Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Büyük güçlerin hegemonik mücadelesi sürüyor
Talip Küçükcan
20’NCİ yüzyılın sonunda Soğuk Savaş’ın bitmesi büyük yankılar uyandırmıştı. Siyasî ve askerî gerilimlerin sona ermesiyle refah, demokrasi ve insan haklarının dünyada baskın eğilimler olacağı umudu doğmuştu. Sovyet bloğunun çöküşünü müteakiben çıkan sıcak çatışmalar, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yeni ulus-devlet kurma girişimleri, silahlanma, terör ve şiddet hareketlerinde artışlar ve en son Afganistan ve Irak’ta yaşanan olaylar umutları boşa çıkarmış görünüyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesi yeryüzüne ne barış getirdi, ne de geniş kitleler arasında hoşgörü ve iyi niyetin hâkim olmasını sağladı. Sadece siyasal ve stratejik gerilimlerin bir süre için azalmasına ve dikkatlerin ekonomik ve sosyal sorunlar üzerine yoğunlaşmasına neden oldu. Son dönemlerde ivme kazanan küreselleşme ise, zıt kutuplaşmalar yarattı. Bu kutuplaşmanın bir ucunda kendi egemenliğini kurmaya çalışan homojenleştirici küresel güçler, diğer ucunda ise bu küresel hegemonyaya karşı direnen ve ayrıca kutuplaşmanın ulusal/uluslararası boyutlardaki etkilerinden kitleleri haberdar eden muhalifler bulunuyor.
Demokrasi, insan hakları, adalet, siyasal katılım, kamusal ve siyasal alanda eşit temsilin yaygınlaştırılması gibi konularda küreselleşmenin zorlayıcı ve homojenleştirici etkileri, bu sürecin bir yönünü gösteriyor. Yerel, etnik, dinî kimlik ve söylemlerin belirgin bir hareketlilik kazanması ve otoriter siyasal yapılara karşı direnç gösteren sivil, toplumsal hareketlerin tek tip kimlik, tek tip söylem ve siyaset anlayışına karşı koyması ise küreselleşmenin karşıt kutbuna işaret ediyor.
 
Etkin Büyük Güçler
“Büyük güç” 19’uncu yüzyıla ait bir tanımlama olmakla beraber, onun uzantıları hâlâ devam ediyor. Eskiden büyük güçleri krallar/imparatorlar yönetirken, şimdi bunların yerini seçilmiş devlet/hükümet başkanları almış durumda. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin hemen ardından başlayan rahatlama süreci ve küreselleşmenin hızla yayılması bazı çevrelerde ulus-devletlerin etkisini kaybettiği ve “büyük güç”lerin tarihe gömüldüğü yorumlarının yapılmasına neden oldu. Ancak bunun ikna edici temellere dayandığını söylemek mümkün görünmüyor. Çünkü “büyük güç” olarak nitelenen ulus-devletler hâlâ dünyadaki olayların yönünü büyük oranda belirleme ve siyasî, askerî, ekonomik oluşumları etkileme gücüne sahip.
İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, ABD, Japonya ve Çin 20’nci yüzyılda uluslararası platformun en etkili ve birincil derecede baskın aktörleri oldu; bunların 21’inci yüzyılda da benzer bir rol ile karşımıza çıkacağı tahmininde bulunmak kehanet olmasa gerek. Bu devletlerin 20’nci yüzyıldaki uluslararası sistemin temellerini nasıl kurduklarını ve bu sistemin önemli niteliklerini nasıl belirlediklerini hatırlayacak olursak, olay daha da açıklık kazanacaktır. 20’nci yüzyılda etkin olan uluslar, kendi çıkarlarını tanımlamada yeni ölçütler geliştirdiler. Örneğin, bu yüzyılda belirginleşen ve şimdilerde kendisini dikte eden şey artık dünya imparatorlukları değil, “pazar ekonomisi”dir.
20’nci yüzyılın sonunda geleneksel anlamda ne bir imparatorluk, ne de imparatorluklara bağlı sömürgeler kaldı. Artık büyük güçler toprak işgal etmek, savaşla yeni sömürgeler bulmak değil; “pazar”larını genişletmek peşindeler. “Büyük güç”lerin çıkar mücadeleleri bundan böyle savaş meydanlarında değil, diplomatik kurallara bağlı yeni platformlarda ve pazar payını genişletmek amacıyla düzenlenen operasyonlarda gerçekleşiyor. Bu çerçevede, geçmişte düşman olan ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda birbirleriyle işbirliği yapabiliyor.
 
Ekonomik ve Teknolojik Rekabet
“Büyük güç”lerin hâlâ var olduğunun en temel göstergelerinden birisi, dünya ticaret dengelerinin şekillenmesinde ortaya çıkıyor. Günümüzde Birleşmiş Milletler Örgütü üyesi 191 ülkeden sadece yedisi, dünya ticaretinin yarısından fazlasını kontrol ediyor. Ayrıca bu yedi ülke, dünyadaki ekonomik üretimin üçte ikisinden ve savunma harcamasının neredeyse dörtte üçünden sorumlu olan bir ekonomik hacme ve güce sahip bulunuyor. Bu özellikleriyle “büyük güçler” kendi sınırları ötesinde olup biten şeylere şekil verme güç ve yeteneğine sahipler. Zaten bu güçler dünyaya şekil verirken 20’nci yüzyılın başındaki gibi değil; çok daha farklı, etkili ve sofistike yöntemleri kullanıyorlar. Amaçları hiç kuşkusuz kendi yurttaşlarının siyasal ve ekonomik çıkarlarını korumak ve sosyal refah düzeylerini yükseltmektir. Liderler buna ulaşmanın başlıca yollarının ekonomik ilişkileri geliştirmek, yatırımları artırmak ve siyasî/askerî sürtüşmeleri sınırlamak ya da çözümlemek olduğunu kavramış durumdalar.
Günümüzde de biçimi ve yöntemi farklı olsa da, ulus-devletlerin hâlâ yarış halinde bulunduklarını görüyoruz. Ama bugünkü güç yarışında ekonomik hedeflere ulaşmak, ülkeler arası işbirliğini ve uluslararası kurallara uymayı gerektiriyor. Hangi ülkelerin güçlü olduğu sorusuna cevap bulmak için bazı temel ölçütlere bakmak gerekecektir. Öncelikle, hem güç kavramının tanımı, hem de gücün dayanak ve kaynakları zamanla değişime uğradığı için, bu konuda kesin bir yargıya varmak kolay olmayacaktır. 17 ve 18’inci yüzyılda gücün başlıca ölçütleri arasında toprak genişliği, nüfus büyüklüğü ve vergi gelirleri yer alıyordu. 19’uncu yüzyılda ise güç çelik, kömür ve kimyasal madde gibi tarımsal olmayan sanayi ürünleriyle veya demiryolu ağlarının çokluğuyla ölçülüyordu. Geleneksel dönemde güç tanımı, askerî kavramlarla, yani düşmanı yok etme kapasitesi ölçüt alınarak yapılıyordu. Bu açıdan bakıldığında, en büyük nükleer ve kimyasal silah yığınağına sahip olan ABD ve Rusya’nın en güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Eğer güç bir ülkenin mal ve hizmet üretim kapasitesine göre tanımlanırsa, ABD, Japonya ve Almanya üçlüsünün gücü elinde bulunduran ülkeler olduğu söylenebilir.
Günümüzde devletler, gücünü ekonomik büyüme ve teknolojik buluşlardan elde etmektedir. Toprak büyüklüğü ve nüfusun çokluğu güç kaynağı olması bakımından artık önemini yitirmiş ve bunlar yerini ekonomik faaliyetlere, toplumsal sermayenin etkin mobilizasyonuna, teknolojik buluşlara ve dış politika enstrümanlarını ustalıkla kullanmaya bırakmıştır. Türkiye bu değişimleri göz önünde bulundurarak bölgesel ve küresel anlamda güç dengelerini etkileyebilecek politikalar geliştirmek zorundadır. Bunu başaramazsa etken ve belirleyici değil, edilgen ve başka güçlerin peşine takılan ikincil bir aktör olma riskiyle karşı karşıya kalacaktır.

Paylaş Tavsiye Et