Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Tarihte kalıcı olmanın sırrı nedir?
İhsan Fazlıoğlu
ÜNLÜ Memlûklü alim ve bürokrat İbn Haceri’l-Askelanî (öl. 1449), Enbau’l-gumr fî ebnai’l-umr adlı eserinde, Memlûk devletinin hem Osmanlı, hem de Memlûk coğrafyasını tehdit eden Timur istilasını ‘rüzgar gibi geçici’, ‘Osmanlı varlık’ını ise ‘derya gibi kalıcı’ gördüğünü vurguladıktan sonra şöyle der: İbn Haldun’un pek çok kez şöyle dediğini işittim: “Mısır devleti için Osmanoğlu’ndan başka korkulacak ‘bir tehlike’ yoktur.”
İbn Haldun (öl. 1406) gibi tarihi iyi okuyan bir düşünürün, henüz İstanbul’u fethetmemiş; üstelik Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmiş ve Fetret Devri’ni yaşayan Osmanlı devletini ‘kalıcı’ görmesi –ki İbn Haldun’un tespitinin ne kadar ‘doğru’ olduğuna tarih şahittir- için ne tür bir gözlemde bulunduğunu düşünmek, tarihte ‘kalıcı’ ile ‘geçici’ olanı idrak etmek için iyi bir başlangıç olabilir. Başka bir deyişle, İbn Haldun’un Osmanlı için karar verirken yaslandığı ilkeleri/illetleri yakalamak, günümüzde Amerika Birleşik Devletleri ve hempalarının yeryüzünde estirdikleri terörün ve kalkıştıkları işgalin kalıcı mı geçici mi olduğunu tespit etmek için elzemdir. Öyleyse sorumuzu şöyle dile getirilebiliriz: Bir siyasî iradeyi yeryüzünde kalıcı kılan nedir/nelerdir? Şüphesiz bu sorunun, ayrıntılarda belirsizleşen, karmaşık, ‘min-vech’ pek çok yanıtı vardır. Ancak bu yazıda, soruya, kadim ilmî-siyasî mirasımızı dikkate alarak, yine ‘min-vech’ bir cevap bulmaya çalışalım:
Vahyin bile, Tanrı’nın emir ve nehiylerine muhatap kıldığı insanın ‘âkil’ ve ‘bâliğ’ olmasını şart koştuğunu göz önünde bulundurursak, maddî (fizyolojik-anatomik) ile manevî (zihnî/aklî) kemale ermemiş bir beşerin kişi/birey sayılamayacağı [çünkü sorumluluk sahibi değildir] rahatlıkla söylenebilir. Bu nedenledir ki, kadim siyaset-name literatürümüzün ekserisi ‘akıl’, ‘bilgi’ ve ‘adalet’ kavramlarını merkeze alarak iş görür ve yeryüzünde siyaset etmeyi bu üç kavramın üzerine oturtur. Kısaca dendikte Varlık’ın muhatabı olan insan, aklı sayesinde ‘bilgi’ tahsil eder; var olanlar üzerinde bu bilgiye göre eyler ise ‘adalet’ ortaya çıkar. Öyle ise akıl, bilgi ve adalet bir açıdan ‘bir ve aynı’ şeydir. Ancak adalet, daha özel anlamıyla, yalnızca iki kişinin arasını bulmak değil; “halkı, iktidarı (gücü) elinde tutanların şerrinden/zulmünden korumaktır”. Mahlukatın maslahatı ile menfaatini öncelemeyen bir yeryüzü siyaseti en nihayetinde kendine karşı döner. Bu nedenledir ki kadim siyaset anlayışında “devlet, küfür üzre baki kalır, zulüm üzere baki kalamaz” deyişi bir ilke halini almıştır.
Görüldüğü üzere ‘hem ilahî, hem de beşerî siyasetin amacı insandır’; çünkü ‘nizam-ı alem insandır’. Öyleyse insanı ‘rencide edecek’ hiç bir siyaset, tanımı gereği, kalıcı olamaz. Kalıcı siyaset insanı ‘tebcil eden’ siyasettir. İlahî siyasetin, insanı ‘eşref-i mahlukat’ görmesi bu nedenle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Öyle ki beşerî siyaset de ancak ve ancak insanı eşref-i mahlukat görüp buna göre davrandığında ilahî siyaseti taklit etmiş; bu oranda da başarılı olmuş sayılabilir. Kısaca dile getirilirse hem ilahî, hem de beşerî siyasetin hedefi ‘insan’ı yani ‘adalet’i gerçekleştirmektir.
Selçuklu-Osmanlı Türk tarihinin ilkesi insan yani akıl ile bilgi ve bu ikisinin terkibi olan adalettir. İnsanı öngören ve önceleyen bu siyasetin, bu nedenle hem ilahî, hem de beşerî bir ‘ümidi’ vardı; ve insana bu ümit içerisinden bakıyordu. Kadim dünya görüşümüzün insanı hem âbid (=kul), hem nâtık (=akıl ve dil sahibi) hem de âşık (=irfan, zevk, sanat sahibi) olarak görmesi; insanın bu üçlü özelliğini dikkate alan bir beşerî siyaseti devreye sokmasını doğurdu. Sonuçta insanın hem dinini, hem aklını, hem de aşkını koruyan bir nizam-ı âlem yani ictimaî yapı ortaya çıktı. Kişi, en azından, bu yapı/ortam içerisinde bilkuvve mevcut olan ‘saadeti’ elde etme ve ‘şekavet’ten uzak durma imkanına sahipti.
Dinî-ahlakî meşruiyetini İslam’dan alan, yukarıda özetlenen, bu ilke/misyon, tarihte büyük oranda kapitalist sömürgeci dünya sisteminin yükselişine karşı geliştirilmiştir. İşte bu nedenledir ki Selçuklu-Osmanlı çizgisi, sömürgeci-kapitalist güç için önce ‘korku’dur, daha sonra ‘engel’dir; günümüzde ise geçmişini, tarihini ne yapacaklarını bilemedikleri ‘sorun’dur. Bu sorunu halletmek için, G. Postel’in deyişiyle, “Türkler önce ‘ikna’ edilmeli, direnirlerse ‘icbar’ edilmeli, karşı çıkarlarsa ‘imha’ edilmelidir”. Bu ‘ikna-icbar-imha’ süreci bütün acımasızlığıyla sürdürülmektedir. Bu nedenledir ki “1774 tarihinden bu yana millet olarak yaşadıklarımız gündüzün başına gelse gece olurdu”. Çünkü sömürgeci kapitalist gücü kayıtlayan hiç bir dinî, ahlakî ilke yoktur. Bu gücü temsil edenler insanlık için akıl ve bilgiye dayalı bir adaleti, kısaca nizamı öngörmüyorlar; bu nedenle insanlara saadet değil şekavet veriyorlar; bundan dolayı da ‘savaşçı’ değiller; şakîler yani sömürgeciler, eşkıyalık yapıyor yani sömürüyorlar. Çünkü onlar insanı öngörmüyorlar: İnsanı öngörmeyen bir siyasetin ne ilahî, ne de beşerî bir ümidi olamaz. İşte bu nedenlerle sömürgeci kapitalist güç, temsil ettiği hakikate güvenmediğinden yaşamak için bir düşmana, ‘öteki’ne ihtiyaç duyar. Başka bir deyişle insanı dışlayan emperyalizm var olmak için, varlığını sürdürmek için düşmana muhtaçtır; emperyalizmin, kapitalizmin düşmanı ise bizatihi insandır.
Tarihi iyi okuyan İbn Haldun, tarihçilerin ‘Oğuz hareketi’ dediği ve kendisinin de ‘Türk devleti’ adını verdiği bu siyasetin yukarıda özetlenen illetlerini/ilkelerini iyi tespit etmiştir. ‘Adalet’ üzerine kurulu bu siyaset, ‘meşveret’ ile yürümüş, ‘liyakat’ ve ‘ehliyet’e dayanmış, nesne ile teması sürekli kılmış, bilgi ile bunu üreten ‘bilgin’e saygı göstermiş, insanı önceleyen ve tebcil eden, insanı ümit olarak gören bir çerçeve inşa etmiştir.
Sömürgeci kapitalist siyaset insanı rencide ediyor; bu nedenle bir zamanlar insanın tebcil edildiği bu coğrafyada ‘derya gibi kalıcı’ olma şansı yok; tersine ‘rüzgar gibi geçici’dir. İnsanı eşref-i mahlukat görmeyen hiçbir siyaset bu topraklarda kalıcı yer bulamaz. Önemli olan biz Türklerin nerede durduğumuz: İnsanı ‘ümit’ kabul eden Oğuz hareketini devam ettirip Türk devletini sürdürmek mi; yoksa bu topraklardaki kalıcılığımızı yok edecek sömürgeci kapitalist güce/güçlere ‘yanaşma’ (=şimdilerde buna ‘ortak’ diyorlar) olmak mı?

Paylaş Tavsiye Et