararsız bir tutum sergiledi.
2003’e gelindiğinde ise, ABD’nin tavrında somut bir değişiklik olmamakla beraber, meselenin ciddiyeti ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) hazırladığı bir raporla “okyanus ötesi cennette” de yavaş yavaş fark edilmeye başladı. Ancak söz konusu raporun, Bush yönetimini seçimlerden önce zor duruma düşüreceği kaygısıyla, Beyaz Saray tarafından dört ay boyunca kamuoyundan saklandığı ortaya çıktı. İşin daha vahim tarafı, insanlığın ve dünyanın geleceği için hayatî önem taşıyan bir konuya dair yazılan raporun, yine bir iktidar aracı olarak gün yüzüne çıkmasıydı. Raporu değerlendiren uzmanlar, küresel ısınma konusunun Kasım ayındaki başkanlık seçimleri için anahtar konumuna geleceğini öngörüyorlar. Bush’a karşı Demokrat Parti’nin en güçlü adayı olan John Kerry’nin ateşli bir çevreci olduğu ve küresel ısınmayı sık sık öne çıkardığı biliniyor.
 
Ekolojik Denge/sizlik: Aydınlanma’nın Günahı ya da Kıyamet Senaryoları
Peki söz konusu raporda neler yazıyor? Rapora göre, küresel ısınmanın yol açacağı iklim değişiklikleri sonucu, Avrupa’daki kıyı kentleri sulara gömülürken, İngiltere “Sibirya” soğuklarını yaşayacak. Nükleer tehlikeler bir yana, açlık, kıtlık ve kuraklık nedeniyle fakirleşen ülkelerde iç savaşlar çıkacak ve bunların yankıları gelişmiş ülkelerde de hissedilecek. Küresel ısınmanın kuruttuğu bölgelerde su kaynaklarına sahip ülkeler, ellerindeki doğal kaynakları korumak için nükleer silahlara başvuracaklar. Tarım alanlarının ve su havzalarının korunması ve ele geçirilmesi nedeniyle çıkacak çatışmalar, terör örgütleri kanalıyla bölgesel savaşlara dönüşecek. Raporun yazarlarından Randall ve Schwartz, yerkürenin taşıyabileceğinden daha çok insanla dolu olduğu ve 2020 yılından itibaren su ve enerji kıtlığının baş göstereceği öngörüsünde bulunuyor.
Raporda yer alan bu bilgilerin yanı sıra, bilim adamları gelecekte Bangladeş’in %80’inin, Japonya’nın ise neredeyse tamamının sular altında kalabileceğinden ve bitki, hayvan ve insanların hayatta kalmak için kutuplara göç edeceğinden söz ediyorlar. BM’nin Sosyal ve Ekonomik İşler Dairesi’nin hazırladığı kapsamlı bir raporun en çarpıcı öngörüsü ise, 2025’te yeryüzü nüfusunun yaklaşık %50’sinin, yani 3,5 milyar insanın su sıkıntısı çeker duruma düşecek olması. 6,1 milyarlık dünya nüfusu 2025’te 8, 2050’de 9,3 milyara çıkacak. 670 milyon insanını şimdi bile besleyemeyen en yoksul 49 ülkenin nüfusu ise, üçe katlanıp 1,9 milyara ulaşacak. Dünyanın tüketim hızı, su, hava ve denizdeki doğal kaynakların yenilenme hızından %20 daha fazla. 2050’de bu oranın %220’ye çıkacağı ve kaynakların büyük bir hızla kuruyacağı tahmin ediliyor. Ayrıca yeryüzünde 11 binden fazla canlı türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bunların yarısına yakınını balıklar ve kuşlar, dörtte birini de memeli türleri oluşturuyor.
Kısacası bütün bu verilere bakarak, kıyametin pek uzak olmadığını görmek kehanet olmasa gerek. Erken ve klasik dönem insanları için “tabiat” organik bir varlık iken, Aydınlanma zihniyeti onu mekanik bir varlığa, bir makinaya dönüştürdü. Böyle olunca da, eskiden bir emanet olarak kendisinden istifade edilen bu “kutsal kadın”, mekanistik yaklaşımlarla büyük bir ihanete uğradı ve katledildi. “Kanaat, bitip tükenmeyen bir hazinedir” diyen Kutlu Elçi’nin tavsiyesine karşı, kapitalizmin önerisi hep daha fazla tüketim oldu. Kanaatsizliğin baş gösterdiği yerde de, fesadın çıkması kaçınılmazdı. Fesadı çıkaranlar, onun üzerinden dahi kâr elde etmek için, kıyamet senaryolu filmler çektiler. Oysa mekanist Descartes’ın deistik Tanrı’sı, öngörülenin aksine tabiatın kaosa doğru bu gidişine müdahale ederek onu tekrar başlangıcındaki mükemmel koşullarına döndürmüyordu; çünkü madalyonun öteki yüzünde yer alan hakikat gereği “İnsanların elleriyle kazandıkları [günahları] yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı. Allah da belki dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (30:41) İmdi aynanın arka yüzündeki bu ilahî hitaba karşılık, görünen yüzünde kıyamet senaryoları üzerine kurulu Su Dünyası (1995), Kurtuluş Günü (1996) gibi katastrofik Hollywood filmleri var. Küremiz ısınmaya devam ediyor. Hazlarını bir kenara bırakıp da, ibret alan yok mu?

Paylaş Tavsiye Et